Evvel zamân içinde, kalbur samân içinde, cinler cirit oynarken eski hamâm içinde! Develer dellal iken, pireler berber iken, ben babamın beşşiğini tıngııır mıngır sallarken! Babam düştü beşşikten, annem düştü eşşikten. Onlar ermiş murâdınaaa, biz gelelim masalımızaaa!
Zamanlardan bir zaman, vakitlerden bir vakit, bir memleketin, kuş uçmaz kervan geçmez, gözlerden uzak bir dağ köyünde bir Şeyh Efendi yaşarmış. İlmiyle ve hâliyle insanları irşâd etmeye, insan yetiştirmeye, gönül kazanmaya gayret edermiş. Bu Şeyh Efendi’nin pek çok seveni ve sayısı belirsiz mürîdi varmış. Bu müridler içinde Deli Mehmet adında bir derviş varmış ki, edepsiz mi edepsiz, küfürbaz mı küfürbaz, düzenbaz mı düzenbaz, her türlü şirretliği yapabilecek tıyniyette1 birisi imiş. Kimse, Şeyh Efendi’nin böylesine yaramaz bir kişiyi niçin yanında barındırdığına akıl sır erdiremez, edeplerinden Şeyh Efendi’ye de soramazlarmış. Ara sıra kulağına kadar ulaşan îtirazlara Şeyh Efendi:
– Dokunmayın benim deli dervişime! Burada zarârı sâdece kendinedir, milletin içine bırakırsak, olacakları hiç biriniz tahayyül edemezsiniz! dermiş.
Gel zaman git zaman, bir gün Şeyh Efendi’nin şehirde görmesi gereken bir iş zuhûr etmiş. Şehirdeki işlerini halledip Cumâ namazını Ulu Câmi’de edâ etmek için, sabah erkenden yola çıkmak üzere hazırlıklarını yapmış. Sabah namazını kılıp atına binmek üzereyken, Derviş Deli Mehmet:
– Şeyhim, şeyhim, güzel şeyhim! Ne olur şehre beni de götür! Yıllardır bu dağ başındayım. Tebdîl-i mekânda ferahlık vardır derler. Gözüm gönlüm açılır, değişik yüzler görürüm! demiş.
– Oğlum! Ben işlerimi halledip hemen döneceğim. Senin şehirde bir işin yok, yarım gün için bu yorgunluğa değmez, otur oturduğun yerde! demiş Şeyh Efendi. Derviş ısrarla:
– Aman şeyhim, canım şeyhim! Ne olur beni de götürsen? Hem sana yoldaş olurum, hem de yolda seni eğlendiririm! demiş.
Yufka yürekli Şeyh Efendi, Deli Derviş’in bu kadar yalvarmasına dayanamamış ve birlikte yola koyulmuşlar. Dağ yollarından geçip şehre giden ana yola çıkınca bir de ne görsünler! Memleketin bütün ahâlisi, akın akın şehre gidiyor. Cumâ günleri yolların biraz kalabalık olması beklenir amma, bu kalabalık öyle böyle değil! Şeyh Efendi, yanından geçen birisine:
– Hayrola evlâdım! Millet yollara düşmüş, seller gibi şehre akıyor. Nedir bu işin sebeb-i hikmeti? diye sormuş. Adam:
– Duymadınız mı? Pâdişahımız efendimiz üç gün önce vefât etti.
– Allah rahmet eylesin! Âdil bir emirdi. Mekânı Cennet olsun! İyi de, insanlar niye şehre koşturuyor, hâlâ anlamış değiliz!
– Sizin dünyâdan haberiniz yok gâlibâ! Bugün Cumâ namazını müteakip yeni pâdişah seçilecek!
– Allah Allaah! Seçilecekse seçilecek, insanlara ne oluyor?
– Siz hakîkaten bu dünyâda yaşamıyorsunuz anlaşılan! Bu memlekette pâdişah seçimi Devlet Kuşu uçurularak yapılır. İnsanlar da hem bu olayı seyretmek, hem de bir umut, “olur a! Devlet Kuşu bizim başımıza konarsa” diyerek şehre gidiyorlar.
Kalabalığın sebebini öğrenen Şeyh Efendi ve Deli Mehmet, aralarında şakalaşmaya ve olayı değerlendirmeye başlamışlar. Deli Derviş:
– Şeyhim! Ah şu deli kuş, azsa, yanılsa da benim başıma konsa! Pâdişah olunca, bu memlekette Haccâc-ı Zâlim’e ferman okuttururum! Akla hayâle gelmedik ne kadar zulüm varsa yaparım! Vallaha da yaparım, billaha da yaparım! demiş. Şeyh Efendi de:
– Oğlum, biz ahret adamlarıyız, dünyâ ile işimiz olmaz! Lâkin, Allah takdîr eder de kuşu benim başıma kondurursa, bu memlekette Hazret-i Ömer’in idâresini ihyâ etmeye, adâleti en üst seviyede têsîs etmeye gayret ederim! demiş.
Deli Derviş’in, kuşun tesâdüfî seçimine, Şeyh Efendi’nin ise ilâhî takdire bağladığı pâdişah seçimi konusunu konuşa konuşa şehre varmışlar. Şeyh Efendi işlerini halledene kadar Cumâ vakti olmuş. Cumâyı kıldıktan sonra, Şeyh Efendi:
– Hadi oğlum, yolcu yolunda gerek! diyerek atına doğru yürümüş. Deli Mehmet:
– Şeyhim, pâdişah seçimini görmeden şuradan şuraya bir adım atmam! İstersen sen git, ben arkandan yetişirim! demiş. Onu yalnız bırakmak istemeyen Şeyh Efendi:
– Oğlum, bizim pâdişahlıkla, vezirlikle ne işimiz olur? Bu iş, bizim işimiz değil! Yolumuz uzun, geceye kalırız, kurtla kuşla uğraşırız, hadi gidelim! dediyse de Deli Derviş oralı olmamış. Şeyh Efendi çar nâçar ona uymak zorunda kalmış.
Ahâli hükümet meydanını doldurmuş ve heyecanla seçimin başlamasını beklemeye başlamış. Biraz sonra, Kara Vezir elinde bir kafesle sarayın balkonunda görünmüş:
– Ey ahâliii! Mâlumunuz olduğu üzeree, geçen hafta sevgili pâdişahımız Hakk’ın rahmetine kavuşmuştuur! Birazdaan, şu elimde gördüğünüz Devlet Kuşu’nu salıvereceğim. Geleneğimize göre, Devlet Kuşu kimin başına konarsaa, yeni pâdişahımız o olacaktıır!
Kara Vezir besmeleyle kafesin kapağını açmış ve Devlet Kuşu’nu bırakmış. Kuş, meydanın üzerinde birkaç tur atmış, dönmüş dolanmış, gelmiş bizim Deli Mehmed’in tepesine konmuuş! Pâdişahlığı kendisine yakıştıran Kara Vezir başta olmak üzere ileri gelenler:
– Bu kim yâhu! Bir derviş! Bir derviş parçasından pâdişah mı olur? Kuş şaşırdı herhal! demişler.
Kuşu tekrar kafesine koymuşlar, Deli Derviş’in yerini değiştirmişler. İkinci defâ uçurulan Devlet Kuşu, fırlanmış, dolanmış, aramış, taramış, tekrar Deli Oğlan’ın kafasına konmuuş! Ekâbir takımı:
– Allâh’ın hakkı üçtür! deyip kuşu tekrar kafese kapatmışlar, Derviş’i de bir samanlığa saklamışlar.
Tekrar uçurulan Devlet Kuşu, gidip samanlıkta da Deli Mehmed’i bulunca:
– Bu kadar tesâdüf mümkün değil! Demek ki Allah’ın takdîri budur! Takdîre karşı boynumuz kıldan ince! deyip:
– Yaşasın Pâdişâhımız! Pâdişâhım çok yaşa! Allah devletini uzun eylesin! nidâları arasında Derviş Deli Mehmed’i tahta oturtmuşlar.
Şeyh Efendi içinden “eyvah” demiş ama kadere karşı gelinemeyeceğini bildiğinden sesini çıkarmamış. Eski dervişini, yeni Sultânı son defâ görmüş, “hayırlı olsun” dedikten sonra köyüne dönmüş.
Yeni pâdişahın seçilmesi şerefine kurbanlar kesilmiş, yenilmiş, içilmiş, kırk gün kırk gece süren şenlikler düzenlenmiş. Tebrik ve hayırlı olsun ziyâretleri günlerce devâm etmiş.
Yeni Sultan, cülus faslı bittikten sonra Kara Vezir’i çağırmış:
– Ey benim müdebbir vezîrim! Bu seçim ve kutlama işleri bütçemizi sarsmıştır. Şu anda vatandaştan ne kadar vergi alıyoruz? demiş. Vezir:
– Kelle başı bir lira alıyoruz Sultânım! diye cevaplamış.
– Yârından îtibâren vergileri iki liraya çıkardım, derhal tahsil edile! diye emir buyurmuş yeni Sultan.
Kara Vezir vatandaşın üzerine vergi memurlarını salmış ve hemen tahsilâta başlanmış. Bu vergi artışı, ilk elde fakir tabakayı etkilemiş, oralardan mırın kırın bazı sesler çıkmış ama, orta halliler ve zenginler bu işten pek etkilenmemiş.
Birkaç ay sonra Sultan, Kara Veziri tekrar huzûruna çağırmış:
– Ey benim tecrübeli vezîrim! Vatandaştan ne kadar vergi alıyoruz? diye sormuş. Vezir:
– Adam başı iki lira alıyoruz Sultânım! diye cevaplamış. Sultan:
– Hazînemizin dolu olması lâzım. Yârından îtibâren vergileri dört liraya çıkardım, îcâbı derhal yerine getirile! demiş.
Vergi memurları derhal memlekete dağılmışlar ve icraata girişmişler. Bu sefer fakirlerle birlikte orta halliler de feryâd etmeye başlamış.
Bir zaman sonra Kara Vezir tekrar huzûra çağrılmış.
– Ey benim güngörmüş vezîrim! Vatandaştan ne kadar vergi alıyoruz? diye sormuş Sultan.
– Kişi başı dört lira alıyoruz Sultânım! demiş vezir.
– Sarayımız çok eskimiş, dosta düşmana karşı ayıp oluyor. Yeni ve debdebeli bir saray yaptırmamız gerekiyor. Yârından îtibâren vergileri sekiz liraya çıkardım, gereği derhal uygulana! emrini vermiş Sultan.
Vergi memurları emrin gereğini yerine getirmek için derhal memleketin dört bir yanına dağılmışlar. Bu sefer zenginlerin canı da fenâ halde yanmış, ortalık feryâd u figandan geçilmez olmuş.
Sultan, memleketin en mâhir mîmarlarını çağırtmış. Eşi benzeri olmayan bir saray istediğini söyleyip, ne gerekiyorsa yapmalarını emretmiş. Emri alan mîmarlar, târif edilen şekilde mutantan bir saray inşa etmek için hemen işe girişmişler. Planlar hazırlanmış, uygun bir arâzi tespit edilmiş, bulunabilecek en değerli ve pahalı malzemeler temîn edilip inşaata başlanmış.
İnşaatın yarısı tamamlanmadan, hazînedeki para suyunu çekmiş. Sultan vezirini tekrar huzûra dâvet etmiş.
– Ey benim Kara Vezîr’im. Saray inşaatımız iyi gidiyor, lâkin hazînemiz boşalmaya yüz tuttu. Vatandaşımızdan ne kadar vergi alıyorduk? demiş. Vezir:
– Tebaa başına sekiz lira alıyoruz Sultânım! diye cevaplamış. Sultan:
– Yârından îtibâren vergileri iki katına çıkardım. Hemen gereği yerine getirile! buyurmuş Sultan. Kara Vezir, utana sıkıla:
– Sultânım! İlk iki vergi zammında fazla zorlanmadık. Lâkin üçüncü zamdan sonra, vatandaşta verecek para kalmadı. Mümkünse zam oranını biraz düşük tutsak! demiş. Sultan hiddetle:
– Sen ne dersin bre Vezir? Saray inşaatımızı yarım bırakıp elâleme rezil mi olalım? Parası olanın parasını, olmayanın iki ineğinden birini, dört keçisinden ikisini, dört tavuğu olanın iki tavuğunu, on yumurtası olanın beş yumurtasını alacaksınız! Vermeyeni kodese tıkacaksınız! buyurmuş.
Vergi memurları tekrar işe koyulmuşlar. Sultân’ın emirleri harfiyyen yerine getirilmiş. Bu son darbeyle memlekette zengin kalmamış, vatandaş fakirlikte eşit hâle gelmiş. Sultan aleyhinde en ufak bir laf eden, şanslı ise hapisle paçayı kurtarmış. Memlekette hapishaneler ağzına kadar adamla dolmuş. Bu kadar şanslı olmayanlar kendini celladın önünde bulmuş.
Sonunda inşaat tamamlanmış, yapılan muhteşem saray büyük bir törenle hizmete açılmış. Emeline kavuşan Sultan mes’ut ve neşeli, vatandaş ise kan ağlar vaziyette!
Sultan ve Vezir, bir gün tebdîl-i kıyâfet çarşıyı dolaşırlarken ikindi ezânı okunmaya başlamış. Sultan huşû içinde ezân-ı Muhammedî’yi dinlemiş. Halkın bir kısmı câmiye gitmiş, büyük bir kısmı ise işine gücüne devâm etmiş. Sultan halkı toplamış:
– Bu okunan neydi? demiş. Ahâli:
– Ezân-ı Muhammedî idi! demiş. Sultan:
– Peki siz nesiniz? diye sormuş.
– Müslümânız elhamdülillah! demiş ahâli.
– Ulan bu nasıl müslümanlık! Ezan okunur, namaza çağrılırsınız, ama câmiye gitmezsiniz! Atın bunları kodese! buyurmuş Sultan.
Halk bundan sonra, korku belâsına, abdestli abdestsiz, beş vakit câmilere koşmaya başlamış.
Bir gün Sultân’ın yolu hapishaneye düşmüş. Bakmış ki, hapishanenin nüfûsu istiâbının beş katı!
– Bunlar ney? diye sormuş baş gardiyana. Gardiyan başı:
– Mahpuslar, Sultânım! diye cevaplamış. Sultan:
– Kim doldurdu bunları buraya? diye kükremiş. Kimse korkusundan:
– Siz doldurdunuz! diyememiş. Sultan:
– Verin bunların hepisini cellada! Devletin bunlara harcayacak parası yok! demiş.
Emir derhal yerine getirilmiş. İnfazlardan sonra mezarlık hızla büyümüş, işgâl ettiği alan, şehrin neredeyse iki katına çıkmış.
Başka bir gün de Sultân’ın yolu kabristana düşmüş.
– Ooo! Bu mezarlık amma da genişlemiş, sebebi ne ola ki? diye sormuş. Kimse:
– Sâyenizde Sultânım! diyememiş.
– Cenâzelerin bu kadar yer işgâl etmesine ne lüzum var? Ölüler bundan sonra dikine gömülecek! diye ferman buyurmuş Sultan. Bu son emri duyan ahâli:
– Eyvah! demiş. Dirileri bitirdi, sıra ölülere geldi! Bundan sonra bize mezarda da rahat yok!
Memleketin ileri gelenleri bir hey’et oluşturup Sultân’ın huzûruna çıkmışlar:
– Sultânım! Dirilerimizi ilgilendiren bütün icraatlarınıza boynumuz kıldan ince! Yalnız, ölülerimizle ilgili bu son emriniz biraz ağır oldu. Tebaanız, acabâ bu emir geri alınabilir mi diye bizi elçi gönderdiler! diyerek mârûzatlarını arz etmişler. Sultan:
– Siz ulül emre itaat diye bir şey duymadınız mı? Bir Sultân’ın verdiği emri geri aldığı nerede görülmüş? Bu seferlik affediyorum, ama böyle bir taleple bir daha huzûruma çıkarsanız, hepinizi cellada veririm! diyerek hey’eti kovalamış.
Kös kös saraydan ayrılan ekâbirin en yaşlısı olan ak sakallı dede:
– Ey benim kader arkadaşlarım! Bu böyle olmayacak! Bu zâlim Sultan, zulmünden vazgeçmeyecek! Başka bir çâre düşünmemiz lâzım! demiş. İçlerinden en akıllısı:
– Bu herif Sultan olmadan önce ne idi? diye sormuş.
– Derviş idi! diye cevaplamış birisi.
– Bu Derviş kısmısı, şeyhlerinin sözünü pek bir dinlerler! Gidelim, Şeyh Efendi’yi bulalım! Durumu anlatalım! Bize etse etse ancak o yardım edebilir! demiş âkil adam.
Hemen yola koyulup sora soruştura Şeyh Efendi’nin köyünü bulmuşlar. Derviş’in Sultan olmasından bugüne, bütün serencâmı teferruâtıyla anlatmışlar.
– Aman Şeyhim! Eline ayağına düştük! Şu eski dervişine ancak sen söz geçirebilirsin. Bütün zulümlerine eyvallah da, şu ölüleri dikine gömdürme mes’elesi millete pek bir ağır geldi! demişler.
Hey’etin anlattıklarını dikkatle dinleyen Şeyh Efendi:
– Vallâ, benim bildiğim Deli Mehmet, benim sözümü de dinlemez, hatta ısrar edersem beni de idâm eder. Amma, bu kadar insan benim kapıma gelmişsiniz, benden bir medet bekliyorsunuz! Varalım gidelim, bir ricâcı olalım! Allah encâmımızı hayreylesin! deyip şehre müteveccîhen yola çıkmışlar.
Şeyh Efendi sarayın kapısına varıp nöbetçilere:
– Eski şeyhi, Sultânımız Efendimizi ziyâret etmek diler. Acabâ müsâde var mı? diye Sultân’a haber etmelerini ricâ etmiş.
Şeyhinin adını duyan Sultan, merdivenleri dörder beşer atlayarak paldır küldür sarayın kapısına varmış, şeyhinin ellerine kapanmış, defâlarca öpmüş, öpmüş! Bir taraftan da gözlerinden yaşlar akıyormuş. Şeyh Efendi:
– Aman Sultânım! demeye çalışırken Sultan:
– Şeyhim! Ne Sultânı, ne Pâdişâhı! Sen benim muhterem Şeyhimsin, ben de senin âciz dervişin Deli Mehmet! demiş.
Sultan tahtına Şeyh Efendi’yi oturtmuş, kendisi tam bir derviş teslîmiyetiyle ayak ucuna oturmuş, en üst derecede izzet i ikramda bulunduktan sonra:
– Hayrola Şeyhim! Bunca zamandan sonra sebeb-i ziyâretinizi öğrenebilir miyim? diye sormuş. Şeyh Efendi:
– Oğlum! Ahâli, akıllarına gelen en son çâre olarak bana mürâcaat etti! Bütün icraatına râzılar, yalnız şu ölüleri dikine gömme mes’elesi pek bi ağırlarına gitmiş! O emri geri almanı istiyorlar, bunun için beni sana ricâcı gönderdiler! demiş. Sultan:
– Şeyhiim! Bunun için mi buralara kadar zahmet ettin? Boşuna yorulmuşsun! Seni kırmak, seni üzmek, emrini yerine getirmemek, benim en son düşüneceğim şeylerdir. Lâkin bu ricânı yerine getirmem mümkün değil! Çünkü emir senden daha üst bir makamdan! Kusura bakma! – Ne demek istiyorsun oğlum? Bu işte senden daha üst makam mı var? Bir emrinle işler dümdüz olur! “Bu yasağı kaldırdım” dersin kalkar!
– Ah Şeyhim ah! İşler bildiğin gibi değil. Sen de dâhil herkes beni Sultan sanıyor! Ama gel gör ki ben gerçekte Sultan değil emir kuluyum!
– Ne demek istediğini anlayamadım!
– Anlatayım Şeyhim! Seninle şehre geldiğimiz günü hatırlıyor musun?
– Evet!
– Eski pâdişâhın vefât ettiğinden, yeni pâdişâhın seçileceğinden, devlet kuşundan haberimiz var mıydı?
– Yoktu!
– Şaka yollu da olsa, sen pâdişah olursan ne yaparım demiştin?
– Hazret-i Ömer’in adâletini ihyâ ederim, demiştim.
– Ben ne demiştim?
– Haccâc-ı Zâlim’e ferman okuturum, demiştin.
– Allah, kuşu, -hem de üç defâ- kimin başına kondurdu?
– Senin!
– Ey muhterem şeyhim! Hâlâ anlamadın mı? Bu millet, Hazret-i Ömer gibi bir emîre lâyık olsaydı, Allah kuşu senin başına kondururdu. Demek ki bu millet, Haccâc-ı Zâlim’den daha zâlim bir idâreye lâyıkmış ki, Allah kuşu benim başıma kondurdu. Yâni, Allah beni bu işe memur etti! Ben sâdece O’nun emirlerini uygulayan bir emir kuluyum! Dolayısıyla, değil son emrimi geri almak, her gün yeni bir zulüm daha îcâd etmekle mükellefim!
– Oğlum! Sen deli değil velî imişsin! Ben işin bu tarafını hiç düşünmemiştim! Peygamber-i Zîşan Efendimiz, “neye lâyıksanız öyle idâre edilirsiniz” buyurmuş. Haklısın! Peki bu işin çâresi nedir, bu millet bu zulümden nasıl kurtulacak?
– Şeyhim! Milletin arasına karış, insanlarla konuş, niye böyle bir zulme müstehak olmuşlar, araştır. Emrine her türlü imkan verilecektir. Kimse aleyhimde gık bile diyemez, ama sen serbestsin. Lehimde de konuşabilirsin, aleyhimde de!
– Sonra?
– Hastalığı teşhis ettikten sonra ahâliyi irşâd et. Tekrar âdil bir idâreyi hak ettiklerine kanaat getirdiğin zaman, topluca duâ edin, Allah benim canımı alsın! Millet de bu zulümden kurtulsun!
Şeyh Efendi, halkın arasına karışmış. Sormuş, soruşturmuş, araştırmış, incelemiş, konuşmuş, dinlemiş ve anlamış ki; bir önceki pâdişah döneminde halkın refah seviyesi oldukça yükselmiş. Zenginleşen ahâlinin mânevî duyguları zayıflamış. Bencillik artmış, fedâkarlık azalmış, yalan çoğalmış, güven kaybolmuş, “Rabbenâ hep banâ” felsefesi yaygınlaşmış. Yâni millet aşırı şekilde dünyevîleşmiş, uhrevî taraf harâbeye dönmüş!
Hastalığı teşhis eden Şeyh Efendi, ev ev, sokak sokak, meydan meydan, câmi câmi, köy köy, kasaba kasaba dolaşmış, halka niçin bu zulme mâruz kaldıklarını, gittikleri yanlış yoldan dönmedikleri sürece de bu zulümden kurtulamayacaklarını anlatmış. Zulüm altında inim inim inleyen halkın kalbi de zâten iyice yumuşamış, vaaz ve nâsîhate açık hâle gelmiş. Şeyh Efendi’yi dikkatle dinlemişler, tavsiyelerine riâyet etmeye gayret etmişler.
Uzunca bir süre irşad faaliyetlerine devâm eden Şeyh Efendi, sonunda ahâlinin iyice olgunlaştığına ve âdil bir idâreyi hak ettiğine kanaat getirmiş. Memleketin dört bir yanına dellallar göndermiş: Dellallar:
– Ey ahâliii! Duyduk duymadık demeyiiin! Cumâ namazında, Şeyh efendi vaaz edecek, namazı müteakiben de topluca duâ edilecektiiir! Sultânın zulmünden kurtulmak isteyen herkes duâya dâvetlidiiir! diye nidâ etmişler.
Cumâ günü insanlar, aynen pâdişah seçiminde olduğu gibi, akın akın şehre koşmuşlar. Kürsüye çıkan Şeyh Efendi uzun bir vaaz vermiş. Yaşadıkları olayları hatırlatmış, başlarına gelenlerin sebep ve hikmetlerini izâh etmiş, tekrar aynı sıkıntılara mâruz kalmamaları için dikkat etmeleri gereken hususları etraflıca anlatmış. Cumâ namazını kıldıktan sonra da ellerini açıp göz yaşları içinde duâya başlamışlar:
– Ey merhametlilerin en merhametlisi yüce Mevlâmız! Biz nefislerimize zulmettik! Sen ise, dünyâda iken günahlarımızı affetmeyi diledin ve Âdil ismin gereğince bizi îkâz ettin. Biz dersimizi aldık! Nâdim ve peşîmânız! Yaptıklarımıza tövbe-i nasûh ile tövbe ettik! Bir daha işlememeye azm ü cezm ü kasteyledik!
– Âmiiin!
– Rahmân ismin hürmetine! Rahîm ismin hürmetine! İsm-i Âzam hürmetine! Habîb-i Edîb’in hürmetine, sahâbe-i kirâm hürmetine, tâbiin hürmetine, tebe-i tâbiin hürmetine, evliyâ hürmetine, asfiyâ hürmetine, sulehâ hürmetine, şühedâ hürmetine!
– Âmiiin!
– Kundaktaki bebekler hürmetine, günahsız çocuklar hürmetine, ağızsız dilsiz hayvanlar hürmetine, kurtlar kuşlar hürmetine!
– Âmiiin!
– Şu zâlimi başımızdan def ü ref eyle Allâhım!
– Âmiiin!
– Def ü ref eyle Allâhım!
– Âmiiin!
– Def ü ref eyle Allâhım!
– Âmiiin!
Bu minvâl üzere, duâlar ve âminler ikindi vaktine kadar devâm etmiş. Nihâyet ikindiye doğru saraydan müjdeli haber ulaşmış:
– Müjdeee, müjde! Zâlim Sultan çatladı, geberdi gittiii!
– Elhamdülillah! Elhamdülillah! Elhamdülillah!
– Âmiiin! Âmiiin! Âmiiin!
Gökten üç elma düştü!
18.02.2014
1Tıyniyet: Karakter
18.02.2014
(1) Tıyniyet: Karakter