Nevşehir’de pratisyen hekim olarak çalıştığım yıllarda, muayenehânem Dâmat İbrahim Paşa (Kurşunlu) Câmii’ne oldukça yakındı. Dolayısıyla müsâit durumlarda vakit namazlarını orada kılmaya çalışırdım.
1985 yılının ortalarında bir yatsı namazında, cemaatte yabancı bir kişinin olduğunu fark ettim. Namazdan sonra kapıda bekledim ve bu kişi ile tanıştım. Orhan Pişmiş isimli bir polis memuru idi. Muş’lu olduğunu, Nevşehir’e yeni tâyin olduğunu, siyâsî şûbede görev yapacağını söyledi. Ev tutmak üzere gelmişti. Kendisine yardımcı olduk, uygun bir ev tuttuk. Evini getirdi, yerleştirdik, hanımının ve çocuklarının ortama uyum sağlamalarına yardımcı olduk. Zamanla samîmiyetimiz iyice ilerledi.
Bir sohbet sırasında, kendisinde sedef hastalığı olduğunu, başkalarının görmesinden çekindiği için komiserlik kurslarına katılamadığını ve komiser olamadığını anlattı. Şifâ Allah’tandır diyerek kendisine, hastalık olan yerlere iğne yapma şeklinde, bir tedâvi uyguladım. Biiznillah hastalığı da iyileşti. Bunun üzerine açılan ilk kursa katıldı ve komiser yardımcısı oldu.
Zaman içinde yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmez bir hâle geldi. Âilelerimiz de kaynaştı, öyle ki, çocuklarımız okula birlikte gidip geliyor, berâber oynuyorlardı.
Anadolu şehirlerinde güzel bir gelenek vardır. 10-15 kişiden oluşan sohbet grupları, genellikle haftada bir akşam, müdâvimlerin birinin evinde toplanırlar. Kitap okunur, sohbet edilir, ikramlar sunulur. Buna mahallî olarak; “sıra gecesi”, “sıra odası”, “oturma”, “oturma gecesi”, “sohbet”, “yâren sofrası”, “ferfene” gibi değişik isimler verilir.
Nevşehir’de de böyle bir gelenek vardı. 1987 yılbaşı yaklaşırken, benim de dâhil olduğum bir sohbet grubunda, Hazret-i Îsa’nın doğum günü olarak kabûl edilen yılbaşını, bir peygambere yakışır şekilde kutlama fikri ortaya atıldı. Alınan karara göre, yılbaşı gecesi, 15 civârında evde sohbet tertiplenecek, Hazret-i Îsa ve Meryem’in hayâtı anlatılacak, İslâmî içerikli filmler izlenecekti. Yılbaşı gecesi, birisi de bizim evde olmak üzere sohbetlerimizi yaptık. Kitaplar okundu,videolar izlendi, ikramlar sunuldu, saat 1.30 gibi arkadaşlar ayrıldı, ben de yattım. Saat 2 civârında telefon çaldı. Sohbet yapılan evlerden birisinin sâhibi bir arkadaş arıyordu: “Doktor Bey! Senin Orhan’ın yaptığı işi duydun mu” diye sordu. “Hayrola! Bizim Orhan ne yapmış” dedim. “Sohbet olan evlerden birisini jandarmaya ihbâr etmiş. Jandarma evi basmış, evi didik didik etmişler. Ev sâhibini de karakola götürmüşler” diye cevap verdi. Ben inanamadım, “Orhan öyle bir şey yapmaz, bir yanlışınız var!” dedim. Arkadaş, “Bilgi kesin, filan bakkaldan jandarma’ya telefon etmiş, filan köşede durmuş, filan sokaktan jandarmaya evi göstermiş” diye durumu îzâh etti.
Beynimden vurulmuşa döndüm. Orhan gibi abdestinde namazında birisi nasıl böyle bir şey yapardı. Kumarbazı, ayyaşı, nâmussuzu, ipsizi, sapsızı dururken, nasıl olur da bizim gibi insanların peşine düşer, evlerini bastırtır, çoluğu çocuğu tedirgin eder, ev sâhibinin alınıp götürülmesine sebep olurdu?
Orhan’ın evi bizim eve yakındı. Hemen giyindim, paltomu giydim, çünkü dışarıda lapa lapa kar yağıyordu. Kapısını çaldım, Orhan pijamaları ile kapıyı açtı: “Ooo doktorum, buyur, buyur, hoş geldin, hayrola” dedi. “Hoş gelmedim Orhan, müsâit bir odaya geçelim, konuşacaklarımız var” dedim. Beni boş bir odaya aldı, odun sobasını yaktı. “Otur şöyle! Sen nasıl bir adamsın, bunu yaparken diyelim ki; Allah’tan korkmadın, peygamberden utanmadın, aramızdaki bunca hukûkun hiç mi hatırı yoktu” dedim. “Hayrola doktorum, ne yapmışım ki” diye sordu. Olanları ve duyduklarımı anlattım. Önce inkâr etti, “Ben öyle şey yapar mıyım, bir yanlışınız var” dedi. “Allah ayağına dolaştırmış, acemi polislik yapmışsın, kendini ele vermişsin” diyerek nereden telefon ettiğini, hangi köşede durduğunu, jandarmaya evi nereden gösterdiğini anlattım. Bu sefer savunmaya geçti, “Aslında jandarma bütün evleri basacaktı, ben bir evi bastırarak diğer evlerin basılmasını önledim” dedi. “Öyle bile olsa bu işi sen yapmamalıydın Orhan” diye üsteleyince ciddileşti. “Bir devlet mêmuru ile, bu devletin bir polisi ile böyle konuşamazsın” diye çıkıştı. “Bana bak, ben buraya devletin polisi Orhan Pişmiş ile değil, aramızda bunca hukuk bulunan Orhan ile konuşmaya geldim. Allah, şifâsını benim elimle verdiği derdini azdırsın, şifâsını da inşallah tekrar benim elime versin” deyip kalktım. Arkamdan, “Aman doktorum, pek ağır konuştun, o bedduâyı etmeseydin keşke” diye mırıldandığını duydum.
Ertesi gün, karakola alınan arkadaş, evinde herhangi bir suç unsuruna rastlanmadığı için serbest bırakıldı. Bir süre sonra da Orhan başka bir yere tayin oldu. Ben de bir sene sonra ihtisas yapmak üzere Erzurum’a gittim. Orhan’ı da unuttum gitti!
İhtisâsı bitirdim, Erzurum’dan ayrılmadan bir ay kadar önce, arkadaşlarla görüşmek ve sohbet etmek üzere polikliniğe indim. Hasta bakıcımız Dursun Efendi, her zamanki gibi, geliş sırasına göre listelediği hastaları yüksek sesle çağırıyor, hastayı içeriye, “Hocam, ürtikerli bir hasta gönderiyorum” diyerek alıyordu. Ben de arkadaki bir masaya oturdum, hem yeni asistan arkadaşlara bir şeyler anlatıyor, hem de baktıkları hastalar ile ilgili tartışıyorduk.
Yarım saat kadar sonra Dursun Efendi yeni bir hastayı içeri göndermek üzere seslendi! “Orhan Pişmiiiş!” “Hocam, eritrodermili bir hasta gönderiyorum”. Kulaklarıma inanamadım! Orhan Pişmiş! Ben! Erzurum! Herhalde isim benzerliğidir demeye kalmadı, Orhan içeri girdi. Eli yüzü kıpkırmızı, vücudunu kepekler kaplamış. Beni karşısında görünce bembeyaz kesildi! Ayağa kalktım, “Allahın büyüklüğünü gördün mü” dedim. “Aman doktorum, ben zaten alımımı aldım, bir şey söylemene gerek yok” meâlinde bir şeyler söyledi. Arkadaşlar, Orhan’ı yatırdılar, tedâvisine başladılar.
Ayrılmadan birkaç gün önce ziyâretine gittim. “Orhan, hâlâ merâk ediyorum, o işi neden yapmıştın” diye sordum”. “Aklımca, âmirlerimin gözüne girip komiser olmak istemiştim. Onu da olamadık zaten. Çok pişmân oldum amma, ne fayda” dedi. “Allah şîfânı versin, kusurlarımızı affetsin” deyip ayrıldım.