Çocukluğum

Nüfus kağıdıma bakarsak, 1956 yılının 1 Ocak Pazar günü Uçhisarda, rahmetli anneme göre ise 1954 yılının 29 Ekim Cuma günü Ankarada doğmuşum. O sırada rahmetli babam askerde imiş. Annem, o yıllarda Ankarada görevli olan rahmetli Osman Dayımın düğününe katılmak üzere Ankaraya gitmiş. Düğünden hemen sonra sancılarının başlaması üzerine Hacettepe Hastanesine yatırılmış ve ben orada dünyaya gelmişim. Yani, doğma Ankaralı, büyüme Uçhisarlı, resmen 1956, fiilen 1954 doğumluyum!

Evimiz Aşağı Mahallede, mahalle camisinin kuzeyinde, camiye oldukça yakın bir sokakta idi. Ailemize, “Cezevli Evi” denirdi. Yakın komşularımız ise; “Pir Evi”, “Velib Evi”, “Muallim Cin İsmail”, “Mezit Evi”, “Yedekçi Evi”, “Meliha”, “Sülman Baba”, “Guc Evi (Dedenin Evi)”, “Kurutlu Evi (Kutübün Evi)”, “Şah Dayı”, “Hacı Eyüp Evi”, “Kavaklı Evi”, “Babayanlı Ali Osman Ağa”, “Şanap Evi”, “Kantarcı Evi” gibi isim ve lakaplarla anılan, hepsini rahmetle ve minnetle andığım çok değerli insanlardı.

Sürü Yolağının sağ tarafındaki Memillioğlunun kahvenin önünden aşağı doğru inen Hacı Eyüp Bayırını bitirince hemen sağa dönüşteki dar sokağın sağ başındaki ilk ev bizim evimizdi. Çok geniş olmayan tek kanatlı bir dış kapıdan hayat dediğimiz avluya girilirdi. Avluyu çevreleyen duvarın üzeri, gılamada dediğimiz kurumuş çubuk dalları ile örtülü idi. Pekiştirilmiş toprak zeminli bu avlu, kapıdan karşıya doğru örülmüş bir duvarla ikiye bölünmüştü. Sağ kısımda kayadan oyma bir kış evi, önü çat taşından bir duvarla kapatılmış yarı modern bir oda, gene kayadan oyulmuş bir ahır ve 10-12 merdivenle çıkılan bir hela yer alıyordu. Soldaki iç avlunun etrafında ise, samanlık, yerden 1.5 metre kadar yükseklikte bir yaz evi ve hebi damı da denen kayadan oyma bir kiler bulunuyordu. Bu iç avluda bir hevenk üzümü asması ve bir de leylak bulunduğunu hatırlıyorum. Rahmetli babaannem, buradaki küçücük bahçede soğan, nane, maydanoz gibi yeşillikler yetiştirirdi.

Kış evinde rahmetli dedem, babaannem ve çocuklar, odada ise rahmetli annem ve babam yatardı. Ahırda genellikle 2 eşşek, 1-2 inek, 5-6 tane de koyun olurdu. Hayatta ise 8-10 tavuk ve 1 horoz gezinirdi. Ahırda biriktirilen ters (gübre), araziye gidilirken çuvallara doldurulup eşeklerin sırtında bağlara götürülür, dönüşte ise tarla veya bağdan yolunan ot eşeklere yüklenip eve getirilirdi. Yani eşeğe binme şansımız oldukça kısıtlı idi. Helada biriken gübre ise, güzün samanla karıştırılır, çiğnenir ve yapma (tezek) imalatında kullanılırdı. Yapma, hemen her ev için çok esaslı bir kokaryakıt idi!

Evin ısınma ihtiyacı, sabahları kış evinin ortasında yakılan tandır tarafından karşılanırdı. Tandırda, sabah içilecek çorba, inek veya koyunlardan sağılan süt, bulaşık yıkama suyu ısıtılır, tandırın dibinde biriken köz kısmına ise akşam yemeği olarak ā paḫla (kuru fasulye) ve bulgur çorbası vurulurdu. Tandır özellikle ilk yandığı sırada müthiş bir duman çıkarır, yanan malzemeden havaya savrulan goŋurcaḫ (ince kül tanecikleri), odadaki eşyaların üzeriyle birlikte köşedeki beşiğinde avazı çıktığı kadar ağlayan minik Mustafa’nın da üzerini kaplardı. Rahmetli annem, durmadan ağlayan oğlunu susturamadığı zaman mecbur kalır, grip ve öksürük hapı olarak satılan ve içinde bir miktar afyon da bulunan Dover hapını ezip suyla karıştırarak bana verirmiş ve içinden, “bu oğlan inşallah savlā (geri zekalı) olmaz” diye dua edermiş!

Dumanı biten tandırın üzerine iskembe denen yaklaşık yarım metre yüksekliğinde, kare şekilli bir masa kapatılır, iskembenin üzerine de tatlık denen kalın bir yorgan örtülürdü. Tandırın etrafına dizilen minderlere oturan ev halkı, ayaklarını tandırın içine uzatıp tatlığı üzerlerine çekerek ısınmaya çalışırdı. Tam bir “önü leblebi kavurur, arkası harman savurur” durumu!

Bu iskembelerin etrafı özellikle geceleri çok neşeli olurdu. Komşular arasında çok güzel metel (masal) anlatan amca ve teyzeler vardı. Bunlardan rahmetli Şanabın Bekir Ağa, sık sık bizim eve akşam oturmasına gelir, çıra ışığında meyve, kavurga ve çedene yerken anlattığı dev metellerinin tadına doyum olmazdı. Çıra ışığından duvara yansıyan gölgelerimiz, odayı sanki devlerle doldururdu. Yani anlattığı masalları bizzat yaşardık.

O zamanlar evlerimizde elektrik ve su yoktu. Geceleri ya gaz çırası ile ya da gaz lambası ile aydınlanırdık. Çok fakir aileler çıra, orta halli aileler 5 numara (şinanay) veya 7 numara, eli yüzü biraz düzgün aileler ise 12 veya 14 numara gaz lambası kullanırlardı. Bu lambaların, numarasına göre büyüklüğü değişen şişeleri çok değerli olup, kırılmaması için her türlü ihtimam gösterilirdi. 1960’lardan sonra kullanıma giren löküsler ise hakkaten oldukça lüks idi. Köyümüze elektrik yanlış hatırlamıyorsam 1964 veya 65’te geldi. İlkokulun ilk yıllarında kış evimizdeki iskembenin üzerinde gaz lambası ışığında yazı yazdığımı çok iyi hatırlıyorum.

O günlerden aklımda kalan enteresan bir olayı da, rahmete ve biraz gülümsemeye vesile olsun temennisi ile aktarayım: Bir gece babaannem ve annemle beraber üst komşumuz Şahdayının Hayriye Neneye oturmaya gitmiştik. Rahmetli Hacı Annem (Fatma Gümüş) ve Zila Nenem (Zeliha Çakır) de oturmaya gelmişlerdi. Sohbet edildi, ikramlar sunuldu, dedikodular yapıldı. Tam kalkmaya davranıldığı anda Hayriye Nenenin hebi damından bir tangırtı sesi geldi. Evde benden başka erkek yok ama ben hepsinden daha fazla korkmuşum, sesim soluğum çıkmıyor. Zila Nene, hemen karşıda bulunan evlerine gitti ve rahmetli Şanım Enişteyi (Mustafa Çakır) çağırdı. Yatmış olan rahmetli, elinde gaz lambası ve yatak kıyafeti ile geldi, evi bir kolaçan etti. En son gürültünün geldiği kileri epeyce bir inceledi. Dışarı çıktı ve sonucu açıkladı: “Bişe yok şanım, tedi tepeğe giymiş”! Meğer evin kedisi kilerdeki kepek tenekesini devirmiş! Böylece herkes rahatlamış vaziyette evinin yolunu tuttu.

Evin su ihtiyacı, mahalle çeşmesinden testi veya el testileri ile taşıma yoluyla sağlanırdı. Kadınlar, su ipi denen kalın bir ip yardımıyla 2 testiyi önlü-arkalı omuzlarına asarlar, ellerinde de ilaveten bir el testisi olduğu halde çeşmeden eve su taşırlardı. Çamaşır ve banyo gibi sebeplerle çok su lazım olduğunda, eşeğin palanı üzerine konan āçēbe (ağaç heybe) denen ve iki taraflı 3’erden 6 testi alan bir taşıyıcı ile su getirilirdi. Halı, kilim, yün gibi büyük ve kaba eşyalar ise, genellikle yılda 2 defa komşularla birlikte gidilen vasıldaki asbap puŋarında (esvap pınarı)  yıkanırdı.

Adını taşımaktan gurur duyduğum rahmetli dedem Kavaklı Mustafa Çavuş, aslen Niğdenin Edikli köyündendi. Çanakkale şehidi olan Halil isimli babasını hiç görmemiş. 8-10 yaşlarına kadar dedesinin kanatları altında gelmiş, onun da ölmesi üzerine ortada tek başına kalakalmış. Uzaktan bir akrabanın yardımıyla Kavak köyünde bir ailenin yanına çırak (evlatlık) verilmiş. 14-15 yaşlarında, gene bir akrabanın aracılığı ile, kendisi gibi yetim olup dayısının yanına sığınan rahmetli babaannemle evlendirilmiş ve Kavaktan Uçhisara Cezevli Oğlu Kara Hasan Ağa ve kız kardeşi Kamile Abanın evine iç güveyisi olarak gelmiş. Bu sebeple kendisi Kavakta “Edikli Çavuş”, Uçhisarda ise”Kavaklı Çavuş” olarak bilinirdi.

Bölgemizin genellikle vadi ve tepelerden oluşan coğrafi yapısı sebebiyle tarıma elverişli arazisi oldukça kısıtlı idi. Dedemin yerli olmaması ve fakirliği, geçinmeye yetecek kadar arazi edinebilmesine engel olmuştu. Bir-iki dönümlük parçalar halinde bir kaç dönüm bağ ve 8-10 dönüm tarladan ibaret olan arazide yapılmaya çalışılan susuz tarım, ailenin geçimini sağlamaktan uzaktı. Bu sebeple gerek dedem, gerekse babam bağ belleme, ekin biçme, amelelik gibi yevmiye ile çalışılan ek işler yaparlardı. Ekin biçmeye; genellikle Emetinin Irza, Çardaklı Bahri, Sucu Durmuş gibi iyi anlaşabildikleri bir ekiple giderlerdi. Tonge bağlamada babam, tırpan çekiçlemede ise Sucu Durmuş usta idi. Bünyesi biraz zayıf olan rahmetli Irza Emmiye hep beraber destek olurlardı. Babam, Emine Hatun Camii minaresinin taşlarını tek başına, Lütfiye Hatun Camii minaresinin taşlarını ise rahmetli Ocaklı (Durmuş Ak) ile beraber, özel bir semer yardımıyla taşımıştı ki bu iş herkesin yapabileceği türden bir işçilik değildi. Rahmetli annem, kendisini isteme aşamasında babamın, taşını taşıdığı minareden epey ezan okuduğunu anlatırdı. Bu ezanlar işe yaramış olmalı ki Kutüb dedem (Hacı Lütfü Gümüş), kızını babama vermeye razı olmuş!

O dönemden içimde kalan bir ukdeyi de anmadan geçemeyeceğim! Bizim ekin tarlalarımız 1-2 dönümlük parçalar halinde Karayazı, Gavureni, İkidağınara gibi uzak mevkilerde idi. Ekini genellikle kalıç denen ve ucu keskin olmayan bir tür orak ile yolardık, çünkü tırpan veya orak ile biçildiğinde ekinin bir kısmı toprakta kalırdı. Halbuki saman olarak bizim o kısımlara bile ihtiyacımız vardı. Akşama kadar yolunan ekin, şelekler halinde sıkıca bağlanır ve bir eşeğe 3 şelek (2 yana, bir üste) olacak şekilde yüklenen sap, şu anda Kaya Harman Camii’nin bulunduğu alanda bulunan harman yerine getirilirdi. Her ailenin kendine ait bir harman yeri vardı. Ekin biçme işi bitince, bütün sap harmana toplanır, bir kaç gün kuruduktan sonra harman sürme işlemi başlardı Yığın halindeki sapın bir kısmı dairevi bir şekilde etrafa yayılır, eşeğin arkasına bağlanan düvenle, üzerinde defalarca dönmek suretiyle saman haline getirilirdi. Rahmetli dedem, ortasına bir taş koyduğu düvenin üzerine beni oturtur, eşeğin gemini elime verir, kendisi de elindeki dirgenle sapı karıştırırdı. Komşuların büyük kısmı eşekle, az sayıdaki biraz varlıklı kısım ise at ile harman sürerdi. Ağustos sıcağında, zayıf, yorgun ve sinekli bir eşeğin arkasında ağır aksak bir şekilde dolanırken, etrafta fırıl fırıl dolanan atları gördükçe içimden; “ah bizim de bir atımız olsa, ben de böyle fırrıl fırıl bir dönsem” dediğimi bugün gibi hatırlıyorum.

İlkokul 1 veya 2. sınıfa giderken babam, o zamana kadar rahmetli Sırçanın (Hüseyin Durukan) işlettiği Memillioğlunun kahveyi tuttu. Ben de zaman zaman kendisine çıraklık yapardım. Özellikle gece geç vakitlere kadar kağıt oynayan bir kaç kişiye çok kızar, bir taraftan uyuklarken, bir taraftan da bir an önce kalkıp gitmeleri için dua ederdim. Bu arada sevdiğim müşteriler de vardı. Bunlardan biri olan rahmetli Süllü Emmi (Mustafa Burunsuz), kahveden evine giderken, oyundan kazandığı nane şekerlerini mahallenin çocuklarına dağıtarak giderdi. Dolayısıyla bizler onun geçeceği zaman yol kenarına dizilir ve heyecanla şekerlerimizi beklerdik.

Babam çok güzel çay demler, çok esaslı kahve yapardı. Özellikle en kaliteli kahve çekirdeklerini bulur, özel kahve tavasında kavurur, kollu bir kahve değirmeninde veya el değirmeninde çekerdi. Kahveyi tek kişilik cezvede, soğuk suyla, fazla karıştırmadan pişirirdi. Babamın kahvecilik macerası, daha sonra Turizm Lokali ve Belediye Kahvehanesi ile uzun süre devam etti. Kahvecilikten fazla bir kar ettiğini söyleyemem ama evimizin geçimini temin ettiği de bir gerçekti.

Kahvecilikten fazla kazanamayan, belki de usanan babam, ben ilkokul 5’te iken bu sefer de bakkallığa soyundu. Böylelikle kahveci çıraklığından bakkal çıraklığına transfer olmuş olduk. Bir süre, rahmetli Tahsildar’ın Abdurrahmanla ortak olarak devraldıkları Bakkal Yakup (Çorak) Ağanın dükkanını çalıştırdılar. Daha sonra kendi dükkanını açtı. Şu anda Savaş Cehrilinin berberlik yaptığı dükkanda, Bozkurt Tabela tarafından yazılmış, “Hisar Bakkaliyesi, Tekel Bayii, Halil Şenol” yazılı bir tabela asılı idi. Bakkallıkta da; peynirin, zeytinin, sucuğun, pastırmanın, helvanın en kalitelisini bulur getirir, işini en iyi düzeyde yapmaya çalışırdı. Bakkalın özellikle şarap düşkünü müdavimleri arasında; Arabın Durmuş Öğretmen, Halit Çavuş, Cimbilinin Rafet, Yedekçi Evinin İlhami, Demirci Mustafanın Enver, Cıplak (M. Ali Kaban), Ağlazın Süleyman ve Mehmet ilk anda aklıma gelenler! Hepsine rahmet diliyorum. 4-5 sene süren bakkallık macerası maalesef iflasla sonuçlandı. Ne yapacağını kara kara düşünen babamın imdadına Almanya yetişti. Bakkaldan kalan epey yüklü miktardaki borcu ödedi, onca alacağını da sineye çekmek zorunda kaldık.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s