Vakt i zamânında, zeki bir köy çocuğu, zamânın usûlünce meşhur bir âlime talebe olmuş. Yıllarca hocasının önünde diz kırmış, anlattıklarını dikkatle dinlemiş, öğütlerine harfiyyen uymaya çalışmış.
On yılı geçkin bir zaman, bu minval üzere tedrîsatına devam etmiş. Sonunda, hocasındaki bütün ilmi aldığına, artık ondan alacak bir şey kalmadığına kanaat getirmiş ve hocasının huzûruna çıkmış: “Hocam Allah sizden râzı olsun! Bana bütün bildiklerinizi öğrettiniz! Artık icâzetemi verseniz de, memleketime dönüp kendi dergâhımı açsam, insanlara sizden öğrendiğim bilgileri aktarmaya başlasam!” deyip müsâde istemiş. Hocası, “haklısın oğlum, bendeki bütün bilgileri öğrenmiş durumdasın! Yalnız, sana öğretmem gereken bir ilim daha var: İlm-i siyâset! Altı ay kadar daha sabret, o ilmi de öğreteyim, icâzetini ondan sonra vereyim” demiş. Talebe, “ Hocam, biz âhiret adamlarıyız, siyâsetle miyâsetle ne işimiz olur” diye îtiraz etmiş. Hocası, “oğlum, öyle değil, ilm-i siyâset, en az sana öğrettiğim ilimler kadar önemlidir, biraz daha sabret” dediyse de, bizim tâze âlim ısrar etmiş. Talebesini kıramayan Hocaefendi, mecbûren icâzetnâmesini vermiş ve “Allah yolunu açık etsin! İşini gücünü rast getirsin!” dualarıyla yolculamış.
Eski talebe, yeni âlim, heyecanla memleketine doğru yola koyulmuş. Bir Cumâ günü, yolu bir köy câmisine rastlamış. “Burada Cumâ namazını edâ edeyim, ondan sonra yola devâm ederim” diyerek câmiye girmiş.
Bakmış ki kürsüde pîr-i fâni bir hoca vaaz veriyor. Vâiz, öyle etkili ve akıcı konuşuyor ki, cemaat hüngür hüngür ağlıyor. Fakat söylediklerinin büyük kısmı yanlış! Tâze âlim, bir sabretmiş, iki sabretmiş, sonunda dayanamamış ve ayağa kalkmış: “Ey cemaat-i müslimîn! Bu hocanın söylediklerinin çoğu yanlış! Şöyle söyledi, böyle olacak! Böyle dedi, şöyle olacak! Şurası böyle olmalıydı, burası şöyle olmalıydı” diye hocanın yanlışlarını saymaya başlamış. Kürsüdeki vâiz, hiç istifini bozmamış, bizimkinin sözlerini bitirmesini beklemiş. Sonra cemaate: “bu kişi zındıktır, haddini bildirmek te sizin vâzifenizdir” demiş. Fetvâyı duyan cemaat, tâze âlimin üzerine çullanmış, bir güzel dövdükten sonra câmiden dışarı atmışlar.
Acemi âlim, “bu nasıl iş, doğru söyledik, bir araba dayak yedik” diye söylenirken, hocasının ilm-i siyâsetle ilgili olarak söylediklerini hatırlamış. Süklüm püklüm geri dönmüş ve yaşadıklarını hocasına anlatmış. Hocasından altı ay kadar ilm-i siyâseti öğrendikten sonra aynı yoldan köyüne gitmek üzere yola koyulmuş. Gene bir Cumâ vakti, yolu aynı köy câmisine düşmüş. Kıyâfetini ve görüntüsünü değiştiren âlimimiz, bu sefer vâizi hiç ses çıkarmadan sonuna kadar dinlemiş. Vaaz bitince ayağa kalkmış: “Ey cemaat-i müslimîn! Ben bir seyyahım, çok memleket gezdim, çok vaaz dinledim. Sizin bu hocanız kadar âlim, bu hocanız kadar fâzıl, bu hocanız kadar mübârek bir vâiz görmedim. Bu hocafendinin saçından- sakalından bir tüy, bir kıl taşıyan kişi mutlakâ cennetliktir” deyip oturmuş.
Bu fetvâyı duyan cemaat, hurraa deyip hocanın üstüne çullanmış! Bir dakka içinde hocayı yolunmuş tavuğa çevirmişler!
Tâze âlim, ilm-i siyâsetin ne kadar lüzumlu ve önemli bir ilim olduğunu bizzat tecrübe etmenin rahatlığı ile yoluna devâm etmiş!