Bir varmııış, bir yokmuş, Allah‘ın kulu pek çokmuş, lâkin bu masalı benden başka bilen hiç kimse yokmuuuş!
Evvel zamân içinde, kalbur samân içinde, cinler cirit oynarken eski hamâm içinde! Develer dellal iken, pireler berber iken, ben babamın beşşiğini tıngııır mıngır sallar iken! Babam düştü beşşikten, annem düştü eşşikten. Onlar ermiş murâdınaaa, biz gelelim masalımızaaa!
Vakti zamânında, çoook uzak bir memlekette bir pâdişah yaşarmış. Bu pâdişahın; biri kız, üçü erkek olmak üzere dört çocuğu varmış. Bu pâdişah, adâletli bir pâdişah olmasının yanı sıra, aynı zamanda iyi bir avcı imiş. Memleket işlerinden fırsat buldukça, mâiyeti ile berâber ava çıkar, günlerce av peşinde koştururmuş.
Eee, pâdişah av meraklısı olunca, ahırları da cins cins atlarla dolu imiş. Özellikle has ahırdaki kırk arap atını gözünden bile sakınır, üzerlerine titrermiş.
Gel zaman git zaman, günlerden bir gün, sabah ahıra giren seyisler, atlardan birinin yerinde olmadığını görmüşler. Etrafı arayıp taramışlar ama herhangi bir iz bulamayınca korku ve endişe içinde pâdişaha haber vermişler. Durumu öğrenen pâdişah, seyisleri değiştirmiş, ahırın etrâfına nöbetçiler dikmiş. Ertesi sabah bakmışlar ki, atlardan biri daha eksilmiş! Padişah ahırın kapısını pecesini sağlamlaştırmış, nöbetçi sayısını artırmış. Sabah bakmışlar ki, bir at daha yerinde yok! Her ne tedbir aldılarsa sonuç değişmemiş, her sabah bir at eksilmeye devâm etmiiiş.
Padişah çâresizlik içinde kıvranırken, büyük oğlu huzûruna çıkmış:
– Babacığım, müsâde ederseniz, bu gece ahırda nöbet tutayım, atlarımıza ne oluyor, öğreneyim, demiş. Pâdişah da:
– Pekî oğlum, sana müsâde, göreyim seni! demiş.
Büyük şahzâde, akşam olunca ahıra gitmiş, bir takaya5 saklanıp başlamış beklemeyeee! Gel zaman git zaman, göz kapakları ağırlaşmış, ne kadar direndiyse de sonunda uykuya yenik düşmüş ve uyuyakalmış. Sabah uyanmış ki ne görsün! Atlardan biri daha sırra kadem basmış!
Âbisinin başarısız olması üzerine, ertesi akşam nöbet tutmak üzere ortanca oğlan babasından müsâde almış. Ortanca şahzâde, saklandığı takada, bir süre içinden şarkı-türkü söylemiş, tekerlemeler sıralamış, aklından fıkralar geçirmiş. Vakit gece yarısını geçince o da göz kapaklarına hâkim olamamış ve derin bir uykuya dalmış. Sabah uyandığında bakmış ki ne baksın! Atlardan biri daha yok olmuş!
İki oğlunun başarısızlığı, pâdişahı iyice umutsuzluğa düşürmüşken, küçük oğlu huzûra çıkmış ve ağabeylerinin başaramadığı işi başarmak niyetiyle babasından izin istemiş. Pâdişah, oğulları içinde en çok sevdiği küçük oğlunun başına bir hal gelir korkusuyla izin vermek istememiş. Ama küçük şahzâdenin ısrârına dayanamayıp sonunda müsâde etmiş.
Yanına bir Kur’ân-ı Kerim alan ve ceplerine değişik çerezler koyan küçük oğlan, akşamdan sonra bir takaya saklanıp beklemeye başlamış. Bir taraftan Kur’an okuyor, bir taraftan da çerez atıştırıyormuş. Gel zaman git zaman, vakit gece yarısını epeyce geçmişken, ahırın kapısı büyük bir gürültüyle açılmış ve ablası içeri girmiş. Bir çırpınma ile birdenbire bir dev’e dönüşmüş, ahırın en semiz atlarından birini çatır çutur yemiş ve çıkmış gitmiş. Korkudan aklı başından giden küçük şahzâde, ancak birkaç saat sonra kendine gelebilmiş ve babasının huzûruna çıkmış. Heyecanla kendisinden bir haber bekleyen babasına:
– Atlarınıza ne olduğunu buldum! demiş. Yalnız, bunu size söylemek için iki şartım var: Bir; emrime, tam donanımlı bir tabur süvâri tahsis edeceksiniz! İki; bir heybe dolusu altın vereceksiniz!
Pâdişahın emriyle hemen bir tabur süvâri ve bir heybe dolusu altın hazırlanmış. Küçük şahzâde atına binmiş, askerlerinin başına geçmiş, babasına hitâben:
– Sevgili babacığım, benim ablam, senin kızın, dev olmuş, atlarınızı o yiyor. Bu saatten sonra artık beni yaşatmaz, sizlerden ayrılmak zorundayım. Allah’a emânet olunuz, deyip sürmüş atını!
Askerleriyle berâber az gitmişler uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler, altı ay bir güz gitmişler, bir de arkalarına dönüp bakmışlar ki bir arpa boyu yol gitmişler. Neyse biz sözü daha fazla uzatmayalım, giderken giderken, yolları karınca yuvalarına rastlamış. Şahzâde askerlerine:
– Aman askerlerim, şöyle kenardan geçelim, yazıktır, hayvancağızların yuvalarını bozmayalım! demiş. Dikkatli bir şekilde oradan geçmişler. Tam geçip gideceklerken, kocaman, kanatlı, kırmızı bir karınca şahzâdenin önünü kesmiş:
– Ey âdemoğlu! Mâdem sen bize merhamet gösterdin, bizim de sana bir yardımımız olsun. Al şu kanatlarımı, iyi sakla! Başın dara düşerse bunları birbirine sürt, biz ânında orada oluruz, demiş. Şahzâde karıncanın kanatlarını ipek mendilinin arasına sarıp koynuna koymuş.
Tekrar yola revân olmuşlar. Giderken giderken, bu sefer yolları sırçan6 yuvalarına rastlamış. Şahzâde askerlerine:
– Aman askerlerim, şöyle kenardan geçelim, yazıktır, hayvancağızların yuvalarına zarar vermeyelim! demiş. Dikkatli bir şekilde oradan geçmişler. Bu esnâda, oldukça iri ve boz renkli bir sırçan şahzâdenin önünü kesmiş:
– Ey insanoğlu! Mâdem sen bize saygı gösterdin, bizim de sana bir yardımımız olsun. Al şu tüylerimi, iyi sakla! Başın dara düşerse bunları birbirine sürt, ben ânında orada olurum, demiş. Şahzâde, sırçanın tüylerini de kadife mendilinin arasına sarıp koynuna koymuş.
Tekrar yola koyulmuşlar. Günlerce yol aldıktan sonra, uzaktan büyükçe bir şehir görünmüş. Şahzâde askerlerine son molayı vermiş. Nevâlelerini yerlerken, çalıların arasında kalmış, büyüyememiş bir kavak dikmesi7 şahzâdenin dikkatini çekmiş.
– Askerlerim, şu kavak dikmesinin etrâfındaki çalıları temizleyelim, dibine bir gölek8 yapalım, dereden de dibine su getirelim, büyüsün zavallı! demiş. Askerler hemen çalıları temizleyip, kavağın dibine su getirmişler.
Şahzâde askerlerini toplamış ve onlara son defâ hitâb etmiş:
– Ey kıymetli yol arkadaşlarım! Burada yollarımız ayrılıyor! Atlarınızı, koşumlarıyla, takımlarıyla berâber size hediye ediyorum. Hepinize birer avuç da altın! Gidin kendinize yeni bir hayat kurun, evlenin, barklanın, çoluğa çocuğa karışın. Bana da haklarınızı helâl edin! Askerler hep bir ağızdan:
– Helâl olsun şahzâdem! diye cevap vermişler.
Askerlerinden ayrılan şahzâde tek başına şehre girmiş ve bir hana yerleşmiş. Yavaş yavaş handakilerle ahbab olmaya ve samîmiyeti ilerletmeye başlamış. Handakilerin ana sohbet konusu; pâdişahın, kızına tâlip olanlardan istediği ve yerine getirilmesi imkansız şartlar imiş:
– Pâdişah, işi olmaza sürerek bir çok civanın kanına girdi! Böyle giderse zavallı kızcağız evde kalacak! Pâdişahın oğlu da yok ki, ona bir hâl olursa yerine geçsin!
Birkaç gün sonra sokaklarda bir dellal bağırmaya başlamış:
– Ey ahâliii, duyduk duymadık demeyiiin! Kızına tâlip olanlaraaa, pâdişahımızın bir şartı vardııır! Dâmat adayııı, birbirine karıştırılmış bir çuval buğdayı, bir çuval arpayı, bir çuval mısırı, karanlık bir odada, sabaha kadar birbirinden ayıracaktııır! Bunu yapabilirse pâdişahımız, kızını o gence verecektiiir! Yapamazsa kafası gövdesinden ayrılacaktııır! Duyduk duymadık demeyiiin!
Bu ilanı duyan şahzâde, hemen pâdişahın huzûruna çıkmış ve kızına tâlip olduğunu söylemiş. Pâdişah:
– Delikanlı, sen canına mı susadın! Şartımı biliyorsun, yapamazsan canından olacağını da biliyor musun! demiş.
Şahzâde pâdişaha, imtihana hazır olduğunu ve sonucuna da katlanacağını söylemiş. Pâdişah da:
– Pekalâ! Kendi düşen ağlamaz! demiş.
Akşam olunca, şahzâdeyi bir odaya götürmüşler, bir çuval buğdayı, bir çuval arpayı ve bir çuval mısırı karıştırıp üzerine de kapıyı kilitlemişler. Kapıya da iki nöbetçi dikmişler.
El ayak çekildikten sonra, şahzâde, ipek mendilinin içindeki karınca kanatlarını çıkarıp birbirine sürtmüş. Birdenbire, kapının alt kurş’undan9, başlarında kırmızı kanatlı karınca olduğu halde milyonlarca karınca sökün etmiş! Karınca beyi:
– Emrini söyle ey âdemoğlu! demiş.
– Sabaha kadar; şu yığındaki buğdayların bir köşeye, arpaların bir köşeye, mısırların da bir köşeye ayrılması gerekiyor!
– Ondan kolay ne var! Sen uyu, istirahatine bak, iş bitince ben seni uyandırırım.
Sabaha karşı karınca beyi şahzâdeyi uyandırmış:
– İşimiz bitti ey âdemoğlu, başka bir emrin var mı? demiş.
– Bana çok büyük bir iyilik yaptınız, nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum, Allah sizden râzı olsun!
– Sen o teşekkürü vakt i zamânında yapmıştın, haydi bize müsâde!
Milyonlarca karınca, geldikleri gibi, kapı kurş’unun altından kaybolup gitmişler.
Sabah olup ta delikanlıyı cellada teslim etmek üzere odaya giren nöbetçiler gözlerine inanamamış! Arpalar bir köşede, buğdaylar bir köşede, mısırlar bir köşede!
Hemen pâdişaha haber vermişler, o da koşarak gelmiş, durumu kendi gözleriyle görmüş.
– Âferin delikanlı! Sözüm söz! Madem sen şartımı yerine getirdin, ben de kızımı sana veriyorum! demiş.
Şahzâde ile pâdişahın kızı, kırk gün kırk gece süren bir düğünle evlenmişler. Oldukça yaşlanmış ve yorulmuş olan pâdişah, bir süre sonra bakmış ki, dâmâdı aklı başında bir delikanlı, tâcını tahtını ona devretmiş. Şahzâde pâdişah olmuş, hanımı da sultan, memleketi adâletle idâre etmeye başlamışlaaar!
Gel zaman git zaman, şahzâdenin içindeki memleket hasreti ve merâkı arttıkça artmış, arttıkça artmış ve sonunda dayanılmaz bil hâl almış! Bir gün hanımına demiş ki:
– Sultânım, memleketimi, anamı, babamı, kardeşlerimi çok göresim geldi. Müsâde edersen gideyim, oraları bir ziyâret edeyim. Yalnız, bu yolculuk biraz tehlikeli olabilir! Şimdi seninle bir terleyelim, terlerimizi bir şişeye koyalım. Şişedeki ter, kan rengine dönmedikçe bil ki selâmetteyim. Ne zaman ki şişedeki ter kan rengine döner, o zaman aslanımla kaplanımı salıver, onlar benim imdâdıma yetişirler!
Eski şahzâde, yeni pâdişah, hazırlıklarını tamamlayıp atına atladığı gibi yola revân olmuş. Az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, sonunda memleketine varmış ki ne varsın! Şehirde taş üstünde taş gövde üstünde baş kalmamış, her yer vîrâne, ortalıkta in cin top oynuyor! Muhteşem saraylarının yerinde yeller esiyor!
Gözlerinden yaşlar boşanan şahzade, saray yıkıntıları arasında dolaşırken bir de ne görsün! Karşıdan ablası gülümseyerek kendisine doğru geliyor!
– Vay kardeşim! Hoş geldiiin, sefa geldin. Bunca zamandır nerelerdeydin? Seni buralara hangi rüzgarlar attı? Görüşmeyeli nasılsın? İyi misin?
– Hoş bulduk ablacığım, sizleri ziyarete gelmiştim!
– Ne iyi ettin! Uzun yoldan gelmişsin. Sen şurada otur, dinlenedur! Ben sana yiyecek bir şeyler hazırlayayım. Bu arada canın sıkılmasın, şu kemanı tıngırdatadur!
İçeri geçen dev, eline bir iye10 almış, kardeşini kolay yiyebilmek için başlamış dişlerini iyelemeye! Bir kulağı da keman sesinde, ses kesilirse şahzadenin kaçtığını anlayacak.
Şahzade, “gıyy”, “gıyy”, “gıyy”, iye sesini işitiyormuş! Başına geleceği anlamış. Hemen kadife mendilinin arasındaki sırçan tüylerini birbirine sürtmüş, yıkıntıların arasından boz sırçan çıkagelmiş!
– Emrini söyle insanoğlu! demiş.
– Benim yerime şu kemanı tıngırdatacaksın, ben de içerde beni yemek üzere diş bileyen devden kaçacağım.
Sırçan, kuyruğuyla kemanı tıngırdatmaya, şahzade de atına atladığı gibi memleketine doğru sürmeye başlamış.
İçeri giren dev, kardeşi yerine bir sırçan görünce küplere binmiş!
– Değil sırçan, çekirge bile olsan seni bulup yiyeceğim! diye gürlemiş. Bir deliğe girip kaybolan sırçanı bulmak için sarayın altını üstüne getirmiş, ama bulmak ne mümkün! Sonunda hırsla etrafına bakınırken bir de ne görsün! Kardeşi üç günlük mesafeyi bitirip memleketine varmak üzere! Hemen, bir günlük yolu bir adımda giden çizmelerini giymiş. Bir! demiş, yolun üçte birini, iki! demiş, yolun üçte ikisini, üç! demiş yolun tamamını katetmiş.
Bu arada, şahzâde de, etrâfını temizletip dibine su getirttiği kavağın yanına ulaşmış. Dev tam onu yakalayacakken, kavağa:
– Eğil kavağım eğil! demiş, kavak eğilmiş. Şahzâde kavağın tepesine tutunmuş:
– Doğrul kavağım doğrul! deyince kavak doğrulmuş.
Dev başlamış kavağı kemirmeye, kavak ta başlamış yavaş yavaş eğilmeye!
Bu sırada, camlı dolaptaki terlerinin kan rengine döndüğünü gören Sultan, hemen kapıda bağlı olan aslanla kaplanı çözmüş:
– Yetişin, efendinizi kurtarın! demiş.
Aslanla kaplan, yıldırım gibi kavağın dibine ulaşmışlar. İyice eğilen kavaktan devin ağzına düşmek üzere olan şahzâde:
– Aslanım tut! Kaplanım yut! demiş.
Aslan tutmuş, kaplan yutmuş!
Sağlıcakla evine dönen pâdişahla sultan hanım, yemişler içmişler, uzun seneler boyunca mutlu ve mesut bir hayat sürmüşleeer! Gökten üç elma düşmüş! Birisi onların, birisi bu masalı anlatanın, birisi de dinleyenlerin başına!
07.01.2014
1. İskembe: Tandırın üzerine kapatılan kısa bacaklı masa
2. Tatlık: İskembenin üzerine kapatılan kalın örtü, bir çeşit yorgan
3. Metel: Masal
4. Aba: Ana
5. Taka: Ahırda, hayvanların yem yemesi için duvarda yapılan oyuk.
6. Sırçan: İri bir fare çeşidi
7. Dikme: Fidan
8. Gölek: Küçük gölcük
9. Kurş: Kapının üzerinde döndüğü ağaç direk
10. İye: Eğe