Ortaokul-Lise Yılları

1967 Haziran’ında ilkokulu bitirdikten sonra, rahmetli Raşit Dayımla birlikte Ağustos ayında Nevşehir Lisesi Orta Kısmına kaydımı yaptırdık. Dayım, beni ortaokul yıllarından arkadaşı olan müdür başyardımcısı ve Türkçe öğretmeni Göreli Ali Osman Alırsatar’a, “eti senin, kemiği de senin” diyerek emanet etti. Böylelikle rahmetli Ali Osman Bey, 6 yıl boyunca hem velim hem de öğretmenim oldu. O sıralar, rahmetli babam Almanya’da idi ama zaten burada olsa da o işlere fazla ayağı yatkın değildi. Rahmetli, ne ilkokul, ne ortaokul, ne lise, ne de üniversite binalarıma bir defacık bile olsun uğrama imkanı bulamamıştı!

Eylülde ortaokul eğitimine başladık. Sabah minibüsle Uçhisardan Nevşehire geliyor, akşam da aynı şekilde Uçhisara dönüyorduk. Bu gidiş gelişler 6 yıl boyunca böylece devam etti. Taşımacılıkta ağırlıklı yükümüzü rahmetli Garip Ahmet Abi çekmiştir. Bununla birlikte, zaman zaman, Faik Kumaş, rahmetli Muharrem Vursak, Hacı Behçet (Mehmet Yüksel) ve Hacı Dekta (Mehmet Altuğ) Abiler de kahrımızı çektiler. Garip Ahmet başta olmak üzere hepsine de teşekkür ve minnet borçluyuz. Paralı parasız, icabında cebimize harçlık koyarak bizi götürüp getirdiler. Ahirete intikal edenlere Allahtan gani gani rahmet, hayatta olanlara hayırlı ömürler dilerim. Nadiren bisikletle de gidip geldiğim olmuştur.

Öğle aralarında, mevsimine göre evden getirdiğimiz ekmek, peynir, yumurta, domates gibi malzemelerden oluşan nevalemizi alır, okulun alt taraflarında bulunan ve öz denen bahçelere inerdik. Bazen meyve ve ceviz başakladığımız da olurdu. Nadiren Meteris Meydanında bulunan bakkal Muhittin Amcadan yarım ekmek arası kavurma alırdık ki o gün midelerimiz bayram ederdi. Beraber ortaokula başladığımız ve bir kısmıyla aynı, bir kısmıyla ayrı sınıflarda okuduğumuz; İbrahim Salaç, Hakkı Turaç, Erkan Aksoy, Hüseyin Abalı, Aybar Til, Mevlüt Doğuş, Ahmet Piyaslı gibi arkadaşlarımın büyük bir kısmı okulu bitiremeden havlu attılar, bir kısmı da ortaokuldan sonra sanat okuluna devam ettiler. Yani bu gruptan benden başka lise mezunu çıkmadı.

Sınıfım 1-A, okul numaram 616 idi. Sınıfın pencere tarafında, iki sıra kız öğrencinin arkasında yer alan üçüncü sırada üç arkadaş birlikte oturuyorduk. Ben, Mustafa Asım Günalp ve Cengiz Alırsatar. Sınıfımızda, işleri güçleri dersi kaynatmak olan oldukça haşarı arkadaşlarımız vardı, bunların başında da şu anda Mersinde kuyumculık yapan değerli kardeşim Feridun Akın gelirdi. Bir kısım arkadaşlar da her türlü sporla meşgul olurlar, bundan dolayı da ders çalışmaya fırsat bulamazlardı, bu gruba da İstanbulda benim gibi emeklilik yapan Mahir Palamut kardeşimi örnek verebilirim. Ben ise, sınıfın sessiz-sakin, kendi halinde ama çalışkan tarafında yer alıyordum. Ortaokul yıllarıma ait, aklımda yer eden iki hatıramı nakletmek isterim:

Zannederim orta üçte idik. Türkçe öğretmenimiz Ali Osman Ağa yazılı yapıyordu. Ali Osman Bey, sertliği ve disiplini ile meşhurdu. Müdür başyardımcısı olarak, Lisede kendisinden habersiz kuş bile uçurtmazdı. Eline düşen de, okkalı bir kaç tokadını yemeden paçayı kurtaramazdı. Soruları yazdıktan sonra cevaplamaya başladım. Benim için oldukça kolay sorulardı. Yanımda oturan Mustafa Asım zaman zaman kağıdıma bakıyor, bazen de kısık sesle bir şeyler soruyordu. Onun yanında oturan ve Ali Osman Beyin yeğeni olan Cengiz de Asımdan kopya çekmeye çalışıyordu. Başımıza geleceği hissettim ama yapacak bir şey yok! Yavaşça “oğlum bari benim yazdıklarımı aynen yazmayın, biraz değiştirin, ben ‘taş’ yazdıysam biriniz ‘kaya’, diğeriniz ‘toprak’ yazsın dedim. Bir hafta sonra Ali Osman Bey yazılı sonuçlarını okudu ama listede üçümüzün isimleri yoktu. Ben parmak kaldırdım ve “benim yazılı sonucumu okumadınız öğretmenim” dedim. Ali Osman Bey; “okuyacaam” dedikten sonra üçümüzü tahtaya kaldırdı. “Bu cevaplar sana ait, yazılı kağıdın da tam not aldı, ama bu tembel deyyuslara yardımcı olduğun için sıfır aldın” dedi ve okkalı tokadı yüzümde patladı. Mustafa Asım’a “bu çalışmadığın için, bu da kopya çektiğin için” deyip iki tokat aşketti. Cengiz’e gelince, “ bu çalışmadığın için, bu kopya çektiğin için, bu da yeğenim olduğun için” diyerek üç tokat yerleştirdi. Demek ki arkadaş hatırına bazen sirke içip bal içtim demek gerekiyormuş!

1970 Haziran’ında ortaokulu başarı ile tamamladım. Lisenin bahçesinde sıralandık, kapanış ve bayrak devir-teslim törenini beklemeye başladık. Sıraların arka taraflarında bir kaç öğretmen asayişi sağlamak amacıyla geziniyorlar. İçlerinden özellikle müdür muavini ve kimya öğretmeni Rıfat Kaymak, sertliği ile maruf! Kendisi bizim deslerimize girmiyor ama şöhretini duymayan yok ki! Dolayısıyla biz sıramızda mum gibi bekliyoruz. Rıfat Hoca, tam bizim sınıfın hizasında durdu ve ciddi bir eda ile, “Mustafa, gel bakayım buraya” diye bana seslendi. İçimden “Eyvah! Ne yaptım acaba” diye söylenerek yanına vardım ve “Buyurun Hocam “ dedim. Ben tokat beklerken Rıfat Hoca, “Gelecek sene Lisenin kantinini sen çalıştıracaksın, törenden sonra orayı devralacaksın, ortalıktan kaybolma!” deyince şaşırdım kaldım. Şimdi nereden icabetti bu durum. Ne kantini, ne çalıştırması, sadece bir kaç defa kağıt-kalem aldığım kantinden ben ne anlarım! “Hocam ben yapamam” deyince, “Niye yapamazmışsın bakayım” dedi Rıfat Hoca. “Hocam ben ticaretten anlamam, ne nerden alınır, nerde satılır bilmem. Ayrıca ben köyde oturuyorum, sabah akşam minibüsle gidip geliyorum. Yani kantin işine ayıracak vaktim de olmaz” diye mazeret beyan etmeye çalıştım. Rıfat Hoca, “Kararımız kesin, bu işi yapacaksın, biz sana yardımcı oluruz” diyerek son noktayı koydu. Törenden sonra kantine geçtik, benden önce kantini işleten değerli ağabeyim, başmümessil Muzaffer Doğan’dan kantini devraldım. Beni bu kantin işine kimin önerdiğini bilmiyorum ama muhtemelen Ali Osman Bey’in tavsiyesi etkili olmuştur diye tahmin ediyorum.

Aynı yılın Eylül’ünde artık lise öğrencisi idik. O zamanlar liselerde fen ve edebiyat olmak üzere iki bölüm vardı. Ben edebiyata ve tarihe olan yatkınlığım sebebiyle edebiyat bölümünü seçmiş ve 4 Ed-A sınıfı öğrencisi olmuştum.

Bu arada kantin işini de hızla kavramıştım. Kantin, sol kapıdan girilince ikinci kata çıkan merdivenlerin altında yer alan küçük bir alan idi. Yıl başında öğretmenler ve öğrencilerden makbuz mukabili aldığımız küçük meblağlar sermayemizi oluşturuyordu. Rahmetli babamın bakkallığı döneminden tanıdığı İnceler Ticaret’in katibi ve ortağı olan Mehmet Varol bana bu işte çok destek oldu. Pazartesi erkenden oradan aldığım malzemeleri kantine getiriyor, hafta boyunca ders aralarında onları satıyor, parasını da Cuma günü ders bitiminde Mehmet Abi’ye teslim ediyordum. En çok satılan malzemeler; kağıt, defter, kalem, silgi gibi kırtasiye kalemleri ve sandeviç, bisküvi, lokum, çikolata, özellikle de o sıralar yeni çıkmış olan Çokomel idi. Sermayedarlarımıza; ilk yıl sonunda %150, ikinci yıl sonunda %100, üçüncü yıl sonunda ise %50 kar payı dağıttık. Lise bitmeseymiş bu gidişle sermayeyi kediye yükleyecekmişiz. “Acer testinin suyu soğuk olur” atasözü bir kere daha doğrulanmıştı. Kantin işletmeciliği, 3 yıl boyunca öğle yemeklerimi, kırtasiye masraflarımı ve gündelik harçlığımı sağlamış, zaten zor durumda olan aileme yük olmadan lise eğitimimi tamamlamama vesile olmuştu.

Öğretmenin öğrenci üzerindeki etkisi tartışılmaz. Bu konuyu, olumlu ve olumsuz iki örnekle delillendirmeye çalışayım:

Türkçe ve edebiyat derslerinin benim yanımdaki değeri bambaşka idi. Değerli öğretmenlerim Lütfiye Yalım ve Zafer Soylu’nun üzerimde çok emekleri vardır. Lütfiye Hocam’la, oldukça iddialı olduğu mahalli kelimeler konusunda bir bahse girdiğimizi; kasabamızda sık kullanılan 3 kelimeyi (koseŋgi, çıraḫma, bolu) kelimelerini bilemediği için biraz mahcup olduğunu hatırlıyorum. Özellikle Zafer Hocam’ın ilk dersi hala dün gibi aklımda! Vakur duruşu ve tok sesiyle “Sevgilim senin de geçer zamanın! Ne güzelliğin kalır ne hüsn ü ânın! Böyledir kanunu kahpe dünyanın! Dört mevsim içinde bir bahar olur! Lâedrî!” diye derse başlamıştı da pek çoğumuz, “aferin bu laedri’ye, çok güzel söylemiş!” diyerek cehaletimizi izhar etmiştik. Her ikisine de hayırlı ömürler diliyor hürmetle ellerinden öpüyorum.

Yerli ve milli bir kimlik oluşturma gayretleriyle üzerimde çok etkisi olan yeni mezun ve idealist din dersleri öğretmenim Gıyasettin Kaya’yı anmadan geçmem vefasızlık olurdu. Ankara’da yaşayan saygıdeğer Hocam’a da hayırlı ömürler diliyor, ellerinden hürmetle öpüyorum.

Özellikle tarih dersini çok seviyordum ama öğretmenimiz Nadiye Hanım’la pek geçinemiyorduk. Geçmiş tarihimiz ve Osmanlı ecdadımızla ilgili sözleri ve yorumları vicdanımız yaralıyor, zaman zaman da tepkimizi göstermek zorunda kalıyorduk. Buna rağmen Nadiye Hanım bana bir kere bile 9 veremedi, bütün notlarım 10 idi. Onun etkisinde kalan matematik öğretmenimiz Güneşten Hanım’la da problemler yaşadık. Zaten pek sevmediğim matematik dersinden iyice soğudum. Lise birincisi olmama rağmen, matematikten 4.5’tan 5’i zar zor alabiliyordum. Her ikisine de hayırlı ömürler dilerim.

Lise 2’yi bitirdiğimiz gün, müdürümüz ve coğrafya öğretmenimiz rahmetli Muzaffer Sofuoğlu beni odasına çağırdı. Gerek derslerdeki başarım, gerekse kantin işletmeciğindeki düzenli ve problemsiz seyir sebebiyle beni severdi. “Bak Mustafacığım, ben seni uzaktan takip ve takdir ediyorum. Edebiyat ve tarihe olan ilgini de biliyorum. Ama, sen fakir bir köylü ailenin çocuğusun. Ailen senden bir an önce bir kesere sap olmanı ve kendilerine katkı sağlamanı bekliyor. Dolayısıyla seni gelecek sene fen sınıfına alıyorum. Artık doktor mu olursun, mühendis mi olursun bilmem. Zaten bu meslekler, edebiyat ve tarihle ilgilenmene de mani olmayacaktır” diyerek benim yönümü edebiyattan fen tarafına çevirdi. Hayatımı etkileyen bu yol göstermeden dolayı kendisini rahmet ve minnetle yadediyorum.

Böylelikle lise son sınıfı 6 Fen-A sınıfında okudum. Çok renkli ve hareketli bir sınıftı. Sınıfın büyük çoğunluğu, her zamanki gibi vur patlasın, çal oynasın havasında idi. Benim de zaman zaman ortama uyduğum olmuştur ama genelde daha sessiz ve sakin bir yapıya sahiptim. Lisenin bitmesine yakın yaşadığım iki olayı anlatarak lise maceramızı tamamlamak isterim:

Bir gün kimya öğretmenimiz Tümer Bey, sınıfın kabakçılarını kurtarma sözlüsüne kaldırıyor, kolayından 3 soru soruyor, bir nevi onları zorla geçirmeye uğraşıyordu. Biz de, benim gibi tuzu kuru olan 5-6 arkadaşla arka sıralarda şamata yapıyorduk. “Vermeyince mabud, neylesin Sultan Mahmud” kaidesince, Tümer Hoca’nın bütün iyi niyetine rağmen, sözlüye kalkanlardan herbiri 1-2’den fazla not alamadan sırasına dönüyordu. Hoca’nın cinler tepesine fırlamış olmalı ki, birden “Gel Mustafa yahu! Şunlar bir öğrenci görsünler!” diye beni tahtaya davet etti. Eyvah! Bu saatten sonra 10 tane sıfır alsam bir kıymet-i harbiyesi yok ama, bana bu kadar güvenen hocama mahcup olmak var! Tahtaya doğru giderken içimden, “Çok iyi bildiğim 3 konu var, he Yarabbim, birini sorsa da 3.5’tan dört alır, hiç olmazsa hamamın namusunu kurtarırız” diye geçiriyorum. Tümer Bey, o soruyu sordu, güzelce cevapladım! “He Yarabbim, ikinci konuyu da sordurursan mahcubiyetten kurtulurum” derken Tümer Hoca o soruyu da sordu. Onu da cevapladım. “He Yarabbi, oldu olacak üçüncü konuyu da sordur, neşvemiz tam olsun” derken Hoca o soruyu da sormasın mı? Verdiğim son cevapla bu sıkıntılı durumdan yüzümün akıyla sıyrıldım. Hoca teşekkür etti tabii! Demek ki neymiş: “Tevekkeltü tealallah!”

Lisenin bitmesine sayılı günler kala benim lise birincisi olduğum kesinleşmişti. Not ortalamamın 7.4 olması, o zamanki eğitimin ciddiyetini göstermektedir. İkinci sırada, Zafer Hocamız’ın kardeşi, edebiyat bölümünden değerli arkadaşım Cumhur Soylu yer alıyordu. Sınıfımızın not ortalaması muhtemelen 5 civarında idi. Ama o haylaz ve hayatı ciddiye almaz görünen sınıfın büyük çoğunluğu üniversite okudu, hayatlarında güzel yerlere gelme imkanı buldu.

1973 yılı 19 Mayıs Bayramını kutladık. O zamanlar 27 Mayısta, 1960 darbesini yapanların ihdas ettiği “Hürriyet ve Anayasa Bayramı” diye bir bayram daha vardı. Demokrasiye müdahale eden, seçilmiş başbakanı ve bakanları idam eden güçler, “deliye her gün bayram” kabilinden, listeye nevzuhur bir bayram daha eklemişlerdi. 12 Eylül darbecilerinin yaptığı nadir iyi işlerden birisi de bu utanılası bayramı ortadan kaldırmak olmuştur. 19 Mayıs törenlerinde lisenin bayrağını her zamanki gibi Mahir taşımıştı. Mahir, Nevşehir’in zengin ailelerinden manifaturacı Palamutlar’ın oğlu idi. Atletik bir yapısı vardı, gayet düzgün giyinir, iyi futbol oynar, güreş müsabakalarında liseyi temsil ederdi. Bu işlerden derslerine yeteri kadar vakit ayıramadığından olacak, sosyal hayatındaki başarıları, derslerdeki başarısızlıkları ile paralel bir seyir izlerdi.

Lise birincisi olmam hasebiyle ve gençlik halet-i ruhiyesi ile gönlüme sanki bir gurur gelir gibi oldu. Kendimde, “Madem birinci oldum, 27 Mayıs’ta lisenin bayrağını ben taşımalıyım” diye bir hak gördüm. Kendime münasip gördüğüm bu hakkı tahakkuk ettirmek üzere, müdürümüz Muzaffer Bey’in kapısını çaldım. Müdür Bey’in resmi bir eda ile, “Buyur Mustafacığım” hitabı üzerine, “Hocam, uygun görürseniz, 27 Mayıs’ta lisenin bayrağını ben taşımak istiyorum” dedim. Muzaffer Hoca beni, ömür boyu unutamayacağım bir bakışla, baştan aşağı şöyle bir süzdü, biraz duraksadı. O kısa aralıkta, kelimelerle değil ama bakışlarıyla sanki bana şunları söylüyor gibi geldi: “Sırtındaki ters yüz edilmiş cekete, altındaki aylardır ütü yüzü görmemiş, rengi atmış pantolona, üzerindeki kırış kırış gömleğe, ayağındaki partal ayakkabıya, boynundaki ip gibi bağlanmış, ilk bağlandığı haliyle duran ve yağlanmış gravata bir baktın mı? Bu kıyafetle mi taşıyacaksın lisenin bayrağını?”

Müdür Bey, hafifçe öksürdükten sonra; “bayrağı Mahir taşıyacak Mustafacığım” dedi. Kıpkırmızı kesildim, kısık bir sesle, “peki Hocam” deyip Müdür Bey’in odasından çıktım. “Essahtan bir haltmış gibi, lise birincisi olmuşsun. Üzerinde çul olmadıktan sonra neye yarar oğlum. Dünya, her zaman olduğu gibi, şimdi de ‘ye kürküm ye’ dünyası. Bir köylü çocuğu, hangi cesaretle lisenin bayrağını taşımaya talip olabilir” diye müthiş bir iç mücadele içinde merdivenlerden inip bahçeye çıktım.

………..

Yaz tatilinde üniversite giriş sınavları vardı. O yıllarda lise mezunları 2 sınava girerlerdi. ODTÜ bir sınav, onun dışındaki bütün üniversiteler de bir sınav (merkezi sistem sınavı) yapardı. Her iki sınava da girdim, ikisi de iyi geçti. O sene meşhur Türkiye klasiklerinden biri yaşandı ve sınav soruları çalındığı için merkezi sistem sınavı iptal edildi. Temmuz ayında adresimize, ODTÜ Kimya Mühendisliği’ni kazandığıma dair belge ulaştı. Belgede, Eylül ayında kayıt yaptırmam gerektiği ve kayıt için gerekli belgeler yazılı idi. Ben çok sevindim. Öyle ya; Türkiyenin bütün üniversitelerine denk olan bir üniversiteyi kazanmıştım. Eylül’de tekrarlanan diğer sınava girme lüzumu hissetmedim. Ağustos’un sonuna doğru, diplomamı veya bitirme belgemi almak üzere lisenin yolunu tuttum. Görevli memur, hazırlanmış belgeyi bir zarfa koyarak, imzâ karşılığında bana teslim etti. Oraya kadar gitmişken, lise eğitimim boyunca büyük yardımlarını gördüğüm, aynı zamanda veliliğimi de yapan müdür başyardımcısı Ali Osman Bey’i de ziyaret etmeliydim. Ali Osman Hocam, başarımdan dolayı beni tebrik etti, bir gazoz ikram etti, yanında muhafaza ettiği son döneme ait takdirnamemi de verdi.

Sevinç ve huzur içinde liseden çıktım, beni kasabamıza götürecek dolmuşa binmek üzere minibüs garajına doğru yürümeye başladım. Garaja girmek üzereyken, birisinin arkamdan, “Mustafa” diye seslendiğini duydum. Dönüp baktığımda, Ziraat Bankas’ında veznedar olarak çalıştığını bildiğim ve sınıf arkadaşlarımdan Salim Kesekci’nin babası olan Mustafa Bey’i gördüm. Mustafa Bey; “ben ‘Fakir ve Muhtaçlara Yardım Derneği’nin şube başkanıyım. Dernek olarak, yüksek öğrenim hayatın süresince sana burs vereceğiz” dedi. Ben; “Teşekkür ederim ama, benim böyle bir talebim veya müracaatım olmadı, bana ne sebeple burs vereceksiniz?” dedim. “Derneğimiz her sene, liseyi ilk 3 sırada bitirenlere karşılıksız burs vermektedir. Bu seneki isimleri öğrenmek üzere liseye gelmiştim. O sırada, arkadaşım olan Ali Osman Bey’i de ziyaret ettim. O da, ‘lise birincimiz az önce buradaydı’ deyince hemen arkandan yetişeyim diye ondan müsaade istedim ve seni yakaladım”.

“Sana burs vereceğiz ama, 3 tane de şartımız var: Birincisi, sınıfta kalmak yok, başarısızlığa pirim vermeyiz. İkincisi, şu anda sende var olduğunu bildiğimiz istikameti koruyacaksın, köklerinle bağını koparmayacaksın. Üçüncüsü ise, ilerde elin ekmek tutar hale geldiğinde, sen de desteğe ihtiyacı olanlara yardımcı olacaksın”. Ben tekrar teşekkür ettim, şartlarına harfiyen riayet edeceğimi belirterek, sevinç içinde rahmetli Garip Ahmet’in minibüsüne bindim. Hamd ile, şükr ile bir kere daha: “Tevekkeltü tealallah!”

Yedi yıllık öğrenim sürem boyunca, devletin verdiği burs miktarı kadar bir miktar da bu dernekten geldi. Alın terim ve lise öğrenimim boyunca gösterdiğim gayret, uyduruk bir bayramda bayrak taşımak yerine, hayatımı çok çok kolaylaştıran reel bir destekle ödüllendirilmiş oldu. Bu arada verdiğim 3 söze riayet etmeye tüm gayretimle devam ediyorum.

Not: Mart 2020 itibariyle ebedi aleme göçen değerli öğretmenlerim; Muzaffer Sofuoğlu, Ali Osman Alırsatar, Sait Fıstıkeken, Servet Göncü, Ahmet Özgümüş, Doğan Togay ve haberimiz olmayan diğerlerini rahmetle, hayatta olan kıymetli öğretmenlerimi ise minnetle yad ediyor ellerinden hürmetle öpüyorum.

Bu süreçte aramızdan ayrılan değerli kardeşlerim; Vedat Birlik, Salih Kayserili, Servet Güneyparlak, Mehmet Göncü, İsmail Hakkı Yücekul, Musa Türkçü, Hacı Ömer Başbuğ, Mehmet Gediksiz, Hüseyin Kocakor ve haberimiz olmayan diğerlerini rahmetle anıyor, hayatta olan sevgili arkadaşlarıma da sağlıklı ve mutlu ömürler diliyorum.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s