Öyle yaşadı, öyle öldü!

Sâlih Dedeoğlu (Dedoğlu), güneşle birlikte atını arabaya koştu, Çakalbayırı’ndaki gılamadayı getirmek üzere yola çıktı. Önümüzdeki hafta, kadınlar evde 12 testi kış ekmeği yapacaklardı. Ekmek pişirilirken en çok işe yarayan yakacaklar, zelderi çıtılgısı ile gılamada idi. Yarım saatlik bir yolculuktan sonra bağa vardı, gılamadayı yükledi, iki defa çapraz şekilde urganla bağladı. Köye dönerken, gelişin aksine yol haylice yokuştu. Sarıkaya’nın yanında yan kayışlardan birisi koptu. Bir sigara yakan Dedoğlu, bir taraftan kopan kayışı urganla bağlamaya uğraşırken bir taraftan da kelime hazînesindeki en okkalı küfürleri sıralıyordu. Nasıl sövmesindi ki! Birazdan yeni yaptırdığı odanın tavan betonunu dökmek üzere adamlar gelecekti. Bu usta ve amele takımı zaten külliyen sahtekardı. O olmadan iskeleyi nasıl kurarlar, kalıbı nasıl çakarlar, demiri nasıl döşerler, betonu nasıl karıştırırlar, suyu nasıl telef ederler, bilinmezdi.
Eve, hesapladığından bir saat kadar geç gelebildi. Geldiğinde bir kalıpçı, bir demirci ve iki amele işe başlamışlardı bile. Adamlara selam verip, karısının hazırladığı kahvaltı sofrasına oturdu. Bir tas tarhana çorbası içti, sigarasını yaktı, çayını eline alıp işçilerin yanına vardı. Büyük oğlu işçilere çay ikram diyordu. İlk dikkatini çeken iskeledeki yamukluk oldu. Tavan direklerini çakmaya uğraşan kalıpçıya bağırdı:

  • Lan usta bozuntusu, bu nasıl iskele oğlum, üstüne bir köfek taşı koysam yıkılacak. İlk kürekle birlikte tepemize uçar lan bu direkler!

Kalıpçı Osman Usta, Dedoğlu ile asker arkadaşı idi. Sâlih’in küfürbazlığından, askerde de başlarına gelmedik hal kalmamıştı. Köyde, Dedoğlu kadar okkalı, endâzeli, sunturlu söven ikinci bir kimse yoktu. Onun bu tarz konuşması, kendisine taltif gibi gelir, işi şamataya boğmak için kendisi de husûsen Dedoğlu’nun nasırına basar, en yakası açılmadık küfürleri ettirmek için bütün mahâretini kullanırdı.

  • Dedoğlu, işime karışma. Sen ne anlarsın iskeleden, ne anlarsın kalıptan. O iskele seni, beni taşıdığı gibi üstüne yedi sülâleni de yığsan yıkılmaz evelallah!
  • Bi yıkılsın da o zaman gösteririm ben sana Hanya’yı Konya’yı!
  • Konya’yı anladık ta Hanya nere oluyor emmoğlu?
  • Bana laf yetiştireceğine keserin önünde yamuk giden çivine bak oğlum!

Beton karmakta olan amelelere yöneldi:

  • Çimentoyu top top bırakmayın, iyice karıştırın, mülemâ gibi bir beton isterim ha!
  • Merak etme Salik Emmi, istediğinden âlâ olmazsa yevmiyemizi vermezsin, diye cevapladı Guddüs’ün Ahmet.
  • Lan Yaşa, tam 300 kilo demir aldırdın bana, bi yetiştirme de göreyim.
  • Yetişir, yetişir, sen gönlünü ferah tut Dedoğlu, dedi Demirci Yaşar Usta.

Bir kalıpçıya, bir demirciye, bir amelelerin yanına varıyor, direktifler veriyor, dudağında sigara, elinde çay, essahtan mütâyitlik yapıyordu. Bu arada, betonun karılması bitmiş, kalıp tamamlanmış, demir döşenmiş, beton, atılmaya hazır hâle gelmişti. İşçiler, karılmış betonu iskeleye atmaya başladılar. 25-30 kürek atmışlardı ki, iskele gıcırdamaya başladı.

  • N’oluyor lan Osman?
  • İskele yaylanıyor, bişey olduğu yok. Ahmet, çık iskeleye, betonu dama aktar.
  • Olur Usta.

Ahmet’in zıplayıp üstüne çıkması ile iskelenin yere yayılması bir oldu.

  • Vay anasını! N’oldu lan usta bozuntusu, senin iskele yedi sülâleme değil iki kürek betona bile dayanamadı.
  • Ben de annamadım yav, iyicene de sağlamlamıştım.
  • Belli, belli. N’olacak şimdi?
  • N’olacağı var mı, yeniden kuracağız.
  • İnşallah bu seferki de yıkılır da seni şurada deve gibi bağırta bağırta keserim.

Dedoğlu hırsla hayatta dolanmaya başladı, sigaranın birini yakıyor, birini söndürüyordu. Son günlerde ara sıra midesinin üzerine oturan ağrı, yeniden ve daha ağır bir şekilde kendini göstermeye başlamıştı. Ne inat ve aksi bir adamdı, karısının devamlı yalvarmalarına rağmen, ne günde iki paketi bulan sigaradan, ne de zifir gibi demli çaydan vazgeçmemiş, bir doktora da gitmemişti. Gün boyunca avuç avuç karbonat atıyor, böylece midesi bir nebze olsun yatışıyordu.
Osman Usta çöken iskeleyi ayırdı, daha dağlam bir şekilde yeniden kurdu. İyice kontrol etti, bu sefer yıkılacak gibi durmuyordu. İşçiler betonu iskeleye aktarmaya başladılar. Bu arada Haceli küreği biraz fazla zorlamış olacak ki, gürgen sap, çatt! diye kırılıverdi.

  • Ha oğlum, cinlerimi tepeme çıkarmada bu ustan olacak herifle yarışa mı girdin? Nerden bulacağım ben sana şimdi sapı sağlam küreği?
  • Merak etme Salik emmi, bir tane yedek getirdiydim.

Midesindeki ağrı döşüne doğru yayılmaya başlamıştı. Cebinden çıkardığı küçük naylon torbadan bir avuç karbonat aldı, susuz yuttu. Her zaman 10-15 dakka sürüp geçen ağrı bu sefer inatçıydı. Bir sigara daha yaktı, sol elini midesinin üzerine bastırdı, biraz rahatlar gibi oldu.
Bu arada, Yaşar Usta, demir döşemenin bağlantılarını da bitirip aşağı inmişti.

  • Bana müsade Dedoğlu, Ağa’nın Şevket’in arabasının şınaları gevşemiş, dükkanda beni bekliyor.
  • Dur oğlum dur, şu usta müsveddesi işini bitirsin de öyle git. İskelesi çürük adamın kalıbına nasıl güveneceğiz. Belli mi olur, o da tepemize göçer!
  • Fırsat eline geçti Dedoğlu, say bakalım daha ne çürüğümüz, çarığımız, kusurumuz varsa! dedi Osman Usta.
  • Ahmet! Haceli! Atın lan şu herifin betonunu da bir an evvel dilinden kurtulalım!

Ahmetle Haceli, iskeledeki betonu odanın damına aktardılar, yere inip kalan betonu tekrar iskeleye, oradan da dama attılar. Osman Usta dama çıktı, dökülen betonu masdarlamaya başladı.

  • Haceli, kolum kaldırmıyor oğlum, şu masdarın ucundan tutuver hele!

Haceli de dama çıktı, Osman Usta’yla beraber masdar çekmeye başladı. Dedoğlu aşağıdan endişeli gözlerle onları tâkip ediyor, bir taraftan da bağırıyordu:

  • Çok uca gelmeyin lan, sonra aşağı uçar da bir tarafınızı kırarsanız karışmam ha!
  • Sen de bizi çocuk yerine koydun yav Dedoğlu. Azarın, zılgıtın bini bi para! Bi daha senin işine gelirsem iki olsun! Al işte, en uca kadar geldim, de bakalım diyeceğini! demeye kalmadı, saçağın altındaki dikmenin kırılması ile Osman Usta’nın, kalıp ve betonla karışık yere inmesi bir oldu.
  • Lan sizin yapacağınız işin de, ustalığınızın da, ameleliğinizin de, betonunuzun da, demirinizin de, çimentonuzun da, anasını avradını, çoluğunu çocuğunu …….. diye bağırırken, göğsüne bir bıçak saplandı, îman tahtası altında yakıcı bir ağrı hissetti, gözleri karardı, yere düştü.

Hemen, belediye minibüsünü süren damadı Deli Yusuf’un oğluna haber verdiler. Hüseyin, battaniyeye koydukları baygın vaziyetteki Dedoğlu’nu 5 kilometre uzaklıktaki şehir merkezine, hemşerileri olan doktor Mustafa Bey’in, minibüs durağının yakınındaki muayenehânesine yetiştirdiğinde, olayın üzerinden 10 dakîka geçmiş geçmemişti. Yüzüne ölü benzi vurulmuş olan Dedoğlu’nun tansiyonunu alamayan Mustafa Bey, dinlediği mitral ve triküspit odaklardan da ses sedâ duyamadı. Bütün sistemi sükût etmiş olan Dedoğlu’nun dudakları hâlâ kıpırdıyordu:

  • Anasını avradını, çoluğunu çölmeğini, eniğini cücüğünü……

Doktor Mustafa Bey, Dedoğlu’nun gözlerini kapatırken, “nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz” hikmetine aynel yakîn şâhit olmanın verdiği şaşkınlıkla:

  • Öyle yaşadı, öyle öldü, böyle yaşadı, böyle öldü. Allah taksirâtını affetsin! diye mırıldanıyordu.

Gılamada: Budanmış bağ çubuğu
Zelderi: Zerdali, kayısı
Çıtılgı: İnce, kısa dal parçaları
Yan kayış: Arabayı çeken, hamut ile falaka arasındaki sağlam ve enli deri şerit
Köfek taş: Çok hafif, beyaz, gözenekli taş, pomza
Mülemâ: Macun, krem
Şına: Tekerin çevresindeki demir kasnak
Masdar: Betonu tesviye etmekte kullanılan düzgün tahta parçası

Ilık sarı su!

1985 yılıydı. Memleketim olan Nevşehir’de serbest pratisyen hekim olarak çalışıyordum. Bir gün, merkeze bağlı Çardak köyünden 45 yaşlarında bir kadın, yanında kocası olduğu halde muayenehâneme geldi. Çardak köyünün çoğunu tanırdım. Biraz hal hatır sorma ve hoşbeşten sonra esas meseleye geldik. Kiraz Hanım’a şikâyetini sordum. “Bir dokun, bin âh işit kâse-i fağfurdan” sözü sanki onun için söylenmişti. Başladı anlatmaya:
– Ah dohtur beyim ah, ben bu derdi tam 18 senedir çekiyorum. Gitmediğim dohtur, gitmediğim hastâne, gitmediğim hacı-hoca kalmadı. Hiçbir kimse bendeki bu maraza bir çâre bulamadı. Bizim köyde seni pek bi metettiler, son bir umut sana geldik.
– Dur bakalım Kiraz Hanım! Ölüm ve ihtiyarlıktan başka her derdin devâsı vardır. Sen hele şu derdini etraflıca bir anlat, inşallah beraberce bir çâre buluruz, dedim.
– 18 senedir, suğsünümden ılık, sarı renkli bir su çıkıyor, lıkır-lıkır akıyor, sonra pöçüğümden içeri girip kayboluyor. Sırtımdan aşağı sanki ılık ve ıslak bir yılan kayıyor, diyerek derdini anlattı.
Psikiyatrik bir durum ile karşı karşıya olduğumu anlamıştım. Hastanın şikâyetini muayene kartına ciddiyetle işledim. Başkaca önemli bir sağlık problemi olmadığını söyledi. Tepeden tırnağa güzel bir fizik muayene yaptım. Bedenen gâyet sağlıklı bir hanımdı. Kendi kendime: “git bire kadın, bir şeyin yok, maşallah turp gibisin” desem, bu hasta, daha çook doktor doktor dolaşır. Ben buna bir psikoterapi yapayım, dedim.
– Kiraz Hanım, şu ensenden çıkıp, kuyruk sokumundan içeri girerek kaybolan suyu biraz daha târif edebilir misin?
– Dohtur bey, bendeki bu su; ılık, kavuniçi renkli, biraz koyuca (kıvamlıca), yavaş akan bir sudur. 18 senedir hiç kesilmeden, devr i dâim yaparak akıyor.
Laboratuvara geçtim, 10’luk bir enjektöre 1 ampul Calcium Sandoz ve 1 ampul Bemiks çektim. 5 dakîka hafif sıcak bir suyun içinde beklettim. Hastanın târif ettiğine benzer ılık ve koyu sarı renkli bir sıvı olmuştu. Tekrar muayene odasına döndüm.
– Bak bakalım Kiraz Hanım, bu su, senin sırtında yıllardır akan suya benziyor mu?
Hasta enjektörü eline aldı, inceledi ve:
– Tıpkısının aynısı dohtur beyim, dedi.
Gayet ciddî ve güven telkin eden bir edâ ile:
– Bazı hastalıklarda, “çivi çiviyi söker” misâli tedâviler uygulanır. Senin hastalığın da bu gruptan bir hastalıktır. Dolayısıyla, bu enjektördeki suyu kalçandan yapınca, yıllardır sırtından aşağı akan o su 10 dakika içinde kesilecektir. 10 dakika içinde kesilmezse derdin bana gelsin, dedim.
Hasta muayene masasına yüzükoyun uzandı. Calcium-Bemiks karışımını yavaş yavaş intramusküler enjekte etmeye başladım. Yarısına gelmeden, inleyerek:
– Dohtur bey, bu ne ağulu bir ilaçmış, dedi.
– Ee, 18 senelik derdi ancak böyle ağulu bir ilaç iyileştirebilir, dedim ve enjeksiyonu tamamladım.
– Şimdi saate bakalım, 10 dakikaya kalmadan tesirini göreceğiz, dedim. Saate baktık. 7-8 dakika olmuştu ki;
– Tamam!, kesildi!, hay Allah senden razı olsun dohtur beyim. Dedikleri kadar varmışsın, diye sevinçle bağırdı.
Nevşehir’den ayrıldığım 1988’e kadar Kiraz Hanım, Pazartesi günleri, pazara gelen kocası ve yakınları aracılığıyla bâzen tavuk, bâzen yumurta, bazen de süt göndererek, Anadolu insanına has kadirşinaslığını devâm ettirdi. Hayattaysa hayırlı ömürler, vefât ettiyse Allah’tan rahmet dilerim.

Suğsün (süksün): Ense kökü
Pöçük: Kuyruk sokumu

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s