Üniversite Yılları

1973 yılının Eylül ayında, ODTÜ Kimya Mühendisliği bölümüne kaydımız yaptırıp hazırlık sınıfına başladık.Yapılan değerlendirme sınavında ben “C”, değerli lise arkadaşım Salim Kesekci ise “B” kategorisinde İngilizce öğrenmeye başladık. Eğitmenlerimizin çoğu yabancı, az bir kısmı da yerli idi. Öğleye kadar teorik bilgiler alıyor, öğleden sonraları ise laboratuvarda pratik yapıyorduk. Hazırlık okulu ODTÜ’nün girişinde, merkez kampüsten biraz uzakça bir yerde idi. Burada 9 ay süreyle oldukça verimli bir dil eğitimi aldık. Hocalarımızla ve arkadaşlarımızla güzel bir diyalog ortamı içindeydik.

1970-71 yıllarında (Erdal İnönü’nün rektörlüğü sırasında), ODTÜ’nün Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının karargahı haline getirilmesi, yaşanan olaylar, arkasından gelen 12 Mart muhtırası henüz tazeliğini koruyordu. Üniversitede, her zaman olduğu gibi sol görüş hakimdi ama mevcut sıkıyönetim ve askeri kontrol, kısmi bir rahatlık sağlamış görünüyordu. Dolayısıyla üniversite kampüsünde, kütüphanede, yemekhanede ve kantinlerde çok sıkıntı yaşamadık.

Bu sürede, Yenimahalle 5. durak Dereboyu Sokak 63 numaralı evde, rahmetli Hacı Annem ve Raşit Dayımla kalıyordum. Okula gidiş gelişlerim, 5. duraktan kalkan ve aynı yere dönen ODTÜ servis otobüsleri ile oluyordu. O dönemde rahmetli Hacı Annem’in içi tuğlalı, döküm taş kömürü sobasında yaptığı bulgur çorbalarının tadı hala damağımdadır.

1974 Haziran sonunda hazırlık okulunu başarıyla tamamladık. Ama benim ODTÜ’ye ve kimya mühendisliğine gönlüm ısınmamıştı. Doktorluk hayalim depreşti ve o yaz üniversite sınavına tekrar girdim. Eylül ayında, Erciyes Üniversitesi Gevher Nesibe Tıp Fakültesi’ni kazandığıma dair belge ulaştı. O yıllarda Kayseri Tıp Fakültesi, kendi alt yapıları henüz eğitime hazır olmayan; Eskişehir, Samsun, Sivas gibi fakültelerle birlikte Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde misafir durumunda idi. Hacettepe sisteminde de hazırlık sınıfı olduğundan, yapılan İngilizce muafiyet sınavını geçerek birinci sınıfa devam hakkı kazandım. Yani ODTÜ’de öğrendiğimiz dil, hem burada yıl kaybetmemi önledi, hem de ileriki yıllarda, özellikle akademisyenlikte çok işime yaradı.

Heyecanla birinci sınıfa başladık. Dersler komite usulü ile işleniyordu. İlk komitemiz de, temel bilimlerin işlendiği Fizik-Kimya-Biyoloji (FKB) idi. İki buçuk aylık eğitimin arkasından ilk sınavımızı olduk. Bir hafta sonra açıklanan sonuç listesinde adımın karşısında kırmızı kalemle “F” yazıyordu. Eyvah! Daha ilk sınavda çuvallamıştım! Kendimin, ailemin, çevremin… beklentilerini boşa mı çıkaracaktım! Neyse ki öyle olmadı! İlk sınavda yaşadığım bu başarısızlık herhalde bana kamçı tesiri yaptı ki fakülteyi ikincilikle bitirdim.

O zamanlar anarşinin her tarafta kol gezdiği yıllar! 12 Mart muhtırasından sonra biraz azalır gibi olan öğrenci olayları, 1974’te çıkarılan aftan sonra yeniden alevlenmişti. Okulda sol eğilim hakim durumda, ikinci sırada Ülkücüler, üçüncü sırada ise benim de dahil olduğum Akıncılar, bir de gününü gün etme derdinde olan Eyyamcılar! Her grubun bir başkanı var. Yürüyüşler, boykotlar, forumlar, sınıf basma ve boşaltmalar, mecburi tatiller birbirini takip ediyor. Hemen hemen hergün bir arbede yaşanıyor. Bu arada diğer okullardan kuvvet kaydırmaları yapılıyor. Değişen tek şey, dün kovalayan pozisyonunda olan grubun bugün kaçan pozisyonunda olması. Bu kovalamacalar, maalesef bazen hiç olmaması gereken hastane koridorlarında da oluyor.

Bu günlerden unutamadığım bir olayı da kaydetmeden geçemiyeceğim. Birinci sınıfa başladığımız 74 yılının Ekim veya Kasım aylarından bir gün arkadaşlarla yemekhaneden çıkmış amfilere doğru yürürken bir kaç el silah sesi duyuldu. Bir koşuşturmaca başladı. “Ahmet Tevfik Ozan, bir solcuyu” vurmuş dediler. Arkadaşları tarafından karga tulumba hastaneye doğru koşturulan solcu çocuğun tabanı delik deşik  ayakkabıları halen gözümün önündedir. Ahmet Tevfik Ozan, ülkücülerin önde gelenlerinden, Harputlu, şair ruhlu bir Anadolu çocuğu. Vurulan çocuk ta bir başka gariban Anadolu çocuğu! Vuran da gariban halkın çocuğu, vurulan da! Bu nasıl iş! Her ikisinin de hayatı kaydı! A. Tevfik Ozan yıllarca hapis yattı, hayatının en güzel yıllarını taş duvarlar arasında geçirdi. Vurulan çocuk ne oldu bilmiyorum. Tarih bilmem kaçıncı defa tekerrür etmişti. Sağ elimizdeki silahla sol ayağımıza, sol elimizdeki silahla sağ ayağımıza sıkmıştık gene. Halen de bu hikaye devam ediyor. Şu kadar farkla ki, bu sefer sağ elimizdeki silahla sol ayağımıza değil sağ ayağımıza sıkıyoruz!

Birinci sınıfın sömestr dönemi olan 75 yılının Şubat ayında, biraz da rahmetli babamın ısrarlı teşvikleri sonucunda nişanlandım ve sorumluluk alanım biraz daha genişlemiş oldu.

Birinci sınıfı, kaldığım komiteyi de telafi sınavında geçerek tamamladım. İkinci sınıf, tıp fakültesinin en zor sınıfı olarak kabul edilir. Özellikle anatomi dersinden çok çekinilir. Hem zorluğu, hem de kadavra diseksiyon işlemleri sebebiyle öğrencinin bir kısmı bu sınıfta havlu atar. İlk anatomi dersimizi veren Prof. Dr. Doğan Taner’in, tahtaya kalbi delen bir ok çizdikten sonra üzerine bir çarpı işareti koyup, yerine beyni delen bir ok çizdikten sonra; “İşe bir yanlışı düzelterek başlayalım arkadaşlar! Aşkın mahalli kalp değil, beyindir, beyin!” deyişini hala dün gibi hatırlarım.

İkinci sınıftan unutamadığım bir hatırayı da zikretmek isterim: İlk ders herhalde fizyoloji dersi idi. Bermutad çalışkanlar ilk sıradaki yerlerini almış hocayı bekliyorduk. Ben ikinci sırada oturuyordum. Boşluktan istifade şakalaşmalar, latifeler, belden aşağı fıkralar gırla gidiyor! Nasıl olduysa ben de havaya uydum ve ortama uygun bir fıkra anlattım! Tam önümde oturan, o zamana kadar hiç sesi çıkmayan ve kitap karıştırıyormuş gibi görünen Mücahit isimli arkadaşım arkaya döndü ve “Sana hiç yakışmadı Mustafa!” dedi. Kıpkırmızı kesildim! Tevekkeli dememişler: “Gönül ummadığı kişiye çok küser ve kırılırmış”. Daha sonra bu değerli arkadaşımın adını bir oğluma vererek bir nevi özür dilemiş oldum.

İkinci sınıfı da yüz akıyla tamamladıktan sonra Ağustos 1976’da evlendik. Ben tıp fakültesi 2. sınıf, hanım da Zübeyde Hanım Kız Meslek Lisesi 2. sınıf öğrencisi! Büyük cesaret! Ama atalar ne demiş: “Küllü cahilun cesurun!” Topraklıkta bir ev tuttuk. Kayınpeder aynı sokakta bakkal. Günlük ihtiyaçlar ordan, yıllık ihtiyaçlar köyden, devletten kredi, Nevşehir’deki bir dernekten de karşılıksız burs! Hanıma düğünde takılan altınları bozdurup bir piko makinesi aldık. Mahallenin çeyiz, piko, dikiş, nakış işlerini hanımla birlikte yapmaya başladık. Gelirimiz fena değil! Oh ne ala, keyfimiz yerinde!

Üçüncü, dördüncü ve beşinci sınıfları da yüz akıyla tamamladık. Bu arada 2 oğlumuz oldu, 1978 doğumlu Mehmet ve 1979 doğumlu Mücahit. Onlar da bize ayrı birer mutluluk ve motivasyon kaynağı oldular. Akşamları elimde kitap veya ders notu, ayaklarımda devamlı ağlayan Mehmet! Bazen de hanımın sardığı piko veya dantelaların artık iplerini temizliyorum. Eee, ne de olsa geçim ehliyiz!

Beş yılımızı geçirdiğimiz Hacettepe’de iyi kötü pek çok hatıramız oldu. Bunları yazmaya kalksam epey uzun kaçar. Sadece dikkatimi çeken bir hususu belirtip Hacettepe faslını kapatalım! Zannederim o yıllarda Tıp Fakültesi’nin 800 civarında öğretim üyesi vardı. Bizim yapımızdaki mahcup ve çekingen Anadolu çocuklarının rahatlıkla kapısını çalıp hallerini arzedebilecekleri hoca sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi. İlk aklıma gelenler: Prof. Dr. Kemal Özkaragöz, Doç. Dr. İbrahim Erkul, Doç. Dr. Ümit Akkoyunlu, Yrd. Doç. Dr. M. Ali Altın. Gidenleri rahmetle, kalanları minnetle anıyorum! Bu açıdan şimdiki öğrenciler ne kadar şanslı!

Gevher Nesibe Tıp Fakültesi’nin eğitim programı gereğince, altıncı sınıfı yani intörnlüğümüzü Kayseri’de geçireceğiz. O yıllarda tıp fakültesi, şu andaki Devlet (Eğitim ve Araştırma) Hastanesi’nin bulunduğu binalardan birinde misafir konumunda. O bölgeye yakın olan Sahabiye Mahallesi’nde bir ev tuttuk ve evimizi 1979 yılının Temmuz ayında Kayseri’ye taşıdık. Hacettepe’de aldığımız teorik eğitimi, Kayseri’de çok verimli bir şekilde uygulama imkan ve fırsatı bulduk. Gerek hocalarımızın, gerek kıdemli asistan ve uzman abilerimizin desteği ile çok esaslı bir eğitim aldık. Özellikle İbrahim Erkul Hoca’nın yönlendirmesiyle pediatrist olmaya karar verdim ve çalışma süremin önemli bir kısmını pediatri kliniğinde geçirdim. Burada geçen bir sene zarfında; Dr. Nihat Bengisu, Dr. Seyfi Şahin, Dr. Memduh Büyükkılıç gibi çok değerli insanları tanıma fırsatım oldu.

Kısa bir süre kalmamıza rağmen, Kayseri’nin sosyal yapısına da katılma imkanı bulduk. Necmettin Nursaçan Hoca’nın oturma sohbetlerinden, Hacı Kılıç Camii imamı Veli Hoca’nın arabaşı yeme talimlerinden, Tuzcu Hoca’nın nasihatlerinden, Develi’li Ahmet Efendi’nin irşatlarından, Ahmet Coşkun, Eflatun Saygılı, Abdülhamid Bayırbaş ve Şefaeddin Severcan’ın vasi bilgilerinden istifade etmeye çalıştık.

O günlerde İran’da rejim devrilmiş ve Humeyni iktidara gelmişti. Rektörümüz Prof. Dr. Hüseyin Sipahioğlu, aynı zamanda dahiliye hocamızdı, beni de severdi. Beşinci sınıfta iken bıraktığım sakalımdan dolayı zaman zaman bana “Humeyni” diye hitap eder, “Lan oğlum, bu senin adamın, İran’da adam komadı astı!” diye takılırdı. Mezun olmamıza kısa bir zaman kala, değerli arkadaşım Hamit Doğan’ın ardından fakülte ikincisi olduğum kesinleşti. Rektör Bey, mezuniyet törenine bir kaç gün kala beni çağırdı: “Mustafacığım, tebrik ederim, ikinci olmuşsun. Üç gün sonra mezuniyet merasimi yapılacak. Törende vilayet protokolü de bulunacak. Size ödül verilecek. Şu sakalını kessen, bir de gravat taksan” dedi. O zaman sahip olduğumuz halet-i ruhiye ile: “Teşekkür ederim Sayın Hocam! Sakalımı kesmeyi ve gravat takmayı düşünmüyorum. İsterseniz törene gelmeyeyim” dedim. Bunun üzerine yumuşadı ve “Ne münasebet, memlekette demokrasi var, hürriyet var” diyerek işi tatlıya bağladı. Böylelikle Haziran 1980’de Gevher Nesibe Tıp Fakültesi’nin dördüncü dönem mezunları olarak genç tıbbiyeliler ordusuna katıldık. Tıp Fakültesi diplomamdaki fotoğrafım sakallıdır. Enteresandır ki, bu diplomayı, aradan 3 ay geçtikten sonra gerçekleşecek olan 12 Eylül darbesinin sağlık bakanı general Necmi Ayanoğlu, herhalde gözünden kaçtığı için, onaylamıştır.

Temmuz 1980’de kendi memleketim olan Nevşehir-Uçhisar Sağlık Ocağı’nda göreve başladım.

Ek: Eflatun Abi

Tıp fakültesinin diğer sınıflarını Hacettepe Üniversitesi’nde misafir öğrenci olarak tamamladıktan sonra, Kayseri Üniversitesi Gevher Nesibe Tıp Fakültesi son sınıf öğrencisi (intörn) olarak 1979 yılının Temmuz ayında Ankara’dan Kayseri’ye taşındık. O zaman şimdiki kampüs henüz inşa halinde olduğundan, Tıp Fakültesi, Devlet Hastanesi’nin bir bölümünde faaliyet gösteriyordu. O yıllarda ciddi bir asistan eksikliği vardı, dolayısıyla intörn olarak bizler de aynen asistanlar gibi çok yoğun bir tempoyla çalışıyorduk. Böylelikle, Hacettepe’de aldığımız teorik bilgileri burada en iyi bir şekilde uygulama imkanı bulmuş olduk. Bu yoğun tempo içinde değişik servisleri dolaşırken bize yardımcı olan, yol gösteren asistan, uzman ve öğretim üyesi seviyesinde birçok ağabeyimiz oldu. Dr. Nihat Bengisu, Dr. Seyfi Şahin, Dr. Memduh Büyükkılıç, Dr. Selim Kurtoğlu ilk anda aklıma gelenler.

Özellikle Dr. Nihat Bengisu ağabeyin katkılarını ve yardımlarını unutmak mümkün değil. Onun sayesinde, hem hastanede hem de şehirde pek çok insanla tanıştık, kısa sürede bizim de kendi çapımızda bir çevremiz oluştu. Böylelikle tanıştığımız kişlerden birisi de, havacı kıdemli başçavuş Eflatun Saygılı idi. İslami bilgi ve şuuru son derece yüksek, hitabeti etkili, hoş sohbet bir kişiyle tanışmak beni son derece mutlu etmişti. Bir astsubayın sahip olduğu bu özellikler sıra dışı idi. Zamanla ailelerimiz de tanıştı. Ben tıp fakültesi ikinci sınıfta iken evlenmiştim ve o sırada 2 oğlum vardı. Eflatun Bey’in de Bilal ve Hilal adında 2 çocuğu vardı. Hafta sonlarında, Hava Lojmanları’ndaki evlerinin küçük arka bahçesinde, Nihat Ağabey’in de çocukları ile beraber katıldığı küçük pikniklerde yaptığı ciğer şişlerin tadı hala damağımdadır.

O yıllar, anarşinin zirve yaptığı yıllardı. Biz de bir çıkış yolu, bir ışık, belki de bir kurtarıcı arıyorduk. Bu arayış; değişik fikir adamları, tasavvuf ocakları, dergiler, kasetler, kitaplar arasında gel-gitlerle devam ediyordu. Eflatun Bey’den duyduklarımız, orijinal ve cins bir fikir odağı ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyordu. Daha önce, tasavvufi saikler ve merak sebebiyle, Memduh Bey’le birlikte, hemşehrisi olan Develi’li Ahmet Efendi’yi ziyaret etmiş ve oldukça etkilenmiştim. Ahmet Efendi, Yahyalı’lı Hacı Hasan Efendi’ye bağlı bir nakş-ı bendi dervişi idi. Bu iki güzel insanı buluşturup, tasavvufa biraz mesafeli duran Eflatun Bey’i bu konuda yumuşatabilir miyiz sorusu aklıma takıldı. Bu düşüncemi Memduh Bey’e açtım, o da olumlu karşıladı. Bir Cumartesi günü Develi’ye gittik. Öğle namazını Ahmet Efendi’nin arkasında kıldıktan sonra ikindi namazına kadar süren bir sohbet oldu. Ahmet Hoca, bir assubayda gördüğü islami bilgi ve şuurdan çok etkilendiğini ve memnun olduğunu, Eflatun Bey ise Hocaefendi’nin hitabet tarzının ve yumuşak üslubunun çok güzel olduğunu ifade etti. İkindi namazını da kıldıktan sonra müsaade istedik. Eflatun Bey çıkınca Ahmet Hoca: “Çok güzel bir insan, keşke adını da değiştirse, daha güzel olur” dedi. Arabada bu tavsiyeyi Eflatun Bey’e aktardığımızda güldü ve taşı gediğine koydu: “Önce Hocaefendi soyadını bir değiştirsin, sonra biz de düşünürüz” dedi. O zaman Ahmet Efendi’nin soyadı İslamoğlu değil, “Kont” idi.

Kayseri’de kaldığım yaklaşık 1 sene süresince Eflatun Bey’le haftalık sohbetlerimiz devam etti. Bu zaman zarfında; onun aracılığı ile, Cumali Bey isimli Sarız’lı bir emekli assubayla, Abdülhamit Bayırbaşı isimli bir imam hatiple, Şefaettin Severcan isimli bir ilahiyat öğrencisi ile de tanışma fırsatımız oldu.  Bu arada, Eflatun Bey’in kayınbiraderi, Ankara’da kuyumculuk yapan emekli assubay Süleyman Arslantaş vasıtasıyla Rahmetli Ercüment Özkan ve İktibas Dergisi ile de tanışma imkanı bulduk.

Tıp Fakültesi’nden mezun olduktan sonra, kendi memleketim olan Nevşehir’in Uçhisar Kasabası’na tayin oldum. Eflatun Bey’le dostluğumuz bu görev sırasında da devam etti. Uçhisar Sağlık Ocağı’nda çalışırken, sekreterimiz Esat Bey’in Göreme Kasabası’ndaki kayadan oyma evinde bir gece, Eflatun Bey’in konuşmacı olduğu bir sohbet tertipledik. Yaklaşık 50 kişinin katıldığı bu sohbet, yaklaşık 2 saat kadar sürdü. Eflatun Bey, dinleyenlerin katkılarını ve yorumlarını sorduğunda çeşitli sorular soruldu, cevaplar verildi. Bu arada yaşlı bir amca söz aldı: “Evladım! Allah senden razı olsun! Senden, daha önce hiç duymadığım bilgiler ve fikirler duydum. Bu bilgilerin bir assubayın ağzından çıkması da ayrı bir şükür vesilesi! Konuşmanın ilk 45 dakikası harfiyyen hatırımda, istersen tekrarlayabilirim! Ondan sonra 15 dakika ara verdin ve bir sigara yaktın! O andan itibaren dikkatim tamamen dağıldı, ‘bu güze ağıza bu sigara yakışmadı’ diyerek hayıflandım, konuşmanın ikinci kısmından hiçbir şey anlamadım” dedi. Bunun üzerine Eflatun Bey: “Değerli amcacığım! Madem bu sigara benim tebliğ görevime engel oluyor! Sana söz veriyorum, şu andan itibaren sigarayı bırakıyorum” dedi. Bu toplantının yapıldığı zaman, 12 Eylül darbesinden bir kaç ay sonraydı ve gece sokağa çıkma yasağı vardı. O gece Göreme’li olanlar evlerine gittiler, Nevşehir’den, Uçhisar’dan ve Kayseri’den gelenler ise o evde geceledik. Bu olayı Eflatun Bey geçenlerde yaptığımız bir telefon görüşmemizde hatırlattı ve o toplantıyı istihbarat birimlerinin takip ettiğini yıllar sonra bir münasebetle öğrendiğini nakletti. Demekki, doğru ve samimi olarak yapılan işleri gizlemeye çalışmanın çok da bir faydası yokmuş!

Eflatun Abi’yle irtibatımız hemen hemen hiç kesilmedi. Zaman içinde İzmir’de ve Kahramanmaraş’ta yüzyüze görüşmelerimiz oldu. Halen de zaman zaman telefonla görüşmelerimiz ve dertleşmelerimiz devam ediyor. Fikri yapımın oluşmasına önemli katkıları olan değerli Ağabeyim’e hayırlı ve bereketli ömürler diliyorum.

Ekim 2018

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s