İhtiyârımla acep ben hiç olur muydum tabîb
Ger bileydim âlemin bunca devâsız derdini (Mehmet Esat Paşa)
İnsaflı ve tarafsız bir gözle bakanların tespitlerine göre, Hazret-i İsa’dan bu tarafa iki koca milenyumu eskitip, bir üçüncüsüne yelken açan yaşlı dünyamızın sağlığı, bugün pek de iç açıcı bir görüntü vermemektedir.
Dünya Sağlık Örgütü, Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu ve CIA gibi değişik kaynaklarda küçük farklılıklar olmakla beraber; dünyada dolaşan yıllık para miktarı, diğer bir deyişle yıllık gayr-ı safi ‘dünyevi’ hasıla, yaklaşık 100 trilyon dolar olarak hesabedilmektedir. Bu miktarın yaklaşık %10’u, yani 10 trilyon dolar gibi devasa bir kısmı sağlık sektörünce harcanmaktadır. Silah sanayiinden sonra ikinci sırada yer alan dünya ilaç pazarının hacmi, bugün itibariyle, yılda 1 trilyon doları aşmış durumdadır. Uluslararası ilaç tröstlerinin, sadece pazarlama faaliyetleri için harcadığı paranın 100 milyar dolar civarında olduğunu söyleyelim de gerisini varın siz hesabedin! 2016 yılı gayr-ı safi millî hasılamızın 800 milyar dolar civarında olduğu düşünülürse, bu bütçenin 12-13 katı bir paranın büyüklüğünü ve gücünü tahmin etmek zor olmasa gerektir!
Yaklaşık 10 trilyon dolarlık dünya sağlık bütçesinin %40’ını Amerika, %40’ını Avrupa, kalan %20’sini ise dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan diğer ülkeler kullanmaktadır. Bu adil (!) paylaşım karşısında, bir şairimizin deyişiyle; “Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul! Bu taksimi kurt yapmaz, kuzulara şah olsa!” demekten kendimizi alamıyoruz!
Haydi bu devasa paraları gönül rahatlığı ile (!) harcıyorlar, karşılığında Amerika ve Avrupa’nın sağlığı yerinde olsa bari! Ne gezer! Psikiyatrik problemler, obezite, kanser türleri, kalp-damar hastalıkları, AIDS, endokrin bozukluklar ve benzerleri, neredeyse hastalık düzeyinden çıkıp salgın derecesine ulaşmış vaziyette! Dünyada 500 milyon civarında kişi, çeşitli ruh sağlığı problemleri yaşıyor. Diğer bir deyişle, her yedi kişiden biri her yıl, her dört kişiden biri ise, hayatı boyunca bir ruh sağlığı problemiyle karşı karşıya kalıyor. Dünya Sağlık Örgütü, 2020 yılında depresyonun, yetenek kaybı oluşturan hastalıkların başında yer alacağını öngörüyor. Gençlerde sık rastlanan hastalık ve ölüm sebepleri arasında psikiyatrik hastalıklar ilk sıralarda yer alıyor. Madde bağımlılığı ve kişilik bozuklukları, bugünün ve geleceğin en önemli toplumsal sorunlarını oluşturuyor. Batı dünyası, kendilerindeki bu sağlıksız yapıyı dünyanın kalan kısmına ihrac etmekten de hiç geri kalmıyor! Bu durum, tüm bu yükleri sırtımıza yükleyen kapitalist hayat tarzının, başlı başına bir hastalık kaynağı olduğunu göstermiyor mu?
Akademik kurumların olağanüstü çabalarına rağmen, son 50-60 yılda, özellikle tıp alanında esasa yönelik elle tutulur bir gelişme sağlanamamıştır. Zahirdeki pırıltılı-parlak görünüm, tıbbın kendi kerametinden değil, tıp teknolojisinden, yani mühendislik ürünlerinden ileri gelmektedir. Tomografiler, emarlar, sintigrafiler, biyokimyasal ve mikrobiyolojik tetkikler, ilaçlar, cerrahi teknikler ve benzerleri, tabii ki tıbbın yol göstermesiyle geliştirilmiş olmakla beraber, esasında mühendislik ürünleridir. Yani tıp bilimi, ancak mühendisliğin ve elektroniğin izin verdiği kadar ilerleyebilmiştir.
Teknik alandaki bu muhteşem gelişmelerin, tıbbın ana temellerinde ve felsefesinde maalesef sağlanamadığı gerçeği gözlerden kaçırılmamalıdır. Eldeki devasa bilgi birikimi ve sofistike teknolojik imkanlara rağmen, sağlığı korumada, hastalıkları önlemede ve tedavi etmede, Batı tıbbının başarılı olduğunu söylemek mümkün görünmemektedir. Geliştirilen onca ilaca ve uygulamaya rağmen; dünyamızda, ruhsal problemler ve beslenme bozuklukları başta olmak üzere, hastalık sıklığı ve çeşidi her geçen gün artmaktadır.
Peki, bu niye böyle oldu? Acizane kanaatimiz; bu sonuca, Batı tıbbı’nın, diğer bir deyişle modern tıbb’ın, “hayat”ı ve “insan”ı tanıyamaması veya yanlış tanımlaması yol açmıştır.
Tarih boyunca, hiç bir medeniyet sıfırdan gelişmemiştir. Çünkü bilgi kümülatiftir, insanlığın toplam bilgisi, biriken bir şeydir. Nöbetçi medeniyet hangisiyse, geçmişin birikimini alır, onun üzerine kendi zihniyetiyle uyumlu bir şeyler ekler. Bir önceki medeniyetin yanlışları ayıklanır, doğruları alınır, kendi doğruları bu doğruların üzerine eklenerek yeni bir medeniyet oluşturulur. Bu eklenen kısım ekleyenin zihniyeti doğrultusunda olduğu için de, onun kimliğini taşır. “Tıp yoktu, Hipokrat onu var etti; ölmüştü, Galenos diriltti; dağınıktı, Râzî düzenledi; eksikti, İbn-i Sînâ tamamladı!” sözü, bu açıdan güzel bir örnek teşkil eder.
Biz bugün İslam medeniyetini yeniden ihya edeceksek, bunu, ilmi ve hikmeti üretildikleri coğrafyalara göre yaftalayıp mahkum ederek yapamayız! Süpürerek alamayacağımız gibi, süpürerek atamayız da! Ya ne yaparız? Seçeriz! Vahyin inşa ettiği mümeyyiz bir akla düşen de budur!
Sağlık konuları, toplumsal bir zeminde gerçekleşmekle birlikte, ekonomik, kültürel ve siyasal yönleri de olan konulardır. Günümüzde, toplum bilimlerinin sağlık alanına yönelik ilgisi her geçen gün artmaktadır. Akademik çevrelerimiz, muhtemelen konunun ve öneminin farkında olmalarına rağmen, tıp felsefesi alanında ülkemiz şartlarına uygun yeterli çalışma maalesef bulunmamaktadır.
Bu çalışmada; Batı tıbbı’nın felsefi anlamdaki bu tıkanıklığını açmaya yardımcı olmak amacıyla, modern tıp felsefesine, “hayat” ve “insan”ın doğru tanımları üzerinden bir katkı sunulmaya çalışılacaktır. Ben bir felsefeci değil, tıp doktoruyum. Amacım; içeriden birisi olarak tespit edebildiğim eksiklik ve yanlışlıklara dikkat çekmek, gücüm ve kapasitem miktarınca bazı çözüm teklifleri sunmaya çalışmaktır. Kitapta rastlanabilecek her türlü hata tarafıma ait olacaktır. Her türlü yapıcı eleştiri ve katkıya açık olacağımı peşinen beyan ederim. Ülkemizin ilmî ve fikrî birikimine bir nebze de olsa katkıda bulunabilirsem, kendimi mutlu sayacağım!
Çalışmamızda pek çok kaynaktan yararlanılmıştır. Okuyucunun dikkatini dağıtmamak ve konu akışını bozmamak açısından, kaynaklar metin içerisinde değil, çalışmanın sonunda toplu olarak verilmiştir. Özellikle; Prof. Dr. Sinan Canan, Dücâne Cündioğlu, Yrd. Doç. Dr. Emre Dorman, Yrd. Doç. Dr. Şahin Efil, Prof. Dr. Mehmet Önal, Prof. Dr. Kemal Sayar, Prof. Dr. Nevzat Tarhan, Prof. Dr. Caner Taslaman ve Prof. Dr. Süheyla Ünal’ın yazılarından ve fikirlerinden oldukça faydalandım. Kendilerine ve diğer kaynaklarımın sahiplerine teşekkürü bir borç bilirim. Çalışmamın dilbilgisi açısından son redaksiyonunu yapan değerli dünürüm Prof. Dr. Hasan Kavruk’a hususen müteşekkirim.
Çalışmamın basımı aşamasında her türlü desteği sağlayan İnönü Üniversiesi Rektörü Sayın Prof. Dr. Ahmet Kızılay’a, değerli arkadaşım Prof. Dr. Cengiz Yakıncı’ya ve İnönü Üniversitesi Yayınevi çalışanlarına çok teşekkür ederim.
Prof. Dr. Mustafa Şenol
Emekli Deri ve Zührevi Hastalıklar Uzmanı