Kasım 1982’de askerlik görevini tamamlayıp Nevşehir’e döndüm. Artık serbestim ve devlette çalışmayacağım! 350 Evler’de bir ev tuttuk ve yerleştik ama fazla oturmadan Aksaray Caddesinde bulunan merhum Milyoner Zeki’nin evine taşındık. Evin altında değerli kardeşim Recep Gülderen’in Şifa Eczanesi vardı. Niyetimiz, orayı hem ev hem de muayenehane olarak kullanmaktı. Kısa sürede ev ve muayenehanenin bir arada olmayacağını gördük. Bunun üzerine, Cumhuriyet İlkokulu’nun karşısında, Kurşunlu Cami’ye giden yolun başlangıcında, sağ tarafta yer alan ve yeni yapılan Kervansaray işhanının ikinci katında bir dükkan kiralayıp içinde yaptığımız düzenlemelerle mütevazi bir muayenehane haline getirdik. Aynı işhanında; diş hekimleri önce Aynur Sonat sonra Fatmagül Zedelenmez, diş teknisyeni merhum Murat Kitapçı, merhum Terzi Bünyamin ve kardeşi Yalçın, muhasebeci Muzaffer Yargı, merhum Saatçi Sinan Kozan, Eczacı Ahmet İnan, Sarraf Nihat Aydoğan gibi çok değerli komşularımızla beraber çalışıyorduk.
20-25 uzmanın arasında tek pratisyen hekim olarak “küllü cahilun cesurun” cesaretiyle Mart 1983’te açılışını yaptığımız muayenehanede akrabalarımızdan birinin oğlu olan İsmail Baş ta bana yardımcı oluyordu. Muayene ücretini, uzman hekimlerinkinin yarısı olarak belirledik. Başlangıçtaki beklentim, “6 ay kadar masrafı çıkarırsak ne ala” şeklinde idi, ama 3 aya varmadan bu hedefi aştık ve bilançomuz artı istikamette gelişmeye başladı. Giderken kesmek zorunda kaldığım sakalımı asker dönüşünde tekrar bırakmıştım. Bu sebeple halk arasında “sakallı doktor” diye tanınıyordum. Hasta sayım; gerek yerli olmam, gerek iyi bir pratisyen hekimlik yapmam, gerek yaşantım, gerek evlere ve köylere yüksünmeden gitmem gibi pek çok sebeple hızla arttı.
Doktorluğun yanında sosyal çevrem de hızla genişliyordu. Müftümüz merhum İsmail Kırımlı, sevilen ve sayılan kanaat önderlerinden Hüseyin Yücebaş, İrfan Hoca (Demirhan), Fahrettin Gönenbaba, Zeki Soyak, Kurşunlu Cami imam-hatibi Naci Hoca (Demir), Bekir Efendi Camii imam-hatibi Deli Mehmet Hoca (Derin), Alibey Camii imam-hatibi Derviş Hoca, Fişekçi Camii imam-hatibi Mahir Hoca, terzi Ali Dağaslan, muhasebeci Şuayip Çetinel, tuhafiyeci Tekin Pamukçu, Dr. Levent Uluğlar, Dr. Mükremin Taşkın, Dr. Naci Demir, Dr. Abdurrahman Kayan, Ecz. Bayram Altıncıoğlu, Ecz. Sami Serhatlı, Ecz. Ahmet İnan, Ecz. Recep Gülderen, sanayi ustalarından: Refik Usta, Derviş Usta, İsmail Sekili, Şeref Usta, Erol Şimşek, esnaftan: Milyoner Zeki, Süleyman Polatçelik, Fevzi Avlanmaz, Mustafa Paslanmaz, İsmet Çelebi, Köybaşılar, ismini sayamayacağım kadar çok öğretmen arkadaş… bu çerçevede ilk aklıma gelenler. İsimlerini sayamadıklarımın affına sığınıyorum! Özellikle Ecz. Recep Gülderen ve Ahmet İnan’ın, maddi durumu uygun olmayan hastalarımızın ilaçlarını temin açısından çok değerli katkıları oldu.
Muayenehaneyi açışımın 6. ayında sağlık görevlisi olarak hacca gitmek nasib oldu. Bu ilk haccımın enteresan hikayesini, sitemizin “Kısa Hikayeler” bölümünde “Mebrur Bir Hacc: Avare Seyit” başlığı ile uzun uzadıya teferruatıyla anlattım, oradan okuyabilirsiniz.
Beş yıl devam eden muayenehane hekimliğim sırasında pek çok olay yaşadık, pek çok hatıramız oldu. Bunlardan, tadımlık kabilinden bir kaç örnek vereyim:
1985’in yaz aylarından bir gün Çardak köyünden 45 yaşlarında bir kadın, yanında kocası olduğu halde muayenehaneme geldi. Çardak köyünün çoğunu tanırdım. Biraz hal hatır sorma ve hoşbeşten sonra esas meseleye geldik. Kiraz Hanım’a şikâyetini sordum. “Bir dokun, bin ah işit kase-i fağfurdan” sözü sanki onun için söylenmişti. Başladı anlatmaya: “Ah dohtur beyim ah, ben bu derdi tam 18 senedir çekiyorum. Gitmediğim dohtur, gitmediğim hastane, gitmediğim hacı-hoca kalmadı. Hiçbir kimse bendeki bu maraza bir çare bulamadı. Bizim köyde seni pek bi metettiler, son bir umut sana geldik”. “Dur bakalım Kiraz Hanım! Ölüm ve ihtiyarlıktan başka her derdin devası vardır. Sen hele şu derdini etraflıca bir anlat, inşallah beraberce bir çare buluruz” dedim. “18 senedir, suğsünümden ılık, sarı renkli bir su çıkıyor, lıkır-lıkır akıyor, sonra pöçüğümden içeri girip kayboluyor. Sırtımdan aşağı sanki ılık ve ıslak bir yılan kayıyor” diyerek derdini anlattı.
Psikiyatrik bir durum ile karşı karşıya olduğumu anlamıştım. Hastanın şikayetini muayene kartına ciddiyetle işledim. Başkaca önemli bir sağlık problemi olmadığını söyledi. Tepeden tırnağa güzel bir fizik muayene yaptım. Bedenen gayet sağlıklı bir hanımdı. Kendi kendime: “Git bire kadın, bir şeyin yok, maşallah turp gibisin” desem, bu hasta, daha çook doktor doktor dolaşır, ben buna bir psikoterapi yapayım, dedim. “Kiraz Hanım, şu ensenden çıkıp, kuyruk sokumundan içeri girerek kaybolan suyu biraz daha tarif edebilir misin?”. “Dohtur bey, bendeki bu su; ılık, kavuniçi renkli, biraz koyuca (kıvamlıca), yavaş akan bir sudur. 18 senedir hiç kesilmeden, devr i daim yaparak akıyor”. Laboratuvara geçtim, 10’luk bir enjektöre 1 ampul Calcium Sandoz ve 1 ampul Bemiks çektim. 5 dakika hafif sıcak bir suyun içinde beklettim. Hastanın tarif ettiğine benzer ılık ve koyu sarı renkli bir sıvı olmuştu. Tekrar muayene odasına döndüm. “Bak bakalım Kiraz Hanım, bu su, senin sırtında yıllardır akan suya benziyor mu? Hasta enjektörü eline aldı, inceledi ve “Tıpkısının aynısı dohtur beyim” dedi. Gayet ciddi ve güven telkin eden bir eda ile, “Bazı hastalıklarda, ‘çivi çiviyi söker’ misali tedaviler uygulanır. Senin hastalığın da bu gruptan bir hastalıktır. Dolayısıyla, bu enjektördeki suyu kalçandan yapınca, yıllardır sırtından aşağı akan o su 10 dakika içinde kesilecektir. 10 dakika içinde kesilmezse derdin bana gelsin” dedim.
Hasta muayene masasına yüzükoyun uzandı. Calcium-Bemiks karışımını yavaş yavaş intramusküler enjekte etmeye başladım. Yarısına gelmeden, inleyerek “Dohtur bey, bu ne ağulu bir ilaçmış” dedi. “Ee, 18 senelik derdi ancak böyle ağulu bir ilaç iyileştirebilir” dedim ve enjeksiyonu tamamladım. “Şimdi saate bakalım, 10 dakikaya kalmadan tesirini göreceğiz” dedim. Saate baktık. 7-8 dakika olmuştu ki, “Tamam!, kesildi!, hay Allah senden razı olsun dohtur beyim. Dedikleri kadar varmışsın” diye sevinçle bağırdı. Nevşehir’den ayrıldığım 1988’e kadar Kiraz Hanım, Pazartesi günleri, pazara gelen kocası ve yakınları aracılığıyla bazen tavuk, bazen yumurta, bazen de süt göndererek, Anadolu insanına has kadirşinaslığını devam ettirdi. Hayattaysa hayırlı ömürler, vefat ettiyse Allah’tan rahmet dilerim.
Bir akşam, Kale Mahallesi’nden bir hastaya çağrıldım. Otuzbeşli yaşlarda bir erkek. Ağzını açamama ve yutkunamama şikayeti var. Muayene ettim, tetanoz’a benziyor. Son bir birbuçuk ay içinde kesik, ezilme, çivi batması gibi bir olay yaşandı mı diye soruşturdum, cevap olumsuz. Tekrar dikkatle araştırdım, sağ el başparmak tırnağının dip kısmında mercimek büyüklüğünde bir siyahlık gördüm. Hasta kamyon şoförü olduğunu, 1 ay kadar önce lastik değiştirirken oraya çekiç vurduğunu söyledi. Hasta son dönem tetanozdu. Rahatlatıcı-kas gevşetici bir iğne yaptım. Yazdığım bir notla birlikte sabahleyin acilen Kayseri Tıp Fakültesi’ne gitmelerini tembihleyip ayrıldım ama açık söyleyim, umutsuzdum.
Aradan 2 ay kadar geçti, ben o hastayı çoktan unutmuştum. Bir gün muayenehaneme elinde bir kutu lokumla birisi geldi ve “Beni hatırladınız mı Doktor Bey” dedi. “Kusura bakmayın, çıkaramadım” demem üzerine, “Ben, tetanoz diyerek Kayseri’ye gönderdiğiniz şoförüm” dedi. “2 ay yoğun bakımda kaldım, ölümün kenarından döndüm. Birkaç gün daha gecikseymişiz kurtulmam mümkün değilmiş. Sana teşekküre geldim!” Çok sevindim tabii ki! Bir doktorun alabileceği en büyük ücret, en değerli karşılık bu olsa gerek!
Bir Cumartesi günü saat 10 civarında yardımcım İsmail telefon açtı ve bir hasta geldiğini söyledi. Hasta 40’lı yaşlarda, pejmürde görünümlü, şapkayı yana yatırmış bir erkekti. Şeker hastası olduğunu, kontrol için geldiğini söyledi. Muayene ettim, akciğerleri iyi değildi, şekerini ölçtüm 400 civarında! Günde 2 paket sigara içtiğini, akşamları bir ufak yuvarladığını, ara sıra sigaranın içine de bir şeyler sardığını söyledi. Bir taraftan insülin yaparken bir taraftan da uygun dozda nasihat-fırça karışımı; “Kardeşim, bu vücut bize Allah’ın bir emaneti, bu kadar hor kullanmaya hakkımız var mı! Biraz insaf et!” mahiyetinde bir şeyler söyledim. Akşam tekrar insülin yapacağımı ve tekrar gelmesini tembihledim. Masaya muayene ücretimin 5 katını bıraktı, İsmaile de dolgun bir bahşiş verip teşekkür ederek ayrıldı. Şaşırdım ama bir anlam da veremedim!
Çay içmek ve sohbet etmek üzere, muayenehanemin altında eczanesi bulunan Ahmet İnan Bey’in yanına indim. “Neyi varmış İnci Baba’nın” diye sordu. “Ne İnci Babası” deyince, “Az önce muayene ettiğin hasta meşhur kabadayı İnci Baba’ydı” dedi. “Deme yav! Adama bi ton fırça attık, hiç de sesi çıkmadı zavallının!” dedim ve gülüştük. Meğer İnci Baba (Mehmet Nabi İnciler) o sırada inşaatı devam eden Nevşehir Tekel Fabrikası’nın müteahhidi imiş ve işleri kontrol etmek üzere Nevşehir’e gelip gidermiş. Demirel’e yakınlığıyla bilinen Urfa’lı bu ünlü baba 1993’te yakın bir adamı tarafından, bir rivayete göre kazaen, bir rivayete göre de kasten öldürüldü. Su testisi meselesi!
Nevşehir’de başlayıp Erzurum’da biten başka enteresan bir hatıramı da, sitemizin “Kısa Hikayeler” kısmında “Komiserlik Uğruna” başlığı ile okuyabilirsiniz.
Bu arada bir de kooperatif maceramız oldu. O zamanki heyecanımızla çoluk çocuğumuzu çevrenin olumsuz etkilerinden koruyabilmek amacıyla, düşünce yapısı birbirine yakın 40-50 kişilik küçük bir mahalle kuralım diye niyetlendik ve benim başkanlığımda Hilal Yapı Kooperatifini kurduk. Kooperatif halk arasında İslamköy diye anıldı. Taşlıbel Mezarlığının arkasında 20 dönümlük uygun bir arsa bulduk, buraya ortalama 500 m2 arsa içinde 40 kadar dubleks ev sığıyordu. Pazarlığı yaptık ve üyelerimizden arsa katılım payını talep ettik. İlk dersimi orada aldım: Kendilerine teknik eleman olarak çok güvendiğim biri mimar diğeri topoğraf iki arkadaş paralarının olmadığını söyleyerek kenara çekildiler. Sonradan öğrendim ki, bu arkadaşlar emeklerine karşılık kendilerine ücretsiz birer ev verilmesini ummuşlar. Her neyse biz işe giriştik, özel parselasyon, hafriyat, çimento, demir, kum, çakıl, kereste, kalıp, beton, usta, amele… derken 2 yılda kaba inşaatı bitirdik, ama çok yoruldum. Allahtan 1987 sonunda ihtisas yapmak üzere Erzurum’a gitmem gerekti de bu ağır yükten kurtuldum. İnşaatı merhum Süleyman Polatçelik başkanlığındaki bir ekip tamamladı. Şu anda bu küçük mahallecik Nevşehir’in en mutena yerleşim yerlerinden biri oldu. Neticeten; bu maceradan hisseme iki önemli ders düştü: 1- Bilmediğin işe soyunma, 2- Yola çıkarken yol arkadaşlarını iyi seç!
1985’in Mart ayında, ebeliğini Aysel Hanım’ın yaptığı üçüncü oğlumuz Bilal doğdu. Bu da bize ayrı bir sevinç ve sürur sebebi oldu. Allah’a hamdolsun!
Beş yıllık muayenehane hekimliğim sırasında yaklaşık 10 bin civarında hasta bakmışım. Bunlardan ikisi yetişkin birisi bebek 3 hasta benim tedavim altındayken vefat etti. Allah her üçüne de rahmet eylesin! Her vefat eden hastam beni ruhen çok etkiliyor ve yıpratıyor, en az 6 ay süren bir iç muhasebesine sebep oluyordu. 25 civarında uzman arasında bu kadar çok hasta bakmam da bazı sıkıntılara yol açıyordu. Benim tedavimden memnun kalmayıp başka bir doktora giden hastalarıma benim hakkımda “Sorun ona bakalım, ne doktoruymuş!” dendiği sık sık kulağıma geliyordu. Hem bu rivayetler hem de hasta ölümlerinden çok etkilenmem sebebiyle bir ihtisas yapmamız mecburiyet halini almıştı ama bu iş nasıl olacaktı! Hem düşünce yapımız ve yaşantımız, hem de mezuniyetten sonra geçen uzunca süre, yanında ihtisas yapacağımız hocaların bizi tercih etmesini neredeyse imkansız hale getiriyordu. Allah mekanını Cennet eylesin, rahmetli Özal, 1987 Eylül ayında ilk TUS (Tıpta Uzmanlık Sınavı)’u ihdas ederek bu işi hocaların tekelinden kurtardı ve Anadolu çocuklarının önünü açtı. Ben de bu sınava katılarak TUS’un ilk uzman adayları arasında yerimi aldım. İlk tercihim; hasta kaybetme ihtimali hemen hemen hiç olmayan Radyoloji idi, ikinci sıraya ise bu ihtimalin en düşük olduğu branşlardan biri olan Cildiye’yi yazdım. İki ay sonra Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Deri ve Zührevi Hastalıkları araştırma görevliliğini kazandığım bilgisi ulaştı. Ne de olsa eski toprak! Aradan geçen 8 yıla rağmen bilgilerim işe yaramıştı demek ki! Beni mahcup etmeyen Allah’a sonsuz şükürler olsun! 1988 yılbaşı gecesi, yoğun bir kar yağışı altında Erzurum’a müteveccihen Esadaş otobüsüne bindim! Hayırlı yolculuklar inşaallah!
Nevşehir’de Beş Yıl