Amerika’dan döndük dönmesine ama Malatya’yı bıraktığımız gibi bulamadık. Turgut Özal Tıp Merkezi (TÖTM) inşaatı tamamlanmış. Epey bir karmaşa ile beraber yeni odalarımıza yerleştik. Odalarda pencere yok, aydınlatma, ısıtma, soğutma… her şey merkezi, yani parayla! Amerika’nın en sıcak yerlerinden biri olan Houston’daki bir hastane, hiç bir adaptasyona tabi tutulmadan, ılıman bir iklime sahip olan Malatya’ya aynen kopyalanmış. Neyse yerleştikten sonra arkadaşlar hoşgeline geldiler. “Amerika’da ne öğrendin, ne başardın?” diye sordular. “Ayda 1.800 dolarla, kendimi, hanımımı, 4 çocuğumu geçindirdim, hatta üstüne tasarruf bile ettim. Kimseyi kaybetmeden tek parça halinde de geriye getirdim! Bundan daha büyük başarı mı olur!” diye cevaplayınca diyecek bir şey bulamadılar!
Temmuz ayında rektörlük seçimi olacaktı. Mevcut rektörümüz devam etmek istiyordu ama çoğunluğun adayı dekanımız Mustafa Paç oldu. Sol cenah ise, Ankara’da Cumhurbaşkanı Demirel’e ulaşarak, “Malatya’nın elden gitmekte olduğunu ve merkezden bir kurtarıcı gönderilmesi gerektiği” fikrini işliyordu. Seçim yapıldı, Mustafa Paç 78, merkezden gönderilen halaskar, eski GATA komutanı Ömer Şarlak ise 69 oy aldı. Demirel, her zaman olduğu gibi Demirelliğini gösterdi. Mustafa Paç YÖK aşamasında elendi ve emekli bir paşa, bazı noktalarda çok ileri giden Malatya’yı hizaya getirmek üzere Üniversitemize, pardon kışlamıza, rektör olarak atandı. Şubat soğukları sanki Ağustos’tan itibaren başlıyordu!
Yeni rektör hızla tasfiye hareketine başladı. Mevcut dekan ve başhekim, çeşitli tezgahlarla görevlerinden alındı. Özellikle Mustafa Paç Hoca üzerine ciddi baskılar uygulandı. Önce bir iftira ile dekanlıktan alındı, sonra ameliyatlara girmesi engellendi, sonunda mecburen ayrılmak zorunda kaldı. Dekanlığa Dr. Özcan Ersoy, başhekimliğe ise Dr. Fatih Hilmioğlu atandı ama gerçek patron Fatih Bey idi. Zaten profesör olduktan sonra önce dekan ve sonra da rektör olacaktı.
Arkasından 28 Şubat postmodern darbesi geldi. Malatya, bu süreçte pilot bölge olarak seçilen yerlerin en başında geliyordu. Hava iyice ağırlaştı. Kendine yer ve imkan bulabilenler üniversiteden ayrılmaya başladılar. Bizim gibi garibanların gidebilecek bir yeri olmadığı gibi, birilerinin de kalıp hamamın namusunu kurtarmaya çalışması gerekiyordu. Demek ki, bu horlanan, bu öksüz bırakılan, ama bir o kadar da büyük davayı yüklenme noktasında bir küçük pay da bize düşecekti! Taşıyabilirsek ne büyük şeref!
Nasıl Doçent Olamadım-1
Amerika’dan dönmüşüz, yabancı dilimiz iyi, ortalamanın üstünde bir yayın sayımız var, 4 yılı aşkındır da öğretim üyesiyiz, artık doçent olsak fena olmayacak! Müracaatımızı yaptık. O zamanlar doçentlik sınavı yılda bir defa sonbaharda yapılıyordu. Kasım 2017’de İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesinde rahmetli Hocamız Prof. Dr. Dilek Kocabalkan Selçuki başkanlığındaki bir jüri önünde sınava alındık. Önce yayın aşamasında 3’e 2 oy çokluğu ile geçtiğim açıklandı. Kayseri ve Trabzon’dan gelen hocalar olumsuz not vermişlerdi. Sözlü sınavda da bu iki hoca çok ters davrandılar, neticeten 4’e 1 oy çokluğu ile başarısız olduk. Yazılı aşamasını geçmem biraz teselli sebebi oldu ama tabii ki üzülmüştüm.
Dönüşte, beni tanımaz etmez bu iki hocanın niye bu kadar olumsuz davrandığını araştırmaya başladım. PTT’deki bir arkadaşın yardımıyla, bu hocaların rektör yardımcısı Ersin Karagözler’in makam telefonundan müteaddit defalar arandığını tespit ettim. Ersin Karagözler beni tanımaz, ben de onu tanımam. Bu tezgahı Fatih Hilmioğlu’nun kurduğu belliydi, ama o zaman henüz doçentti, kendisini rektör yardımcısı olarak tanıtmanın daha etkili olacağını düşünmüş olmalı! Olayı zihnimde olgunlaştırdıktan sonra başhekimliğe gittim. Hilmioğlu, bu selamsız sabahsız girişe şaşırdı, konuşmasına fırsat vermeden; “Bana bak! Zaten darbenin ağır havası bize yetiyor! Bu sefer yayından geçtiğim için tolere ettim, ama bir daha etmem! Aynı şeyi bir daha yaparsan seni öldürürüm!” dedim. Yerinden doğrulur gibi oldu, “Beni tehdit mi ediyorsun?” dedi. “Tehdit etmiyorum, olacağı söylüyorum! Sana acımam, 2 çocuğun var, onlara acırım! Kendime acımam, 4 çocuğum var, onlara acırım! Sakın bir daha yapma!” diyerek kapıyı vurup çıktım. Ertesi gün Ersin Karagözler’den randevu alıp makamına gittim. Olanları anlattım ve bir daha telefonlarını bu tür işler için kullandırmaması gerektiğini ihtar ettim. Bir yardımcı doçentin makamında böyle üst perdeden konuşmasına adam da şaşırdı. Daha sonra, benim gibi ağırbaşlı ve sakin tabiatlı birinin nasıl böyle davranabildiğine kendim de şaşırdım! Demek ki insan keçeyi suya çalınca, kendinden hiç beklenmeyecek tavırlar sergileyebiliyor!
Fatih Hilmioğlu’nun enteresan bir geçmişi vardı. Babası Hilmi Soydan, Elbistan’lı bir toprak ağası ve CHP senatörüydü. 1978’de MHP’ye geçtiği gerekçesiyle, Elbistan’da THKO tarafından öldürülmüştü. Fatih Soydan bu olaydan sonra Hilmioğlu soyadını aldı. Babası solcular tarafından katledilen bir kişinin bize bu kadar şedit ve hasmane davranması ancak “Stockholm Sendromu” ile izah edilebilir bir durum olsa gerek!
Burada, Hilmioğlu’nun akıbetinin çok kötü olacağını kesine yakın olarak hissettiğim bir olayı da nakletmem gerekiyor: Hilmioğlu dekanken, çay getirip götüren, minyon yapılı, iki çocuk annesi dul bir kadın olan Zeynep Hanım’ı, bir-iki defa başörtüsünü çıkarması konusunda uyarıyor. Zavallı kadıncağız, ne yapsın! Yıllardır sürdürdüğü geleneksel yapısı bu! Başörtüsünü biraz geriye doğru çekerek bağlamaya çalışıyor ama Dekan Bey yutar mı! Her zaman olduğu gibi sinirli bir anında, çekiyor kadıncağızın başındaki örtüyü, atıyor yere ve üzerinde tepiniyor! Bu olayı duyduğumda; “Tamam” dedim, “Şimdi baltayı taşa vurdun!” “Bu yaptığın Gayretullah’a dokunur! Bizler, öyle veya böyle kendimizi savunuruz, en kötü ihtimalle gider dışarda kendimize yeni bir hayat kurarız. Ama, ekmeği ile inancı arasına sıkıştırdığın bu kadıncağızın gideceği bir yer yok! Atalar her bir şeyi söylemişler amma dinleyen kim! Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste! Zaten Allah hiçbir işi ihmal etmez, ama imhal eder!”
Yiğidi öldürelim amma hakkını da yemeyelim! Aslında Hilmioğlu, kendi davasına sadık, samimi, çalışkan dürüst bir idareciydi, lakin durduğu yer yanlıştı!
Nasıl Doçent Olamadım-2
1998 Kasım ayında Hacettepe Üniversitesi’nde ikinci defa doçentlik bilim sınavına girdim. Öncelikle çözülmesi zor bir vaka verdiler, anladım ki gidişat pek hayra alamet değil. Sınavda özellikle jüri başkanı negatif bir tavır içinde! Ben de bu halet-i ruhiye içinde çok iyi bir performans gösteremedim. Sonuçta oybirliği ile başarısız sayıldık. Jüri üyelerinin birisinden, içeride sosyal durumumun tartışıldığını ve yargılandığını öğrendim. Ertesi gün tekrar Hacettepe’ye gittim. Dermatoloji camiasında oldukça tanınan ve etkili bir kişi olan jüri başkanı olan hanımefendiye, önce dünkü misafirperverliğinden dolayı teşekkür ettim, memnun oldu. Arkasından, “Sınavda başarısız olmamdan ziyade, jürinin benim bilimsel yönümden ziyade sosyal yapımı değerlendirmesine üzüldüğümü, böyle bir yetkilerinin olmadığını, bilim camiasının içine düştüğü bu durumun esef verici olduğunu” vurgulayan bir konuşma yaptım. Şaşırdı tabii ki ama cevap vermesine fırsat vermeden çıkıp gittim! Bu davranış, “Nasıl olsa bunlar bizi doçent yapmayacaklar, hiç olmazsa biraz da biz onların canını sıkalım” değerlendirmesinin sonucuydu ama bu sefer keçeyi iyice suya çalmıştık! Bu sınava gelecek sene de gireceksin oğlum, akıbetin hayrola!
Nasıl Doçent Oldum!
Bu sorunun cevabını öğrenmek için sitemizin “Kısa Hikayeler” başlığı altında bulunan “Samsa Çavuş” hikayesini okumanızı rica edeceğim!
Nasıl Doçent Olamadım-3
Ankara’da doçent olduk olmasına da Malatya’da bir türlü doçent olamadık. Özlük haklarınızdan doçent olarak faydalanabilmeniz için üniversitenin size bir kadro tahsis etmesi gerekiyor. Hilmioğlu’nun dekan ve daha sonra rektör olduğu bir ortamda bu kadronun verilmeyeceği gün gibi aşikar. Benim hakkım olan kadro benim asistanıma verildi! Verene değil de, daha çok, hocalarını çiğneyerek bu rezilliği içine sindiren, vakti zamanında bizden görünen karakteri zayıf asistanımıza üzüldüm. Böylelikle asistanımız iki kıdemli hocasının tepesine anabilim dalı başkanı yapıldı. Mahkeme kanalıyla bu işi düzeltmek neredeyse 2 yılımızı aldı. Tam anabilim dalı başkanı olacakken, bu sefer de Erzurum’da birlikte ihtisas yaptığımız bir hanım arkadaş, Malatya’ya getirilip profesör yapılarak önümüz kesildi! İkinci defa aynı noktaya vardık! Ormanı kesen baltanın sapı bizden olduktan sonra kime ne diyelim!
Temeli Şarlak Paşa tarafından atılan, Fatih Hilmioğlu tarafından iyice yerine oturtulan bu süreçte, ben ve benim gibi düşünen arkadaşları kaçırabilmek için ciddi bir yıldırma (mobing) harekatı yürütüldü. Gerek bunlardan kurtulabilmek, gerekse verilmeyen özlük haklarımızı alabilmek için 15 civarında idari dava ile uğraşmak zorunda kaldım. Bir davanın; İl idare mahkemesi-Bölge idare mahkemesi-Danıştay zincirinde yaklaşık 2 yıl sürdüğünü düşünürsek harcadığımız emeği, yaşadığımız stresi varın siz hesabedin! Özellikle üniversite davalarına bakan Danıştay 8. dairesi, tamamen idare tarafında mevzilenmişti. Bu kadar davayla uğraşmamızın üç faydası oldu: 1. Sahip olduğumuz mevziyi korumayı başardık, 2. Hilmioğlu’nun canını çok sıktık, 3. İyi bir üniversite hukuku uzmanı olduk!
Ama kaybettiklerimizin haddi hesabı yok! Bu kadar davayla uğraşana kadar kaç yayın yapabilirdim, kaç öğrenci eğitebilirdim, kaç hastaya yardımcı olabilirdim… Sonuç; benim için kayıp, üniversitem için kayıp, ülkem için kayıp, herkes için kayıp oldu maalesef!
Neticeten; 28 Şubat imtihanını herkes kaybetti:
- Bizler kaybettik çünkü; karakter zaaflarımız, menfaatperestliğimiz, güce eğilmemiz, dayanıksızlığımız aşikar oldu. Büyük kısmımız kalburun altına geçti, az sayıdaki üstünde kalanımız da, bir sonraki iktidar dönemi sınavında sınıfta kaldık.
- Bu zulmü icra edenler kaybetti. Özellikle bizim örneğimizde baş aktör durumundaki Fatih Hilmioğlu kaybetti. 5 yılı aşkın hapis yattı, bu esnada gencecik bir evladını kaybetti. Allah sabır versin! O yere göğe sığmayan adam, şu anda Haberal’ın hastanesinde bir sığıntı durumunda.
Kumpas mumpas dediler amma, bu tokadı çoktan haketmişlerdi, sadece tokat ummadıkları bir yerden gelince şaşırdılar!
- Maalesef topyekün bir ülke kaybetti!