1988’in ilk günü, çok soğuk bir Cuma sabahı Erzurum’a indim. Gülşehir Sağlık Grup Başkanı, arkadaşım Dr. Hakkı Yeşilyurt’un babası Hacı Abi ile önceden haberleşmiştik, bize bir kaç tane kiralık ev hazırlayacaktı. Kuşluk vakti Hacı Abi’nin evinde güzel bir kahvaltı yaptık. Biraz dinlendikten sonra evlerinin yakınındaki Pervizoğlu Camii’nde Cuma namazını kıldık ve bir taksiye binip ilk kiralık ev adayımıza bakmak üzere Palandöken eteklerinde gelişmekte olan Yenişehir Mahallesindeki bir siteye gittik. Beşinci katta bulunan yeni daireye girdiğimizde yüzümüze çok tatlı bir sıcak çarptı. Dışarısı o kadar soğuktu ki sakalım ve bıyıklarım buz tutmuştu. “Burayı hemen tutalım Hacı Abi” dedim. Hacı Abi’nin “Bir kaç ev daha vardı Doktor Bey” demesine rağmen sıcak o kadar hoşuma gitmişti ki ilk gördüğümüz o evi tuttuk. Bu evde oturduğumuz yaklaşık 4 yıl boyunca gerek ev sahibimizden gerek komşularımızdan hiçbir şikayetimiz olmadı çok şükür.
Ertesi gün, resmi işlemler için Üniversiteye gittim. Dekanlığa gerekli evrakları teslim ettikten sonra Cildiye polikliniğine uğradım. Niyetim hocalarla ve birlikte çalışacağım diğer kişilerle tanışmaktı. Orada ilk tanıştığım kişi, o sırada başasistan olan değerli kardeşim Dr. Adnan Öbek oldu. Bana, sakallı olarak hocalarla tanışmamın iyi bir fikir olmadığını, resmi işlemler tamamlanınca sakalımı kesip öyle gelmemi tavsiye etti sağolsun. Buna rağmen, bir şekilde polikliniğe uğradığımı duyan hocaların, sakalım hakkında epeyce bir değerlendirme ve yorum yaptıklarını sonradan öğrendim.
Nevşehir’e döndüm, muayenehanenin resmi kapanış işlemlerini yaptım. Şubat tatilinde eşyalarımızı bir kamyona yükledik, ben ve çocuklar da komşum Muzaffer Yargı’dan aldığım 1980 model Opel Rekord 2.0 ile Erzurum’un yolunu tuttuk. Evimize yerleştik, çocukların okul nakliyle ilgili işleri tamamladık. Mehmet’i ilkokul son sınıf ikinci yarıyı tamamlamak üzere Mimar Sinan İlkokulu’na kaydettirdik. Daha sonra Erzurum İmam-Hatip Lisesi’ne devam etti. Kampüs İlkokulu 4. sınıfa kaydettirdiğimiz Mücahit, okulunu bitirince Erzurum Anadolu Lisesi’ni kazandı. Bilal ise, Erzurumdaki son yılımızda Mimar Sinan Anaokulu’na gitti geldi. Ben de yaşı biraz geçmiş taze bir asistan olarak görevime başladım.
Aynı zamanda Dekanımız olan Prof. Dr. Sabahat Kot, Anabilim Dalı Başkanımız Prof. Dr. Ayten Ural, öğretim üyeleri Doç. Dr. Gönül Ergenekon ve Yrd. Doç. Dr. Şevki Özdemir’den oluşan değerli bir eğitici ekip nezaretinde bir yıl kadar serviste çalışacak, ancak bu süreden sonra polikilinikte hasta görebilecek seviyeye gelecektik. Benden kıdemli olarak Dr. Adnan Öbek, Dr. Hakkı Karataş, Dr. Füsun Başdaş, Dr. Muammer Parlak ve Dr. Akın Aktaş, eş kıdemli olarak ta Dr. Mahir Kaya olmak üzere 7 asistan birlikte çalışıyorduk. Daha sonra bu kadroya Dr. Orhan Külahçı ve Dr. Ersan Nail Erinç te katıldı. Arkadaşlarımız arasında çok mükemmel bir uyum vardı. Özellikle Adnan, Akın ve Mahir Beyler’in başrolde olduğu şakalaşmalarımız, bazen kontrolden çıkar, hocalara kadar uzanırdı. Arkadaşlarım sağolsunlar beni hiç incitmediler, ihtisas süresi boyunca ilişkilerimiz hep karşılıklı sevgi ve saygı ekseninde cereyan etti. Hattâ bir sohbet sırasında arkadaşlara: “Arkadaşlar! Cildiye ihtisasının kolay olacağını tahmin ediyordum ama doğrusu bu kadar rahat ve kolay geçeceğini de beklemiyordum. Bunda en büyük pay sizlere ait, hepinize teşekkür ederim!” dediğimi hatırlıyorum.
Kliniğimizin değerli sekreteri, hemşireleri ve yardımcı sağlık personeli ile de çok verimli bir işbirliği içindeydik. Özellikle; Akın Bey’in ayakkabı fırlatma hedefi olan Naim Efendi, patoloji spesmenlerimizi titizlikle hazırlayan Selim Efendi, poliklinik hastalarını koyduğu tanılarla birlikte içeriye gönderen Dursun Efendi, sosyetik Kemal Efendi… hala zaman zaman hatırladığım değerli insanlar!
Göreve başladığımda gerek bende gerekse hocalarımızda mevcut olan tedirginlik kısa sürede ortadan kalktı. İnsanlar birbirlerini yakından tanıyınca önyargıların bertaraf edilmesi kolay oluyor. Bunda benim tecrübeli bir klinisyen olmamın ve hastalarla kolaylıkla iletişim kurabilmemin de rolü olduğunu zannediyorum. Aslında hocalarım çok iyi niyetli ve hayır elli insanlar idi. Özellikle Ayten Hanım’ın açıktan veya örtülü hayırlarına çok şahitlik ettim. Sabahat Hanım da aslında çok inançlı bir insandı. Öyle ki Ramazan aylarında hanımlar arasında cemaat oluşturup teravih kıldıkları söylenirdi. Ama piyasadaki genel geçer bazı kanaatler, özellikle başörtüsü konusunda keskin önyargılar oluşmasına sebep oluyordu ama zamanla bunlar da yumuşadı çok şükür.
Ayten Hanım’ın geniş teorik bilgilerinden, Sabahat Hanım’ın zoonozlar başta olmak üzere her alandaki pratik tecrübelerinden ve dermatopatoloji konusundaki tartışılmaz hakimiyetinden, Gönül Hanım’ın öne çıkan dermatokozmetoloji ile ilgili uygulamalalarından çok istifade ettik. Başta değerli kardeşim Hakkı Karataş olmak üzere kıdemlilerimizden de çok şeyler öğrendik.
Kliğimizin çalışma düzeni gereğince her ay bir hocamız sorumlu oluyor, Pazartesi günleri de bütün hocaların katıldığı büyük vizit yapıyoruz. Bir gün servise kızıl benzeri döküntüleri ve ateşi olan 12-13 yaşlarında bir çocuk yatırıldı. Çocukta; yaygın makülopapüler döküntüler, çilek dili, karın ağrısı ve orta derecede bir ateş var! İntramusküler penisilin tedavisi başladık ama çocuk rahatlamadı. 3-4 gün sonra bir yaş küçük kız kardeşi de benzer şikayetlerle abisinin yanına yatırıldı ve ona da aynı tedavi başlandı. Bir hafta sonra evin en küçüğü de benzer şikayetlerle başvurdu ve aynı odaya yatırıldı. Üç kardeş bir arada, yaptığımız tedavi işe yaramıyor, ne yapacağımızı şaşırdık! Büyük vizitte Sabahat Hanım; “Çocuklar, bunların durumu akrodinya’ya (civa zehirlenmesi) benziyor, etraflıca bir araştırın bakalım” dedi. Bunun üzerine yaptığımız soruşturmada; çocukların babalarının Ziraat Fakültesi’nin ahırlarında hayvan bakıcısı olarak çalıştığı, bir gün temizlik yaparken bir ahırda bulduğu içi sıvı dolu ağır bir şişeyi eve getirdiği, çocukların yere döktükleri bu parlak ve bilye gibi yuvarlanan madde ile uzun süre oynadıkları, bir kısmını da sobanın üzerine dökerek buharlaşmasını seyrettikleri bilgilerine ulaştık. Evden getirttiğimiz şişenin içindeki madde civa idi. Temas eden ve teneffüs edilen civa, çocukların bütün organlarını etkilemişti. Uzun uğraşlardan sonra ta İngiltere’den BAL (British Anti Lewisit) adlı antidotu temin ettik ve uyguladık. Çocuklar 1.5 ay kadar yattıktan sonra ancak düzelebildiler. Bu teşhis konulamasaydı muhtemelen üçüde kaybedilecekti. Kitabi bilgi önemli ama tecrübenin yeri başka!
Bir Pazartesi sabahı Ayten Hanım’la vizite başlıyoruz. Koridorun en başındaki özel odada, enfekte tinea pedisi olan bir öğretim üyemiz yatıyor. Odaya doğru ilerlerken, içerden gelen güzel bir koku dikkatimi çekti. “Hocam, içerde Balıkesir Esmen marka beyaz zambak kolonyası var” dedim. Hoca biraz da kaşlarını çatarak, “ta markasına varıncaya kadar nerden biliyorsun?” dedi. Odaya girdik, hastamızın hanımı hepimize kolonya ikram etti. Ayten Hanım kolonya şişesini aldı ve okudu: Beyaz zambak, Esmen, Balıkesir! Bana baktı, “Hocam, rahmetli dayım Balıkesirde astsubay olarak uzun süre görev yaptı, izne gelişlerinde hediye olarak hep bu kolonyayı getirirdi, oradan aşinayım” dedim. Koku hassasiyeti tıbbın diğer branşlarında olduğu gibi Cildiyede de oldukça önemlidir. Bazı hastalıkları sadece kokusundan yola çıkarak tanımak mümkündür. Daha sonra Amerika’da iken, “Body Odor in Dermatologic Diagnosis (Dermatolojik Hastalıkların Tanınmasında Vücut Kokusu) başlıklı bir makale yazarak bu özelliğimi değerlendirdiğimi düşünüyorum.
İhtisasımız sırasında 3 ay İntaniye, 3 ay da Dahiliye rotasyonu yapıyoruz. İntaniyede Şeysi Şerafettin Hoca’dan, Dahiliye’de değerli ağabeyim Mehmet Gündoğdu Hoca’dan çok şeyler öğrendik. Her iki hocamız da, hastanın klinik belirtileri ile laboratuvar sonuçları arasındaki uyuma çok önem verirlerdi. Özellikle Mehmet Gündoğdu Hoca’nın, böyle çelişkili durumlarda ellerini ovuşturarak, “Fesübhanallah! Hastalıklar da şaşırdı bilader” deyişi hâlâ aklımdadır.
Sabahat Hocamız’dan edindiğimiz dermatopatoloji tecrübesini belgelendirmek amacıyla kendisinden bir yazı istedim, ileride lazım olabilir düşüncesiyle! O da, kendisinin patoloji uzmanı sıfatı olmadığını, dolayısıyla istediğim yazıyı Patoloji Anabilim Dalı Başkanı Yrd. Doç. Dr. N. Engin Aydın’dan almamı, kendisinin de dekan olarak o yazıyı imzalayacağını söyledi. Sağolsun Engin Bey, laboratuvarında 3 ay süreyle volanter olarak dermatopatoloji eğitimi aldığımı belirten bir belge verdi. Makamına götürdüğüm belgeyi Sabahat Hanım, sonradan ne düşündüyse onaylamadı. Sonradan bu belgeyi İnönü Üniversitesi’nde doçentlik başvurusunda kullanmam sebebiyle hem benim, hem de değerli kardeşim Engin Bey’in başı ağrıdı. Demek ki haklı bile olsak nizami olmayan yollara tevessül etmemek lazımmış!
Erzurum’da olup ta rahmetli Naim Hoca’dan bahsetmemek vefasızlık olur! Merhum, Erzurum’un maruf simalarından idi. Aslı berbermiş, sonra imam olmuş, emekli olunca da sarraflık yaparak hayatını kazanmaya başlamış. Sarraflık yaparken de fahri imamlık ve vaizlik yapmaya devam etmiş. Bir Cuma günü vaaz etmek üzere kürsüye çıkmış ve: “Ey cemaat-i möhterem! Bögün size guslün farzlarını anlatacağım!”demiş. “Buyur Hocafendi!”. “Malum-u âlîleriniz, guslün farzı üçtür! Mazmaza i istinşak, bir! Cemi bedeni yuyup pak itmek, iki!”. “Üçüncüyü duyamadık Hocafendi!”. “Bir daha sayalım! Mazmaza i istinşak, bir! Cemi bedeni yuyup pak itmek, iki! Üçüncü neydi yav?”. “Biz ne bilelim Hocafendi?”. “Bilirsiniz, bilirsiniz, beni böyle ufak işlerle uğraştırmayın!” deyip kürsüden inmiş. Mazmazayı ayrı, istinşakı ayrı saymayınca bazen böyle karışıklıklar olabiliyor demek ki! Çağının Nasreddin Hocası olan değerli büyüğümüze rahmet diliyoruz!
Erzurum’da çok güzel günler geçirdik, dört kışını, dört yazını gördük, herbiri ayrı bir güzellikti. Arkadaşlarla birlikte pikniklere, dağ gezilerine, tabyalara gittik. Cağ kebabını, kadayıf dolmasını, üçlü iftarlıklarını severek yedik. Her gittiğimiz yeri beğendiğimiz gibi, soğuğuyla ünlü bu muhteşem şehrimizi de çok sevdik. Ama her güzel şeyin bir sonu olduğu gibi Erzurum günlerimizin de sonu yaklaşıyordu. Bu arada Nevşehir’den getirdiğim Yeşil Opel’i değerli arkadaşım Dr. İbrahim Yekeler’e sattım. Ertesi gün teslim edecektim ki o akşam, ehliyetsiz ve alkollü bir sürücü, babasından habersiz aldığı kamyonla oturduğumuz sitenin bahçesine daldı ve bizim Opel’i kullanılmaz hale getirdi. Arabayı hurdacıya sattık, oğlundan yaka silker hale gelen baba, zararımızı karşılamaya yanaşmadı, mecburen zararımızı telafi etmek için mahkemeye gitmek zorunda kaldık. Uzun bir süreç sonunda mahkeme lehimize sonuçlandı ama bu işten baba da ben de zararlı çıktık, kazançlı çıkan ise avukatlar oldu.
1991 yılı yaz başında, geçirdiği bir trafik kazası sebebiyle ihtisası uzayan Dr. Akın Aktaş, ben ve Dr. Mahir Kaya aynı gün uzmanlık sınavına girdik. Yaşı benden küçük olmasına rağmen, sevgili eniştemiz Dr. Akın Aktaş uzmanlıkta benden 1 saat kıdemlidir, dolayısıyla her görüşümde mutlaka saygıyla ceketimi veya önlüğümü düğmelerim!
Nevşehir’de başlayıp Erzurum’da biten başka enteresan bir hatıramı, sitemizin “Kısa Hikayeler” kısmında “Komiserlik Uğruna” başlığı ile okuyabilirsiniz.
Bu vesileyle, değerli hocalarım Prof. Dr. Ayten Ural ve Prof. Dr. Sabahat Kot başta olmak üzere ahirete intikal eden bütün Erzurum ahbabına ve yaranına Yüce Mevla’dan vasi rahmet, hayatta olanlara ise hayırlı ömürler diliyorum.
İhtisası tamamlayınca tayin için Sağlık Bakanlığı’na başvurduk. Boş olan yerler içinden Tekirdağ Devlet Hastanesi’ni seçtik ve gerekli evrakları teslim ettik. Bu arada hanımla birlikte Tekirdağ’a gittik, hastaneyi gördük, beğendik. O sıralar Tekirdağ Müftüsü olan değerli Hocam merhum İsmail Kırımlı’nın yardımıyla bir ev kiraladık, 15 günlük te kapora verdik.
Bekle bekle, bir türlü tayin haberi gelmiyor, ilgili tayin şubesi şefine soruyoruz, ilgisiz davranıyor. Bu durum uzayınca, o sıralar Sağlık Bakanı olan hocamız Dr. Yaşar Eryılmaz’a bir şikayet mektubu yazdım. Bir süre sonra durumu sormak için yanına uğradığım şef gülerek ve masasında duran mektubuma bakarak; “Gel bakalım beni bakana şikayet eden doktor bey!” dedi. Meğer şef Aksaray’lı imiş, oradaki cildiye uzmanı askere gideceğinden, onun yerine beni göndermeyi düşünmüş. Ama bir önceki arkadaşın ayrılma işlemi biraz gecikince bizim iş de gecikmiş. O görüşmede Aksaray Devlet Hastanesi’ne tayin edildiğimi öğrendim. Bir sevindim, bir sevindim, deme gitsin! Körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz! Aksaray bizim memlekete çok yakın güzel bir şehir. Erzurum’da uzun süre kalmama rağmen İbrahim Hakkı Hazretlerini iyi dinlememişiz demek ki: “Deme niçin şol şöyle, Yerincedir ol öyle, Bak sonuna sabreyle, Mevla görelim neyler, Neylerse güzel eyler!” Eyvallah değerli Üstad!