Üniversite Yılları

1973 yılının Eylül ayında, ODTÜ Kimya Mühendisliği bölümüne kaydımız yaptırıp hazırlık sınıfına başladık.Yapılan değerlendirme sınavında ben “C”, değerli lise arkadaşım Salim Kesekci ise “B” kategorisinde İngilizce öğrenmeye başladık. Eğitmenlerimizin çoğu yabancı, az bir kısmı da yerli idi. Öğleye kadar teorik bilgiler alıyor, öğleden sonraları ise laboratuvarda pratik yapıyorduk. Hazırlık okulu ODTÜ’nün girişinde, merkez kampüsten biraz uzakça bir yerde idi. Burada 9 ay süreyle oldukça verimli bir dil eğitimi aldık. Hocalarımızla ve arkadaşlarımızla güzel bir diyalog ortamı içindeydik.

1970-71 yıllarında (Erdal İnönü’nün rektörlüğü sırasında), ODTÜ’nün Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının karargahı haline getirilmesi, yaşanan olaylar, arkasından gelen 12 Mart muhtırası henüz tazeliğini koruyordu. Üniversitede, her zaman olduğu gibi sol görüş hakimdi ama mevcut sıkıyönetim ve askeri kontrol, kısmi bir rahatlık sağlamış görünüyordu. Dolayısıyla üniversite kampüsünde, kütüphanede, yemekhanede ve kantinlerde çok sıkıntı yaşamadık.

Bu sürede, Yenimahalle 5. durak Dereboyu Sokak 63 numaralı evde, rahmetli Hacı Annem ve Raşit Dayımla kalıyordum. Okula gidiş gelişlerim, 5. duraktan kalkan ve aynı yere dönen ODTÜ servis otobüsleri ile oluyordu. O dönemde rahmetli Hacı Annem’in içi tuğlalı, döküm taş kömürü sobasında yaptığı bulgur çorbalarının tadı hala damağımdadır.

1974 Haziran sonunda hazırlık okulunu başarıyla tamamladık. Ama benim ODTÜ’ye ve kimya mühendisliğine gönlüm ısınmamıştı. Doktorluk hayalim depreşti ve o yaz üniversite sınavına tekrar girdim. Eylül ayında, Erciyes Üniversitesi Gevher Nesibe Tıp Fakültesi’ni kazandığıma dair belge ulaştı. O yıllarda Kayseri Tıp Fakültesi, kendi alt yapıları henüz eğitime hazır olmayan; Eskişehir, Samsun, Sivas gibi fakültelerle birlikte Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde misafir durumunda idi. Hacettepe sisteminde de hazırlık sınıfı olduğundan, yapılan İngilizce muafiyet sınavını geçerek birinci sınıfa devam hakkı kazandım. Yani ODTÜ’de öğrendiğimiz dil, hem burada yıl kaybetmemi önledi, hem de ileriki yıllarda, özellikle akademisyenlikte çok işime yaradı.

Heyecanla birinci sınıfa başladık. Dersler komite usulü ile işleniyordu. İlk komitemiz de, temel bilimlerin işlendiği Fizik-Kimya-Biyoloji (FKB) idi. İki buçuk aylık eğitimin arkasından ilk sınavımızı olduk. Bir hafta sonra açıklanan sonuç listesinde adımın karşısında kırmızı kalemle “F” yazıyordu. Eyvah! Daha ilk sınavda çuvallamıştım! Kendimin, ailemin, çevremin… beklentilerini boşa mı çıkaracaktım! Neyse ki öyle olmadı! İlk sınavda yaşadığım bu başarısızlık herhalde bana kamçı tesiri yaptı ki fakülteyi ikincilikle bitirdim.

O zamanlar anarşinin her tarafta kol gezdiği yıllar! 12 Mart muhtırasından sonra biraz azalır gibi olan öğrenci olayları, 1974’te çıkarılan aftan sonra yeniden alevlenmişti. Okulda sol eğilim hakim durumda, ikinci sırada Ülkücüler, üçüncü sırada ise benim de dahil olduğum Akıncılar, bir de gününü gün etme derdinde olan Eyyamcılar! Her grubun bir başkanı var. Yürüyüşler, boykotlar, forumlar, sınıf basma ve boşaltmalar, mecburi tatiller birbirini takip ediyor. Hemen hemen hergün bir arbede yaşanıyor. Bu arada diğer okullardan kuvvet kaydırmaları yapılıyor. Değişen tek şey, dün kovalayan pozisyonunda olan grubun bugün kaçan pozisyonunda olması. Bu kovalamacalar, maalesef bazen hiç olmaması gereken hastane koridorlarında da oluyor.

Bu günlerden unutamadığım bir olayı da kaydetmeden geçemiyeceğim. Birinci sınıfa başladığımız 74 yılının Ekim veya Kasım aylarından bir gün arkadaşlarla yemekhaneden çıkmış amfilere doğru yürürken bir kaç el silah sesi duyuldu. Bir koşuşturmaca başladı. “Ahmet Tevfik Ozan, bir solcuyu” vurmuş dediler. Arkadaşları tarafından karga tulumba hastaneye doğru koşturulan solcu çocuğun tabanı delik deşik  ayakkabıları halen gözümün önündedir. Ahmet Tevfik Ozan, ülkücülerin önde gelenlerinden, Harputlu, şair ruhlu bir Anadolu çocuğu. Vurulan çocuk ta bir başka gariban Anadolu çocuğu! Vuran da gariban halkın çocuğu, vurulan da! Bu nasıl iş! Her ikisinin de hayatı kaydı! A. Tevfik Ozan yıllarca hapis yattı, hayatının en güzel yıllarını taş duvarlar arasında geçirdi. Vurulan çocuk ne oldu bilmiyorum. Tarih bilmem kaçıncı defa tekerrür etmişti. Sağ elimizdeki silahla sol ayağımıza, sol elimizdeki silahla sağ ayağımıza sıkmıştık gene. Halen de bu hikaye devam ediyor. Şu kadar farkla ki, bu sefer sağ elimizdeki silahla sol ayağımıza değil sağ ayağımıza sıkıyoruz!

Birinci sınıfın sömestr dönemi olan 75 yılının Şubat ayında, biraz da rahmetli babamın ısrarlı teşvikleri sonucunda nişanlandım ve sorumluluk alanım biraz daha genişlemiş oldu.

Birinci sınıfı, kaldığım komiteyi de telafi sınavında geçerek tamamladım. İkinci sınıf, tıp fakültesinin en zor sınıfı olarak kabul edilir. Özellikle anatomi dersinden çok çekinilir. Hem zorluğu, hem de kadavra diseksiyon işlemleri sebebiyle öğrencinin bir kısmı bu sınıfta havlu atar. İlk anatomi dersimizi veren Prof. Dr. Doğan Taner’in, tahtaya kalbi delen bir ok çizdikten sonra üzerine bir çarpı işareti koyup, yerine beyni delen bir ok çizdikten sonra; “İşe bir yanlışı düzelterek başlayalım arkadaşlar! Aşkın mahalli kalp değil, beyindir, beyin!” deyişini hala dün gibi hatırlarım.

İkinci sınıftan unutamadığım bir hatırayı da zikretmek isterim: İlk ders herhalde fizyoloji dersi idi. Bermutad çalışkanlar ilk sıradaki yerlerini almış hocayı bekliyorduk. Ben ikinci sırada oturuyordum. Boşluktan istifade şakalaşmalar, latifeler, belden aşağı fıkralar gırla gidiyor! Nasıl olduysa ben de havaya uydum ve ortama uygun bir fıkra anlattım! Tam önümde oturan, o zamana kadar hiç sesi çıkmayan ve kitap karıştırıyormuş gibi görünen Mücahit isimli arkadaşım arkaya döndü ve “Sana hiç yakışmadı Mustafa!” dedi. Kıpkırmızı kesildim! Tevekkeli dememişler: “Gönül ummadığı kişiye çok küser ve kırılırmış”. Daha sonra bu değerli arkadaşımın adını bir oğluma vererek bir nevi özür dilemiş oldum.

İkinci sınıfı da yüz akıyla tamamladıktan sonra Ağustos 1976’da evlendik. Ben tıp fakültesi 2. sınıf, hanım da Zübeyde Hanım Kız Meslek Lisesi 2. sınıf öğrencisi! Büyük cesaret! Ama atalar ne demiş: “Küllü cahilun cesurun!” Topraklıkta bir ev tuttuk. Kayınpeder aynı sokakta bakkal. Günlük ihtiyaçlar ordan, yıllık ihtiyaçlar köyden, devletten kredi, Nevşehir’deki bir dernekten de karşılıksız burs! Hanıma düğünde takılan altınları bozdurup bir piko makinesi aldık. Mahallenin çeyiz, piko, dikiş, nakış işlerini hanımla birlikte yapmaya başladık. Gelirimiz fena değil! Oh ne ala, keyfimiz yerinde!

Üçüncü, dördüncü ve beşinci sınıfları da yüz akıyla tamamladık. Bu arada 2 oğlumuz oldu, 1978 doğumlu Mehmet ve 1979 doğumlu Mücahit. Onlar da bize ayrı birer mutluluk ve motivasyon kaynağı oldular. Akşamları elimde kitap veya ders notu, ayaklarımda devamlı ağlayan Mehmet! Bazen de hanımın sardığı piko veya dantelaların artık iplerini temizliyorum. Eee, ne de olsa geçim ehliyiz!

Beş yılımızı geçirdiğimiz Hacettepe’de iyi kötü pek çok hatıramız oldu. Bunları yazmaya kalksam epey uzun kaçar. Sadece dikkatimi çeken bir hususu belirtip Hacettepe faslını kapatalım! Zannederim o yıllarda Tıp Fakültesi’nin 800 civarında öğretim üyesi vardı. Bizim yapımızdaki mahcup ve çekingen Anadolu çocuklarının rahatlıkla kapısını çalıp hallerini arzedebilecekleri hoca sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi. İlk aklıma gelenler: Prof. Dr. Kemal Özkaragöz, Doç. Dr. İbrahim Erkul, Doç. Dr. Ümit Akkoyunlu, Yrd. Doç. Dr. M. Ali Altın. Gidenleri rahmetle, kalanları minnetle anıyorum! Bu açıdan şimdiki öğrenciler ne kadar şanslı!

Gevher Nesibe Tıp Fakültesi’nin eğitim programı gereğince, altıncı sınıfı yani intörnlüğümüzü Kayseri’de geçireceğiz. O yıllarda tıp fakültesi, şu andaki Devlet (Eğitim ve Araştırma) Hastanesi’nin bulunduğu binalardan birinde misafir konumunda. O bölgeye yakın olan Sahabiye Mahallesi’nde bir ev tuttuk ve evimizi 1979 yılının Temmuz ayında Kayseri’ye taşıdık. Hacettepe’de aldığımız teorik eğitimi, Kayseri’de çok verimli bir şekilde uygulama imkan ve fırsatı bulduk. Gerek hocalarımızın, gerek kıdemli asistan ve uzman abilerimizin desteği ile çok esaslı bir eğitim aldık. Özellikle İbrahim Erkul Hoca’nın yönlendirmesiyle pediatrist olmaya karar verdim ve çalışma süremin önemli bir kısmını pediatri kliniğinde geçirdim. Burada geçen bir sene zarfında; Dr. Nihat Bengisu, Dr. Seyfi Şahin, Dr. Memduh Büyükkılıç gibi çok değerli insanları tanıma fırsatım oldu.

Kısa bir süre kalmamıza rağmen, Kayseri’nin sosyal yapısına da katılma imkanı bulduk. Necmettin Nursaçan Hoca’nın oturma sohbetlerinden, Hacı Kılıç Camii imamı Veli Hoca’nın arabaşı yeme talimlerinden, Tuzcu Hoca’nın nasihatlerinden, Develi’li Ahmet Efendi’nin irşatlarından, Ahmet Coşkun, Eflatun Saygılı, Abdülhamid Bayırbaş ve Şefaeddin Severcan’ın vasi bilgilerinden istifade etmeye çalıştık.

O günlerde İran’da rejim devrilmiş ve Humeyni iktidara gelmişti. Rektörümüz Prof. Dr. Hüseyin Sipahioğlu, aynı zamanda dahiliye hocamızdı, beni de severdi. Beşinci sınıfta iken bıraktığım sakalımdan dolayı zaman zaman bana “Humeyni” diye hitap eder, “Lan oğlum, bu senin adamın, İran’da adam komadı astı!” diye takılırdı. Mezun olmamıza kısa bir zaman kala, değerli arkadaşım Hamit Doğan’ın ardından fakülte ikincisi olduğum kesinleşti. Rektör Bey, mezuniyet törenine bir kaç gün kala beni çağırdı: “Mustafacığım, tebrik ederim, ikinci olmuşsun. Üç gün sonra mezuniyet merasimi yapılacak. Törende vilayet protokolü de bulunacak. Size ödül verilecek. Şu sakalını kessen, bir de gravat taksan” dedi. O zaman sahip olduğumuz halet-i ruhiye ile: “Teşekkür ederim Sayın Hocam! Sakalımı kesmeyi ve gravat takmayı düşünmüyorum. İsterseniz törene gelmeyeyim” dedim. Bunun üzerine yumuşadı ve “Ne münasebet, memlekette demokrasi var, hürriyet var” diyerek işi tatlıya bağladı. Böylelikle Haziran 1980’de Gevher Nesibe Tıp Fakültesi’nin dördüncü dönem mezunları olarak genç tıbbiyeliler ordusuna katıldık. Tıp Fakültesi diplomamdaki fotoğrafım sakallıdır. Enteresandır ki, bu diplomayı, aradan 3 ay geçtikten sonra gerçekleşecek olan 12 Eylül darbesinin sağlık bakanı general Necmi Ayanoğlu, herhalde gözünden kaçtığı için, onaylamıştır.

Temmuz 1980’de kendi memleketim olan Nevşehir-Uçhisar Sağlık Ocağı’nda göreve başladım.

Ek: Eflatun Abi

Tıp fakültesinin diğer sınıflarını Hacettepe Üniversitesi’nde misafir öğrenci olarak tamamladıktan sonra, Kayseri Üniversitesi Gevher Nesibe Tıp Fakültesi son sınıf öğrencisi (intörn) olarak 1979 yılının Temmuz ayında Ankara’dan Kayseri’ye taşındık. O zaman şimdiki kampüs henüz inşa halinde olduğundan, Tıp Fakültesi, Devlet Hastanesi’nin bir bölümünde faaliyet gösteriyordu. O yıllarda ciddi bir asistan eksikliği vardı, dolayısıyla intörn olarak bizler de aynen asistanlar gibi çok yoğun bir tempoyla çalışıyorduk. Böylelikle, Hacettepe’de aldığımız teorik bilgileri burada en iyi bir şekilde uygulama imkanı bulmuş olduk. Bu yoğun tempo içinde değişik servisleri dolaşırken bize yardımcı olan, yol gösteren asistan, uzman ve öğretim üyesi seviyesinde birçok ağabeyimiz oldu. Dr. Nihat Bengisu, Dr. Seyfi Şahin, Dr. Memduh Büyükkılıç, Dr. Selim Kurtoğlu ilk anda aklıma gelenler.

Özellikle Dr. Nihat Bengisu ağabeyin katkılarını ve yardımlarını unutmak mümkün değil. Onun sayesinde, hem hastanede hem de şehirde pek çok insanla tanıştık, kısa sürede bizim de kendi çapımızda bir çevremiz oluştu. Böylelikle tanıştığımız kişlerden birisi de, havacı kıdemli başçavuş Eflatun Saygılı idi. İslami bilgi ve şuuru son derece yüksek, hitabeti etkili, hoş sohbet bir kişiyle tanışmak beni son derece mutlu etmişti. Bir astsubayın sahip olduğu bu özellikler sıra dışı idi. Zamanla ailelerimiz de tanıştı. Ben tıp fakültesi ikinci sınıfta iken evlenmiştim ve o sırada 2 oğlum vardı. Eflatun Bey’in de Bilal ve Hilal adında 2 çocuğu vardı. Hafta sonlarında, Hava Lojmanları’ndaki evlerinin küçük arka bahçesinde, Nihat Ağabey’in de çocukları ile beraber katıldığı küçük pikniklerde yaptığı ciğer şişlerin tadı hala damağımdadır.

O yıllar, anarşinin zirve yaptığı yıllardı. Biz de bir çıkış yolu, bir ışık, belki de bir kurtarıcı arıyorduk. Bu arayış; değişik fikir adamları, tasavvuf ocakları, dergiler, kasetler, kitaplar arasında gel-gitlerle devam ediyordu. Eflatun Bey’den duyduklarımız, orijinal ve cins bir fikir odağı ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyordu. Daha önce, tasavvufi saikler ve merak sebebiyle, Memduh Bey’le birlikte, hemşehrisi olan Develi’li Ahmet Efendi’yi ziyaret etmiş ve oldukça etkilenmiştim. Ahmet Efendi, Yahyalı’lı Hacı Hasan Efendi’ye bağlı bir nakş-ı bendi dervişi idi. Bu iki güzel insanı buluşturup, tasavvufa biraz mesafeli duran Eflatun Bey’i bu konuda yumuşatabilir miyiz sorusu aklıma takıldı. Bu düşüncemi Memduh Bey’e açtım, o da olumlu karşıladı. Bir Cumartesi günü Develi’ye gittik. Öğle namazını Ahmet Efendi’nin arkasında kıldıktan sonra ikindi namazına kadar süren bir sohbet oldu. Ahmet Hoca, bir assubayda gördüğü islami bilgi ve şuurdan çok etkilendiğini ve memnun olduğunu, Eflatun Bey ise Hocaefendi’nin hitabet tarzının ve yumuşak üslubunun çok güzel olduğunu ifade etti. İkindi namazını da kıldıktan sonra müsaade istedik. Eflatun Bey çıkınca Ahmet Hoca: “Çok güzel bir insan, keşke adını da değiştirse, daha güzel olur” dedi. Arabada bu tavsiyeyi Eflatun Bey’e aktardığımızda güldü ve taşı gediğine koydu: “Önce Hocaefendi soyadını bir değiştirsin, sonra biz de düşünürüz” dedi. O zaman Ahmet Efendi’nin soyadı İslamoğlu değil, “Kont” idi.

Kayseri’de kaldığım yaklaşık 1 sene süresince Eflatun Bey’le haftalık sohbetlerimiz devam etti. Bu zaman zarfında; onun aracılığı ile, Cumali Bey isimli Sarız’lı bir emekli assubayla, Abdülhamit Bayırbaşı isimli bir imam hatiple, Şefaettin Severcan isimli bir ilahiyat öğrencisi ile de tanışma fırsatımız oldu.  Bu arada, Eflatun Bey’in kayınbiraderi, Ankara’da kuyumculuk yapan emekli assubay Süleyman Arslantaş vasıtasıyla Rahmetli Ercüment Özkan ve İktibas Dergisi ile de tanışma imkanı bulduk.

Tıp Fakültesi’nden mezun olduktan sonra, kendi memleketim olan Nevşehir’in Uçhisar Kasabası’na tayin oldum. Eflatun Bey’le dostluğumuz bu görev sırasında da devam etti. Uçhisar Sağlık Ocağı’nda çalışırken, sekreterimiz Esat Bey’in Göreme Kasabası’ndaki kayadan oyma evinde bir gece, Eflatun Bey’in konuşmacı olduğu bir sohbet tertipledik. Yaklaşık 50 kişinin katıldığı bu sohbet, yaklaşık 2 saat kadar sürdü. Eflatun Bey, dinleyenlerin katkılarını ve yorumlarını sorduğunda çeşitli sorular soruldu, cevaplar verildi. Bu arada yaşlı bir amca söz aldı: “Evladım! Allah senden razı olsun! Senden, daha önce hiç duymadığım bilgiler ve fikirler duydum. Bu bilgilerin bir assubayın ağzından çıkması da ayrı bir şükür vesilesi! Konuşmanın ilk 45 dakikası harfiyyen hatırımda, istersen tekrarlayabilirim! Ondan sonra 15 dakika ara verdin ve bir sigara yaktın! O andan itibaren dikkatim tamamen dağıldı, ‘bu güze ağıza bu sigara yakışmadı’ diyerek hayıflandım, konuşmanın ikinci kısmından hiçbir şey anlamadım” dedi. Bunun üzerine Eflatun Bey: “Değerli amcacığım! Madem bu sigara benim tebliğ görevime engel oluyor! Sana söz veriyorum, şu andan itibaren sigarayı bırakıyorum” dedi. Bu toplantının yapıldığı zaman, 12 Eylül darbesinden bir kaç ay sonraydı ve gece sokağa çıkma yasağı vardı. O gece Göreme’li olanlar evlerine gittiler, Nevşehir’den, Uçhisar’dan ve Kayseri’den gelenler ise o evde geceledik. Bu olayı Eflatun Bey geçenlerde yaptığımız bir telefon görüşmemizde hatırlattı ve o toplantıyı istihbarat birimlerinin takip ettiğini yıllar sonra bir münasebetle öğrendiğini nakletti. Demekki, doğru ve samimi olarak yapılan işleri gizlemeye çalışmanın çok da bir faydası yokmuş!

Eflatun Abi’yle irtibatımız hemen hemen hiç kesilmedi. Zaman içinde İzmir’de ve Kahramanmaraş’ta yüzyüze görüşmelerimiz oldu. Halen de zaman zaman telefonla görüşmelerimiz ve dertleşmelerimiz devam ediyor. Fikri yapımın oluşmasına önemli katkıları olan değerli Ağabeyim’e hayırlı ve bereketli ömürler diliyorum.

Ekim 2018

Bizim Nesil*

(Corona virüs ile kırımın ilk hedefi olacağı söylenen 60-80 yaşında olan nesil…)

Kimdir Bunlar?

1940 ile 1960 yılları arasında bu dünyaya merhaba demiş, en genci 60, en delikanlısı 80 yaşında,

Hâlâ 18’lik İdeallerinin Peşinden Koşan Hesapsız Bir Nesil..

Okulda ABD ürünü süt tozu içirilerek, sandeviç yedirilerek beslenmiş bir garip nesil…

Hiç birinin renkli çocukluk resmi olmamış…

Bazılarının ise hiç bebeklik, çocukluk resmi olmamış…

Hiç biri kreş, dershane, özel okul görmemiş…

Ama hepsi, profesörlere ders verecek kadar bilgi sahibi olan bir tuhaf nesil…

Harp görmüş, darp görmüş…

Baskı, çatışma görmüş…

En azı 5 ihtilal, 6 muhtıra, 7 post-modern darbeden sağ salim paçayı yırtmış…

En azı 10 ekonomik krizden nasibini almış…

Tecrübe abidesi, yoklukla terbiye edilmiş, direnç abidesi bir nesil…

Bu nesil özel bir nesil, birbirini vatan için katletmiş…

Vurmuş, vurulmuş…

Dövmüş, dövülmüş…

68’liler de 78’liler de bu neslin deli tayları, bu nesil üretim harikası mı yoksa üretim hatası mı tartışılır ama, bu neslin istisnasız tamamı, karşılıksız, hesapsız bu vatanı sevmiş…

1940 ve 1960 yılları arasında doğanlar gerçekten özel üretim, kardeşlik ve paylaşma duygusu zirve yapmış…

Çok kitap okumuş, en azı liseyi bitirmiş, hayatı yaşayarak öğrenmiş…

Bir çoğu, okurken çalışarak okul harçlığını çıkarmış…

Ne ailesine, ne devletine ekonomik yük olmamış, geneli bir baltaya sap olmuş, ezilmiş ama ezik kalmamış…

Eğilmemiş, el etek öpmemiş, aç yatmış, kuyruğu dik tutmuş…

Kan kusmuş, kızılcık şerbeti içiyorum demiş, şahsına münhasır özel bir nesildir…

Görevini, sorumluluğunu bilen…

Onuru için bir pireye bir yorganı yakan, öfkeli, hırçın, bir acayip nesil bu 1940 ile 1960 arasında doğan dinozorlar…

İyi bakın; son kalan, yumuşak gözüküp indiği yeri dağıtan bu neslin öfkesinden sakının…

Bunlar kimi sokakta oyun arkadaşım, kimi ilkokul arkadaşım…

Kimisi de, ömrümüzü adadığımız bir ideal uğruna mücadele vermiş yol arkadaşım…

Sizin çevrenizde de bunlardan kalan varsa bunları korumaya alın…

Çünkü bunların nesilleri tükendi, üretimi sonlandı…

Bu nesil neden özel biliyor musunuz..?

Bu neslin üzerinden silindir gibi devlet, dozer gibi dünya milletleri geçti…

Hayat bu nesli sınadı, öğüttü ama tüketemedi…

Bu çarktan kurtulabilen şükretmeyi, tevekkülü, sabırlı davranmayı, yaşamayı, hayatta kalmayı bildi…

Bu nesil; ihanetin acısını, dost hançerinin sancısını tattı, yoldaşlığı, arkadaşlığı, son lokmayı paylaşmayı, sadakati ve vefayı unutmadı…

Bu nesil; katıdır, aksidir, delidir, serttir…

Bir o kadar da merttir, hoşgörülü ve merhametlidir…

Yaşarken öğrendikleri bilgi ve kaybederken edindikleri tecrübe, bu neslin en büyük servetidir…

Yani 1940 ve 1960 yılları arasında doğan bu dinozorlar, tam müzelik ve antika bir nesildir…

Onun için, 1940 ile 1960 arasında doğmuş, hâlâ inadına yaşayan; ana, baba, amca, dayı, teyze, hala, yenge, dede, anneanne, babaanne, her neyiniz varsa değerini bilin..!

Çünkü bunlar elinizdeki son değerli hazinelerinizdir…

Oturun onlarla konuşun, dinleyin, onlardan geçmişi öğrenin…

Sonra arar da bulamazsınız…

Çünkü onlar, yakın tarihin son canlı kaynak kişileri, iki ayaklı sözlü yakın tarih kitaplarıdır…

Benden söylemesi!

Vesselam!

* Değerli Kardeşim Prof. Dr. Davut Aktaş’tan alıntıdır.

Ben de Delemezdim

Bağdat padişahı kuyumcubaşını çağırtmış. “Kuyumcubaşı, Sultan Hanım’ın doğum günü yaklaşıyor! Git, çarşıyı pazarı dolaş, dünyanın en değerli mücevherini bul getir, doğum gününde kendisine hediye edelim, demiş.

“Başüstüne haşmetli padişahım” diyen kuyumcubaşı, Bağdat çarşısını dolaşmış, sormuş, soruşturmuş, elinde portakal büyüklüğünde bir elmas ile padişahın huzuruna çıkmış. “Bu ne kuyumcubaşı?” “Emrettiğiniz üzere, dünyanın en değerli mücevheri azametli padişahım! “Oğlum, Hanım Sultan bunu ne yapacak? Yenilmez, içilmez! Bari buna bir kulp taktır da, gerdanlık veya kolye niyetine boynuna taksın!

“Başüstüne Efendimiz” diyen kuyumcubaşı, Bağdat Çarşısı’nın en usta kuyumcusunun kapısını çalmış! “Selamünaleyküm Numan Ustam!” “Aleykümselâm kuyumcubaşım,  hayrola, hangi rüzgar attı sizi buralara?” “Ustam, şu elmasa bir kulp takılacak, sebeb-i ziyaretim budur!” Elması alan ustanın elleri titremeye başlamış! “Ben buna delik açamam kuyumcubaşı!” “Niye ustam?” “O kadar kıymetli ki, elim titrer, ufacık bir hata kırılmasına yol açar, bu da padişahımızın hiç hoşuna gitmez herhalde!” “Peki ne yapacağız?” “Şam’da benim de ustam olan Halit Usta var, bir de ona gösterseniz!”

“Kuyumcubaşı pürtelaş Şam yolunu tutmuş! Araya sora Halit Usta’yı bulmuş, meramını anlatmış. Elması gören Halit Usta’nın da elleri titremeye başlamış ve: “Ben buna, değil delik açmak, elimi bile süremem!” demiş. “Ne yapacağız ya?” “Bu işi yapsa yapsa, Hindistan’daki ustaların ustası Gulam Ali Usta yapabilir, bir de ona gösterin!”

“Kuyumcubaşı süklüm püklüm geri dönmüş, durumu padişaha arzetmiş. Padişah küplere binmiş! “Sana 15 gün müsade! Bu işi hallettin hallettin, yoksa kelleni alırım!” demiş.          Kuyumcubaşı can havliyle Hindistan’ın yolunu tutmuş! Zahmetli bir yolculuktan sonra ustaların ustasını bulmuş, durumu anlatmış! “Aman ustam, ocağına düştüm, bu işi yapsan yapsan sen yaparmışsın! Şu elmasa bir delik aç ta başımı kurtarayım!” demiş. Usta, atölyede çalışmakta olan çırağına seslenmiş! “Ahmet!” “Buyur ustam!” “Şunu del de getir!” “Başüstüne ustam!” Elması alan çırak, içeri geçmiş, tık diye delmiş, geri getirmiş! “Ustam sen ne yaptın?” “Bu elması ben de delemezdim, çünkü kıymetini biliyorum. Çırağım ise devamlı yaptığı rutin ve sıradan bir iş olarak gördü ve deldi getirdi!” demiş.

Kıssadan hisse: Çok sakınan göze çöp batar!

Ortaokul-Lise Yılları

1967 Haziran’ında ilkokulu bitirdikten sonra, rahmetli Raşit Dayımla birlikte Ağustos ayında Nevşehir Lisesi Orta Kısmına kaydımı yaptırdık. Dayım, beni ortaokul yıllarından arkadaşı olan müdür başyardımcısı ve Türkçe öğretmeni Göreli Ali Osman Alırsatar’a, “eti senin, kemiği de senin” diyerek emanet etti. Böylelikle rahmetli Ali Osman Bey, 6 yıl boyunca hem velim hem de öğretmenim oldu. O sıralar, rahmetli babam Almanya’da idi ama zaten burada olsa da o işlere fazla ayağı yatkın değildi. Rahmetli, ne ilkokul, ne ortaokul, ne lise, ne de üniversite binalarıma bir defacık bile olsun uğrama imkanı bulamamıştı!

Eylülde ortaokul eğitimine başladık. Sabah minibüsle Uçhisardan Nevşehire geliyor, akşam da aynı şekilde Uçhisara dönüyorduk. Bu gidiş gelişler 6 yıl boyunca böylece devam etti. Taşımacılıkta ağırlıklı yükümüzü rahmetli Garip Ahmet Abi çekmiştir. Bununla birlikte, zaman zaman, Faik Kumaş, rahmetli Muharrem Vursak, Hacı Behçet (Mehmet Yüksel) ve Hacı Dekta (Mehmet Altuğ) Abiler de kahrımızı çektiler. Garip Ahmet başta olmak üzere hepsine de teşekkür ve minnet borçluyuz. Paralı parasız, icabında cebimize harçlık koyarak bizi götürüp getirdiler. Ahirete intikal edenlere Allahtan gani gani rahmet, hayatta olanlara hayırlı ömürler dilerim. Nadiren bisikletle de gidip geldiğim olmuştur.

Öğle aralarında, mevsimine göre evden getirdiğimiz ekmek, peynir, yumurta, domates gibi malzemelerden oluşan nevalemizi alır, okulun alt taraflarında bulunan ve öz denen bahçelere inerdik. Bazen meyve ve ceviz başakladığımız da olurdu. Nadiren Meteris Meydanında bulunan bakkal Muhittin Amcadan yarım ekmek arası kavurma alırdık ki o gün midelerimiz bayram ederdi. Beraber ortaokula başladığımız ve bir kısmıyla aynı, bir kısmıyla ayrı sınıflarda okuduğumuz; İbrahim Salaç, Hakkı Turaç, Erkan Aksoy, Hüseyin Abalı, Aybar Til, Mevlüt Doğuş, Ahmet Piyaslı gibi arkadaşlarımın büyük bir kısmı okulu bitiremeden havlu attılar, bir kısmı da ortaokuldan sonra sanat okuluna devam ettiler. Yani bu gruptan benden başka lise mezunu çıkmadı.

Sınıfım 1-A, okul numaram 616 idi. Sınıfın pencere tarafında, iki sıra kız öğrencinin arkasında yer alan üçüncü sırada üç arkadaş birlikte oturuyorduk. Ben, Mustafa Asım Günalp ve Cengiz Alırsatar. Sınıfımızda, işleri güçleri dersi kaynatmak olan oldukça haşarı arkadaşlarımız vardı, bunların başında da şu anda Mersinde kuyumculık yapan değerli kardeşim Feridun Akın gelirdi. Bir kısım arkadaşlar da her türlü sporla meşgul olurlar, bundan dolayı da ders çalışmaya fırsat bulamazlardı, bu gruba da İstanbulda benim gibi emeklilik yapan Mahir Palamut kardeşimi örnek verebilirim. Ben ise, sınıfın sessiz-sakin, kendi halinde ama çalışkan tarafında yer alıyordum. Ortaokul yıllarıma ait, aklımda yer eden iki hatıramı nakletmek isterim:

Zannederim orta üçte idik. Türkçe öğretmenimiz Ali Osman Ağa yazılı yapıyordu. Ali Osman Bey, sertliği ve disiplini ile meşhurdu. Müdür başyardımcısı olarak, Lisede kendisinden habersiz kuş bile uçurtmazdı. Eline düşen de, okkalı bir kaç tokadını yemeden paçayı kurtaramazdı. Soruları yazdıktan sonra cevaplamaya başladım. Benim için oldukça kolay sorulardı. Yanımda oturan Mustafa Asım zaman zaman kağıdıma bakıyor, bazen de kısık sesle bir şeyler soruyordu. Onun yanında oturan ve Ali Osman Beyin yeğeni olan Cengiz de Asımdan kopya çekmeye çalışıyordu. Başımıza geleceği hissettim ama yapacak bir şey yok! Yavaşça “oğlum bari benim yazdıklarımı aynen yazmayın, biraz değiştirin, ben ‘taş’ yazdıysam biriniz ‘kaya’, diğeriniz ‘toprak’ yazsın dedim. Bir hafta sonra Ali Osman Bey yazılı sonuçlarını okudu ama listede üçümüzün isimleri yoktu. Ben parmak kaldırdım ve “benim yazılı sonucumu okumadınız öğretmenim” dedim. Ali Osman Bey; “okuyacaam” dedikten sonra üçümüzü tahtaya kaldırdı. “Bu cevaplar sana ait, yazılı kağıdın da tam not aldı, ama bu tembel deyyuslara yardımcı olduğun için sıfır aldın” dedi ve okkalı tokadı yüzümde patladı. Mustafa Asım’a “bu çalışmadığın için, bu da kopya çektiğin için” deyip iki tokat aşketti. Cengiz’e gelince, “ bu çalışmadığın için, bu kopya çektiğin için, bu da yeğenim olduğun için” diyerek üç tokat yerleştirdi. Demek ki arkadaş hatırına bazen sirke içip bal içtim demek gerekiyormuş!

1970 Haziran’ında ortaokulu başarı ile tamamladım. Lisenin bahçesinde sıralandık, kapanış ve bayrak devir-teslim törenini beklemeye başladık. Sıraların arka taraflarında bir kaç öğretmen asayişi sağlamak amacıyla geziniyorlar. İçlerinden özellikle müdür muavini ve kimya öğretmeni Rıfat Kaymak, sertliği ile maruf! Kendisi bizim deslerimize girmiyor ama şöhretini duymayan yok ki! Dolayısıyla biz sıramızda mum gibi bekliyoruz. Rıfat Hoca, tam bizim sınıfın hizasında durdu ve ciddi bir eda ile, “Mustafa, gel bakayım buraya” diye bana seslendi. İçimden “Eyvah! Ne yaptım acaba” diye söylenerek yanına vardım ve “Buyurun Hocam “ dedim. Ben tokat beklerken Rıfat Hoca, “Gelecek sene Lisenin kantinini sen çalıştıracaksın, törenden sonra orayı devralacaksın, ortalıktan kaybolma!” deyince şaşırdım kaldım. Şimdi nereden icabetti bu durum. Ne kantini, ne çalıştırması, sadece bir kaç defa kağıt-kalem aldığım kantinden ben ne anlarım! “Hocam ben yapamam” deyince, “Niye yapamazmışsın bakayım” dedi Rıfat Hoca. “Hocam ben ticaretten anlamam, ne nerden alınır, nerde satılır bilmem. Ayrıca ben köyde oturuyorum, sabah akşam minibüsle gidip geliyorum. Yani kantin işine ayıracak vaktim de olmaz” diye mazeret beyan etmeye çalıştım. Rıfat Hoca, “Kararımız kesin, bu işi yapacaksın, biz sana yardımcı oluruz” diyerek son noktayı koydu. Törenden sonra kantine geçtik, benden önce kantini işleten değerli ağabeyim, başmümessil Muzaffer Doğan’dan kantini devraldım. Beni bu kantin işine kimin önerdiğini bilmiyorum ama muhtemelen Ali Osman Bey’in tavsiyesi etkili olmuştur diye tahmin ediyorum.

Aynı yılın Eylül’ünde artık lise öğrencisi idik. O zamanlar liselerde fen ve edebiyat olmak üzere iki bölüm vardı. Ben edebiyata ve tarihe olan yatkınlığım sebebiyle edebiyat bölümünü seçmiş ve 4 Ed-A sınıfı öğrencisi olmuştum.

Bu arada kantin işini de hızla kavramıştım. Kantin, sol kapıdan girilince ikinci kata çıkan merdivenlerin altında yer alan küçük bir alan idi. Yıl başında öğretmenler ve öğrencilerden makbuz mukabili aldığımız küçük meblağlar sermayemizi oluşturuyordu. Rahmetli babamın bakkallığı döneminden tanıdığı İnceler Ticaret’in katibi ve ortağı olan Mehmet Varol bana bu işte çok destek oldu. Pazartesi erkenden oradan aldığım malzemeleri kantine getiriyor, hafta boyunca ders aralarında onları satıyor, parasını da Cuma günü ders bitiminde Mehmet Abi’ye teslim ediyordum. En çok satılan malzemeler; kağıt, defter, kalem, silgi gibi kırtasiye kalemleri ve sandeviç, bisküvi, lokum, çikolata, özellikle de o sıralar yeni çıkmış olan Çokomel idi. Sermayedarlarımıza; ilk yıl sonunda %150, ikinci yıl sonunda %100, üçüncü yıl sonunda ise %50 kar payı dağıttık. Lise bitmeseymiş bu gidişle sermayeyi kediye yükleyecekmişiz. “Acer testinin suyu soğuk olur” atasözü bir kere daha doğrulanmıştı. Kantin işletmeciliği, 3 yıl boyunca öğle yemeklerimi, kırtasiye masraflarımı ve gündelik harçlığımı sağlamış, zaten zor durumda olan aileme yük olmadan lise eğitimimi tamamlamama vesile olmuştu.

Öğretmenin öğrenci üzerindeki etkisi tartışılmaz. Bu konuyu, olumlu ve olumsuz iki örnekle delillendirmeye çalışayım:

Türkçe ve edebiyat derslerinin benim yanımdaki değeri bambaşka idi. Değerli öğretmenlerim Lütfiye Yalım ve Zafer Soylu’nun üzerimde çok emekleri vardır. Lütfiye Hocam’la, oldukça iddialı olduğu mahalli kelimeler konusunda bir bahse girdiğimizi; kasabamızda sık kullanılan 3 kelimeyi (koseŋgi, çıraḫma, bolu) kelimelerini bilemediği için biraz mahcup olduğunu hatırlıyorum. Özellikle Zafer Hocam’ın ilk dersi hala dün gibi aklımda! Vakur duruşu ve tok sesiyle “Sevgilim senin de geçer zamanın! Ne güzelliğin kalır ne hüsn ü ânın! Böyledir kanunu kahpe dünyanın! Dört mevsim içinde bir bahar olur! Lâedrî!” diye derse başlamıştı da pek çoğumuz, “aferin bu laedri’ye, çok güzel söylemiş!” diyerek cehaletimizi izhar etmiştik. Her ikisine de hayırlı ömürler diliyor hürmetle ellerinden öpüyorum.

Yerli ve milli bir kimlik oluşturma gayretleriyle üzerimde çok etkisi olan yeni mezun ve idealist din dersleri öğretmenim Gıyasettin Kaya’yı anmadan geçmem vefasızlık olurdu. Ankara’da yaşayan saygıdeğer Hocam’a da hayırlı ömürler diliyor, ellerinden hürmetle öpüyorum.

Özellikle tarih dersini çok seviyordum ama öğretmenimiz Nadiye Hanım’la pek geçinemiyorduk. Geçmiş tarihimiz ve Osmanlı ecdadımızla ilgili sözleri ve yorumları vicdanımız yaralıyor, zaman zaman da tepkimizi göstermek zorunda kalıyorduk. Buna rağmen Nadiye Hanım bana bir kere bile 9 veremedi, bütün notlarım 10 idi. Onun etkisinde kalan matematik öğretmenimiz Güneşten Hanım’la da problemler yaşadık. Zaten pek sevmediğim matematik dersinden iyice soğudum. Lise birincisi olmama rağmen, matematikten 4.5’tan 5’i zar zor alabiliyordum. Her ikisine de hayırlı ömürler dilerim.

Lise 2’yi bitirdiğimiz gün, müdürümüz ve coğrafya öğretmenimiz rahmetli Muzaffer Sofuoğlu beni odasına çağırdı. Gerek derslerdeki başarım, gerekse kantin işletmeciğindeki düzenli ve problemsiz seyir sebebiyle beni severdi. “Bak Mustafacığım, ben seni uzaktan takip ve takdir ediyorum. Edebiyat ve tarihe olan ilgini de biliyorum. Ama, sen fakir bir köylü ailenin çocuğusun. Ailen senden bir an önce bir kesere sap olmanı ve kendilerine katkı sağlamanı bekliyor. Dolayısıyla seni gelecek sene fen sınıfına alıyorum. Artık doktor mu olursun, mühendis mi olursun bilmem. Zaten bu meslekler, edebiyat ve tarihle ilgilenmene de mani olmayacaktır” diyerek benim yönümü edebiyattan fen tarafına çevirdi. Hayatımı etkileyen bu yol göstermeden dolayı kendisini rahmet ve minnetle yadediyorum.

Böylelikle lise son sınıfı 6 Fen-A sınıfında okudum. Çok renkli ve hareketli bir sınıftı. Sınıfın büyük çoğunluğu, her zamanki gibi vur patlasın, çal oynasın havasında idi. Benim de zaman zaman ortama uyduğum olmuştur ama genelde daha sessiz ve sakin bir yapıya sahiptim. Lisenin bitmesine yakın yaşadığım iki olayı anlatarak lise maceramızı tamamlamak isterim:

Bir gün kimya öğretmenimiz Tümer Bey, sınıfın kabakçılarını kurtarma sözlüsüne kaldırıyor, kolayından 3 soru soruyor, bir nevi onları zorla geçirmeye uğraşıyordu. Biz de, benim gibi tuzu kuru olan 5-6 arkadaşla arka sıralarda şamata yapıyorduk. “Vermeyince mabud, neylesin Sultan Mahmud” kaidesince, Tümer Hoca’nın bütün iyi niyetine rağmen, sözlüye kalkanlardan herbiri 1-2’den fazla not alamadan sırasına dönüyordu. Hoca’nın cinler tepesine fırlamış olmalı ki, birden “Gel Mustafa yahu! Şunlar bir öğrenci görsünler!” diye beni tahtaya davet etti. Eyvah! Bu saatten sonra 10 tane sıfır alsam bir kıymet-i harbiyesi yok ama, bana bu kadar güvenen hocama mahcup olmak var! Tahtaya doğru giderken içimden, “Çok iyi bildiğim 3 konu var, he Yarabbim, birini sorsa da 3.5’tan dört alır, hiç olmazsa hamamın namusunu kurtarırız” diye geçiriyorum. Tümer Bey, o soruyu sordu, güzelce cevapladım! “He Yarabbim, ikinci konuyu da sordurursan mahcubiyetten kurtulurum” derken Tümer Hoca o soruyu da sordu. Onu da cevapladım. “He Yarabbi, oldu olacak üçüncü konuyu da sordur, neşvemiz tam olsun” derken Hoca o soruyu da sormasın mı? Verdiğim son cevapla bu sıkıntılı durumdan yüzümün akıyla sıyrıldım. Hoca teşekkür etti tabii! Demek ki neymiş: “Tevekkeltü tealallah!”

Lisenin bitmesine sayılı günler kala benim lise birincisi olduğum kesinleşmişti. Not ortalamamın 7.4 olması, o zamanki eğitimin ciddiyetini göstermektedir. İkinci sırada, Zafer Hocamız’ın kardeşi, edebiyat bölümünden değerli arkadaşım Cumhur Soylu yer alıyordu. Sınıfımızın not ortalaması muhtemelen 5 civarında idi. Ama o haylaz ve hayatı ciddiye almaz görünen sınıfın büyük çoğunluğu üniversite okudu, hayatlarında güzel yerlere gelme imkanı buldu.

1973 yılı 19 Mayıs Bayramını kutladık. O zamanlar 27 Mayısta, 1960 darbesini yapanların ihdas ettiği “Hürriyet ve Anayasa Bayramı” diye bir bayram daha vardı. Demokrasiye müdahale eden, seçilmiş başbakanı ve bakanları idam eden güçler, “deliye her gün bayram” kabilinden, listeye nevzuhur bir bayram daha eklemişlerdi. 12 Eylül darbecilerinin yaptığı nadir iyi işlerden birisi de bu utanılası bayramı ortadan kaldırmak olmuştur. 19 Mayıs törenlerinde lisenin bayrağını her zamanki gibi Mahir taşımıştı. Mahir, Nevşehir’in zengin ailelerinden manifaturacı Palamutlar’ın oğlu idi. Atletik bir yapısı vardı, gayet düzgün giyinir, iyi futbol oynar, güreş müsabakalarında liseyi temsil ederdi. Bu işlerden derslerine yeteri kadar vakit ayıramadığından olacak, sosyal hayatındaki başarıları, derslerdeki başarısızlıkları ile paralel bir seyir izlerdi.

Lise birincisi olmam hasebiyle ve gençlik halet-i ruhiyesi ile gönlüme sanki bir gurur gelir gibi oldu. Kendimde, “Madem birinci oldum, 27 Mayıs’ta lisenin bayrağını ben taşımalıyım” diye bir hak gördüm. Kendime münasip gördüğüm bu hakkı tahakkuk ettirmek üzere, müdürümüz Muzaffer Bey’in kapısını çaldım. Müdür Bey’in resmi bir eda ile, “Buyur Mustafacığım” hitabı üzerine, “Hocam, uygun görürseniz, 27 Mayıs’ta lisenin bayrağını ben taşımak istiyorum” dedim. Muzaffer Hoca beni, ömür boyu unutamayacağım bir bakışla, baştan aşağı şöyle bir süzdü, biraz duraksadı. O kısa aralıkta, kelimelerle değil ama bakışlarıyla sanki bana şunları söylüyor gibi geldi: “Sırtındaki ters yüz edilmiş cekete, altındaki aylardır ütü yüzü görmemiş, rengi atmış pantolona, üzerindeki kırış kırış gömleğe, ayağındaki partal ayakkabıya, boynundaki ip gibi bağlanmış, ilk bağlandığı haliyle duran ve yağlanmış gravata bir baktın mı? Bu kıyafetle mi taşıyacaksın lisenin bayrağını?”

Müdür Bey, hafifçe öksürdükten sonra; “bayrağı Mahir taşıyacak Mustafacığım” dedi. Kıpkırmızı kesildim, kısık bir sesle, “peki Hocam” deyip Müdür Bey’in odasından çıktım. “Essahtan bir haltmış gibi, lise birincisi olmuşsun. Üzerinde çul olmadıktan sonra neye yarar oğlum. Dünya, her zaman olduğu gibi, şimdi de ‘ye kürküm ye’ dünyası. Bir köylü çocuğu, hangi cesaretle lisenin bayrağını taşımaya talip olabilir” diye müthiş bir iç mücadele içinde merdivenlerden inip bahçeye çıktım.

………..

Yaz tatilinde üniversite giriş sınavları vardı. O yıllarda lise mezunları 2 sınava girerlerdi. ODTÜ bir sınav, onun dışındaki bütün üniversiteler de bir sınav (merkezi sistem sınavı) yapardı. Her iki sınava da girdim, ikisi de iyi geçti. O sene meşhur Türkiye klasiklerinden biri yaşandı ve sınav soruları çalındığı için merkezi sistem sınavı iptal edildi. Temmuz ayında adresimize, ODTÜ Kimya Mühendisliği’ni kazandığıma dair belge ulaştı. Belgede, Eylül ayında kayıt yaptırmam gerektiği ve kayıt için gerekli belgeler yazılı idi. Ben çok sevindim. Öyle ya; Türkiyenin bütün üniversitelerine denk olan bir üniversiteyi kazanmıştım. Eylül’de tekrarlanan diğer sınava girme lüzumu hissetmedim. Ağustos’un sonuna doğru, diplomamı veya bitirme belgemi almak üzere lisenin yolunu tuttum. Görevli memur, hazırlanmış belgeyi bir zarfa koyarak, imzâ karşılığında bana teslim etti. Oraya kadar gitmişken, lise eğitimim boyunca büyük yardımlarını gördüğüm, aynı zamanda veliliğimi de yapan müdür başyardımcısı Ali Osman Bey’i de ziyaret etmeliydim. Ali Osman Hocam, başarımdan dolayı beni tebrik etti, bir gazoz ikram etti, yanında muhafaza ettiği son döneme ait takdirnamemi de verdi.

Sevinç ve huzur içinde liseden çıktım, beni kasabamıza götürecek dolmuşa binmek üzere minibüs garajına doğru yürümeye başladım. Garaja girmek üzereyken, birisinin arkamdan, “Mustafa” diye seslendiğini duydum. Dönüp baktığımda, Ziraat Bankas’ında veznedar olarak çalıştığını bildiğim ve sınıf arkadaşlarımdan Salim Kesekci’nin babası olan Mustafa Bey’i gördüm. Mustafa Bey; “ben ‘Fakir ve Muhtaçlara Yardım Derneği’nin şube başkanıyım. Dernek olarak, yüksek öğrenim hayatın süresince sana burs vereceğiz” dedi. Ben; “Teşekkür ederim ama, benim böyle bir talebim veya müracaatım olmadı, bana ne sebeple burs vereceksiniz?” dedim. “Derneğimiz her sene, liseyi ilk 3 sırada bitirenlere karşılıksız burs vermektedir. Bu seneki isimleri öğrenmek üzere liseye gelmiştim. O sırada, arkadaşım olan Ali Osman Bey’i de ziyaret ettim. O da, ‘lise birincimiz az önce buradaydı’ deyince hemen arkandan yetişeyim diye ondan müsaade istedim ve seni yakaladım”.

“Sana burs vereceğiz ama, 3 tane de şartımız var: Birincisi, sınıfta kalmak yok, başarısızlığa pirim vermeyiz. İkincisi, şu anda sende var olduğunu bildiğimiz istikameti koruyacaksın, köklerinle bağını koparmayacaksın. Üçüncüsü ise, ilerde elin ekmek tutar hale geldiğinde, sen de desteğe ihtiyacı olanlara yardımcı olacaksın”. Ben tekrar teşekkür ettim, şartlarına harfiyen riayet edeceğimi belirterek, sevinç içinde rahmetli Garip Ahmet’in minibüsüne bindim. Hamd ile, şükr ile bir kere daha: “Tevekkeltü tealallah!”

Yedi yıllık öğrenim sürem boyunca, devletin verdiği burs miktarı kadar bir miktar da bu dernekten geldi. Alın terim ve lise öğrenimim boyunca gösterdiğim gayret, uyduruk bir bayramda bayrak taşımak yerine, hayatımı çok çok kolaylaştıran reel bir destekle ödüllendirilmiş oldu. Bu arada verdiğim 3 söze riayet etmeye tüm gayretimle devam ediyorum.

Not: Mart 2020 itibariyle ebedi aleme göçen değerli öğretmenlerim; Muzaffer Sofuoğlu, Ali Osman Alırsatar, Sait Fıstıkeken, Servet Göncü, Ahmet Özgümüş, Doğan Togay ve haberimiz olmayan diğerlerini rahmetle, hayatta olan kıymetli öğretmenlerimi ise minnetle yad ediyor ellerinden hürmetle öpüyorum.

Bu süreçte aramızdan ayrılan değerli kardeşlerim; Vedat Birlik, Salih Kayserili, Servet Güneyparlak, Mehmet Göncü, İsmail Hakkı Yücekul, Musa Türkçü, Hacı Ömer Başbuğ, Mehmet Gediksiz, Hüseyin Kocakor ve haberimiz olmayan diğerlerini rahmetle anıyor, hayatta olan sevgili arkadaşlarıma da sağlıklı ve mutlu ömürler diliyorum.

İlkokul Yılları

56 doğumlu olduğuma göre ilkokula 1962 yılının güz mevsiminde başlamış olmalıyım. Okulumuz Yazı Caminin arkasında, şu anda Kadıneli Restoran olarak kullanılan bina, ilkokul numaram 171, müdürümüz ise rahmetli Hasan Bey (Arısoy) idi. Bize okuma-yazmayı, ilk 3 aylık dönemde öğretmenimiz olan merhum Arabın Durmuş (Yalçın) öğretti. O günlerden iki tatlı hatıra hala hafızamdadır: Okuma-yazmayı söküp sökemediğimizi anlamak isteyen Durmuş Öğretmen bir gün, “tahtaya kasabamızın adını kim yazacak” diye sordu. Parmak kaldırdım, beni kaldırdı, tahtaya “Uçhisar” yazdım. Tebeşiri bırakmama fırsat kalmadan ön sırada oturan rahmetli Deli Yusufun kızı Fatma (Muzaffer) Deli parmak sallamaya başladı: Yânış yazdı örtmenim, yânış yazdı! Durmuş Öğretmen gülerek, “kuyruk sallayıp durma deli kız, kalk sen doğrusunu yaz” dedi. Tahtaya gelen Fatma tebeşiri elimden aldı ve “Ucasar” yazdı! Hep beraber uzun süre gülüştük! Değerli arkadaşımı rahmetle yad ediyorum! Durmuş Öğretmen başka bir gün de tahtaya “Anne sofrayı hazırla” yazdıktan sonra okuması için arkadaşımız Merhum Gacak Kızının Recebin oğlu Ahmet Ünalı kaldırdı. Ahmetin  okuma-yazması sınıfın biraz gerisinde idi. Biz kısık sesle kopya vermeye başladık. Duyduklarını biraz değiştirerek okuyormuş gibi yapmaya başladı: “Ana sufrayı kur”! Olmadı Ahmet! “Anne yemeği geir”! Gene olmadı Ahmet! “Ana çörek çek”! Haydi bir daha Ahmet! “Aba pilav pişir”! Tamam, şimdi oldu Ahmet, aferin! Bu olaydan sonra Ahmetin lakabı uzunca bir süre “aba pilav pişir” olarak kaldı. Ankarada yaşayan değerli arkadaşıma hayırlı ömürler diliyorum.

O günlerden aklımda kalan bir ayrıntıyı da hatırlatıvereyim: İlk dersi bitirdikten sonra okulun arka tarafında bulunan baraka önünde sıraya girer ve rahmetli İstiklal Harbi Gazimiz Hademe Ali (Özkılıç) Emminin kaynattığı Amerikan Marşal yardımı süt tozundan yapılmış sütü içer, bir adet sandviçi de iştahla yerdik. Bu sütü içmek mecburi idi.

Arabın Durmuş bize okuma-yazmayı söktürdükten sonra sınıfı rahmetli Cin İsmaile (Ülkü) devretti. İlk üç yılımızı İsmail Öğretmenle geçirdik. Gerek Durmuş Yalçın, gerekse İsmail Ülkü çok tecrübeli öğretmenlerdi, kendilerinden çok şey öğrendik. Her ikisine de rahmet diliyorum. Bir hatıra da üçüncü sınıftan hatırlayalım: Sınıfımızda yaşça bizde epey büyük ardaşlarımız vardı. Çift dikiş, üç dikiş, dört dikiş yapa yapa ilerledikleri için biz arkalarından yetişmiş oluyorduk. Bunlardan çoğu rahmetli oldu: Bekçi Mustafa (Akkuş), Fecci Evinin Mustafa (Keyifli), Bekçi Ahmet Ağanın oğlu Yakup (Şahin), Cin Oğlanın Şenel (Çevik), bir kısmı da hayatta: Fecci Evinin Oktay, Latif Ok… Gidenlere rahmet, kalanlara hayırlı ömürler diliyorum. Cin İsmail, çocuk psikolojisini iyi bilen, yerine göre bizimle çocuk olabilen, yerine göre de çok disiplinli bir öğretmen idi. Her sabah temizlik, mendil, saç, tırnak kontrolü yapardı. Hepimiz fakir aile çocukları idik, çoğumuzun ayağında kara lastik (soğuk kuyu), sırtında dırıl denen Amerikan bezinden önlük, boynunda ise kirlice ve ütüsüz bir yaka olurdu. İçimizden çok azının atkılı naylon ayakkabısı (çedik), siyah patiskadan önlüğü ve beyaz, kolalı yakası vardı. Çorap da çoğunlukla lüks sayılırdı. Her sabah kontrolü geçemeyen  5-6 arkadaşımız tahtaya dizilir, eller-ayaklar cetvelden geçirilir, yarına temiz gelinmesi tembih edildikten sonra derse başlardık. Gene böyle bir kontrol sabahında Cin İsmail rahmetli Şenel’e çıkıştı: “Lan domuz oğlu domuz! Dün sana, ‘yarın böyle gelme’ demedim mi! Şu hale bak! Zaten çorap yok! Kirden, ayak nerde bitiyor, ayakkabı nerde başlıyor belli değil! Niye yıkamadın oğlum”! Cevap: “Örtmenim! Suyu tandıra koydum, ısındı, tam yıkayacaktım ki annem suya mantı bırakmış”! “Lan domuz oğlu domuz! Sabah sabah mantı yendiği nerede görülmüş”! Sınıfın gülüşmeleri arasında ayaklar tekrar cetvelin tadına bakar, bu durum böyle devam eder, giderdi!

İlkokulun son 2 senesini, Cin İsmailin emekli olması sebebi ile Çatlı Kemal Tunç Öğretmende okuduk. Yeni mezun, iyi niyetli bir öğretmen idi ama Cin İsmaildeki verimi onda bulamadığımızı da söylemek durumundayım.

İlkokul üçten sonra doğup büyüdüğüm evi sattık, Gedik Sokakta bulunan ve rahmetli Hafız Ahmet (Kutlar) Amcadan satın aldığımız yeni evimize taşındık. Bu evde hem su hem de elektrik vardı. Yani hayat standardımız epeyce yükselmişti. Yeni evimiz bakkala da oldukça yakındı.

Beşinci sınıfı bitirmeye bir iki ay kalmıştı. Bir gün bakkalda dururken, radyoda bir hikaye dinliyordum. Araya Halk Bankasına ait bir reklam girdi ve Nene Hatunu anlatan kısa bir bilgiden sonra, tanıtılan kişiyi bilenlerin verilen adrese yazmaları halinde kendilerine güzel bir kumbara hediye edileceği söylendi. Yüksek sesle Nene Hatun diye söylendim. O sırada dükkanın arka bölmesinde demlenmekte olan Arabın Durmuş, “hemen cevabı yaz” dedi. Yazdım ve belirtilen adrese gönderdim. 15 gün kadar sonra, kazandığım hediyeyi bankanın Nevşehir şubesinden alabileceğimi bildiren bir mektup geldi. Ertesi gün Durmuş Öğretmen ile gittik ve hediyemizi aldık. Ahşaptan yapılmış, kağıt paranın tepedeki bir yarıktan, bozuk paranın ise ön yüzdeki bir çekmeceden atıldığı güzel bir kumbara idi. İlkokul yıllarıma ait tek fotoğrafta o kumbarayı elimde tuttuğum görülür.

1967 yılının Haziran ayında, bitirme imtihanını geçtim ve  ilkokulu iftiharla bitirdim. Eylül ayında ise Ortaokul-Lise maceramız başlayacaktı.

Çocukluğum

Nüfus kağıdıma bakarsak, 1956 yılının 1 Ocak Pazar günü Uçhisarda, rahmetli anneme göre ise 1954 yılının 29 Ekim Cuma günü Ankarada doğmuşum. O sırada rahmetli babam askerde imiş. Annem, o yıllarda Ankarada görevli olan rahmetli Osman Dayımın düğününe katılmak üzere Ankaraya gitmiş. Düğünden hemen sonra sancılarının başlaması üzerine Hacettepe Hastanesine yatırılmış ve ben orada dünyaya gelmişim. Yani, doğma Ankaralı, büyüme Uçhisarlı, resmen 1956, fiilen 1954 doğumluyum!

Evimiz Aşağı Mahallede, mahalle camisinin kuzeyinde, camiye oldukça yakın bir sokakta idi. Ailemize, “Cezevli Evi” denirdi. Yakın komşularımız ise; “Pir Evi”, “Velib Evi”, “Muallim Cin İsmail”, “Mezit Evi”, “Yedekçi Evi”, “Meliha”, “Sülman Baba”, “Guc Evi (Dedenin Evi)”, “Kurutlu Evi (Kutübün Evi)”, “Şah Dayı”, “Hacı Eyüp Evi”, “Kavaklı Evi”, “Babayanlı Ali Osman Ağa”, “Şanap Evi”, “Kantarcı Evi” gibi isim ve lakaplarla anılan, hepsini rahmetle ve minnetle andığım çok değerli insanlardı.

Sürü Yolağının sağ tarafındaki Memillioğlunun kahvenin önünden aşağı doğru inen Hacı Eyüp Bayırını bitirince hemen sağa dönüşteki dar sokağın sağ başındaki ilk ev bizim evimizdi. Çok geniş olmayan tek kanatlı bir dış kapıdan hayat dediğimiz avluya girilirdi. Avluyu çevreleyen duvarın üzeri, gılamada dediğimiz kurumuş çubuk dalları ile örtülü idi. Pekiştirilmiş toprak zeminli bu avlu, kapıdan karşıya doğru örülmüş bir duvarla ikiye bölünmüştü. Sağ kısımda kayadan oyma bir kış evi, önü çat taşından bir duvarla kapatılmış yarı modern bir oda, gene kayadan oyulmuş bir ahır ve 10-12 merdivenle çıkılan bir hela yer alıyordu. Soldaki iç avlunun etrafında ise, samanlık, yerden 1.5 metre kadar yükseklikte bir yaz evi ve hebi damı da denen kayadan oyma bir kiler bulunuyordu. Bu iç avluda bir hevenk üzümü asması ve bir de leylak bulunduğunu hatırlıyorum. Rahmetli babaannem, buradaki küçücük bahçede soğan, nane, maydanoz gibi yeşillikler yetiştirirdi.

Kış evinde rahmetli dedem, babaannem ve çocuklar, odada ise rahmetli annem ve babam yatardı. Ahırda genellikle 2 eşşek, 1-2 inek, 5-6 tane de koyun olurdu. Hayatta ise 8-10 tavuk ve 1 horoz gezinirdi. Ahırda biriktirilen ters (gübre), araziye gidilirken çuvallara doldurulup eşeklerin sırtında bağlara götürülür, dönüşte ise tarla veya bağdan yolunan ot eşeklere yüklenip eve getirilirdi. Yani eşeğe binme şansımız oldukça kısıtlı idi. Helada biriken gübre ise, güzün samanla karıştırılır, çiğnenir ve yapma (tezek) imalatında kullanılırdı. Yapma, hemen her ev için çok esaslı bir kokaryakıt idi!

Evin ısınma ihtiyacı, sabahları kış evinin ortasında yakılan tandır tarafından karşılanırdı. Tandırda, sabah içilecek çorba, inek veya koyunlardan sağılan süt, bulaşık yıkama suyu ısıtılır, tandırın dibinde biriken köz kısmına ise akşam yemeği olarak ā paḫla (kuru fasulye) ve bulgur çorbası vurulurdu. Tandır özellikle ilk yandığı sırada müthiş bir duman çıkarır, yanan malzemeden havaya savrulan goŋurcaḫ (ince kül tanecikleri), odadaki eşyaların üzeriyle birlikte köşedeki beşiğinde avazı çıktığı kadar ağlayan minik Mustafa’nın da üzerini kaplardı. Rahmetli annem, durmadan ağlayan oğlunu susturamadığı zaman mecbur kalır, grip ve öksürük hapı olarak satılan ve içinde bir miktar afyon da bulunan Dover hapını ezip suyla karıştırarak bana verirmiş ve içinden, “bu oğlan inşallah savlā (geri zekalı) olmaz” diye dua edermiş!

Dumanı biten tandırın üzerine iskembe denen yaklaşık yarım metre yüksekliğinde, kare şekilli bir masa kapatılır, iskembenin üzerine de tatlık denen kalın bir yorgan örtülürdü. Tandırın etrafına dizilen minderlere oturan ev halkı, ayaklarını tandırın içine uzatıp tatlığı üzerlerine çekerek ısınmaya çalışırdı. Tam bir “önü leblebi kavurur, arkası harman savurur” durumu!

Bu iskembelerin etrafı özellikle geceleri çok neşeli olurdu. Komşular arasında çok güzel metel (masal) anlatan amca ve teyzeler vardı. Bunlardan rahmetli Şanabın Bekir Ağa, sık sık bizim eve akşam oturmasına gelir, çıra ışığında meyve, kavurga ve çedene yerken anlattığı dev metellerinin tadına doyum olmazdı. Çıra ışığından duvara yansıyan gölgelerimiz, odayı sanki devlerle doldururdu. Yani anlattığı masalları bizzat yaşardık.

O zamanlar evlerimizde elektrik ve su yoktu. Geceleri ya gaz çırası ile ya da gaz lambası ile aydınlanırdık. Çok fakir aileler çıra, orta halli aileler 5 numara (şinanay) veya 7 numara, eli yüzü biraz düzgün aileler ise 12 veya 14 numara gaz lambası kullanırlardı. Bu lambaların, numarasına göre büyüklüğü değişen şişeleri çok değerli olup, kırılmaması için her türlü ihtimam gösterilirdi. 1960’lardan sonra kullanıma giren löküsler ise hakkaten oldukça lüks idi. Köyümüze elektrik yanlış hatırlamıyorsam 1964 veya 65’te geldi. İlkokulun ilk yıllarında kış evimizdeki iskembenin üzerinde gaz lambası ışığında yazı yazdığımı çok iyi hatırlıyorum.

O günlerden aklımda kalan enteresan bir olayı da, rahmete ve biraz gülümsemeye vesile olsun temennisi ile aktarayım: Bir gece babaannem ve annemle beraber üst komşumuz Şahdayının Hayriye Neneye oturmaya gitmiştik. Rahmetli Hacı Annem (Fatma Gümüş) ve Zila Nenem (Zeliha Çakır) de oturmaya gelmişlerdi. Sohbet edildi, ikramlar sunuldu, dedikodular yapıldı. Tam kalkmaya davranıldığı anda Hayriye Nenenin hebi damından bir tangırtı sesi geldi. Evde benden başka erkek yok ama ben hepsinden daha fazla korkmuşum, sesim soluğum çıkmıyor. Zila Nene, hemen karşıda bulunan evlerine gitti ve rahmetli Şanım Enişteyi (Mustafa Çakır) çağırdı. Yatmış olan rahmetli, elinde gaz lambası ve yatak kıyafeti ile geldi, evi bir kolaçan etti. En son gürültünün geldiği kileri epeyce bir inceledi. Dışarı çıktı ve sonucu açıkladı: “Bişe yok şanım, tedi tepeğe giymiş”! Meğer evin kedisi kilerdeki kepek tenekesini devirmiş! Böylece herkes rahatlamış vaziyette evinin yolunu tuttu.

Evin su ihtiyacı, mahalle çeşmesinden testi veya el testileri ile taşıma yoluyla sağlanırdı. Kadınlar, su ipi denen kalın bir ip yardımıyla 2 testiyi önlü-arkalı omuzlarına asarlar, ellerinde de ilaveten bir el testisi olduğu halde çeşmeden eve su taşırlardı. Çamaşır ve banyo gibi sebeplerle çok su lazım olduğunda, eşeğin palanı üzerine konan āçēbe (ağaç heybe) denen ve iki taraflı 3’erden 6 testi alan bir taşıyıcı ile su getirilirdi. Halı, kilim, yün gibi büyük ve kaba eşyalar ise, genellikle yılda 2 defa komşularla birlikte gidilen vasıldaki asbap puŋarında (esvap pınarı)  yıkanırdı.

Adını taşımaktan gurur duyduğum rahmetli dedem Kavaklı Mustafa Çavuş, aslen Niğdenin Edikli köyündendi. Çanakkale şehidi olan Halil isimli babasını hiç görmemiş. 8-10 yaşlarına kadar dedesinin kanatları altında gelmiş, onun da ölmesi üzerine ortada tek başına kalakalmış. Uzaktan bir akrabanın yardımıyla Kavak köyünde bir ailenin yanına çırak (evlatlık) verilmiş. 14-15 yaşlarında, gene bir akrabanın aracılığı ile, kendisi gibi yetim olup dayısının yanına sığınan rahmetli babaannemle evlendirilmiş ve Kavaktan Uçhisara Cezevli Oğlu Kara Hasan Ağa ve kız kardeşi Kamile Abanın evine iç güveyisi olarak gelmiş. Bu sebeple kendisi Kavakta “Edikli Çavuş”, Uçhisarda ise”Kavaklı Çavuş” olarak bilinirdi.

Bölgemizin genellikle vadi ve tepelerden oluşan coğrafi yapısı sebebiyle tarıma elverişli arazisi oldukça kısıtlı idi. Dedemin yerli olmaması ve fakirliği, geçinmeye yetecek kadar arazi edinebilmesine engel olmuştu. Bir-iki dönümlük parçalar halinde bir kaç dönüm bağ ve 8-10 dönüm tarladan ibaret olan arazide yapılmaya çalışılan susuz tarım, ailenin geçimini sağlamaktan uzaktı. Bu sebeple gerek dedem, gerekse babam bağ belleme, ekin biçme, amelelik gibi yevmiye ile çalışılan ek işler yaparlardı. Ekin biçmeye; genellikle Emetinin Irza, Çardaklı Bahri, Sucu Durmuş gibi iyi anlaşabildikleri bir ekiple giderlerdi. Tonge bağlamada babam, tırpan çekiçlemede ise Sucu Durmuş usta idi. Bünyesi biraz zayıf olan rahmetli Irza Emmiye hep beraber destek olurlardı. Babam, Emine Hatun Camii minaresinin taşlarını tek başına, Lütfiye Hatun Camii minaresinin taşlarını ise rahmetli Ocaklı (Durmuş Ak) ile beraber, özel bir semer yardımıyla taşımıştı ki bu iş herkesin yapabileceği türden bir işçilik değildi. Rahmetli annem, kendisini isteme aşamasında babamın, taşını taşıdığı minareden epey ezan okuduğunu anlatırdı. Bu ezanlar işe yaramış olmalı ki Kutüb dedem (Hacı Lütfü Gümüş), kızını babama vermeye razı olmuş!

O dönemden içimde kalan bir ukdeyi de anmadan geçemeyeceğim! Bizim ekin tarlalarımız 1-2 dönümlük parçalar halinde Karayazı, Gavureni, İkidağınara gibi uzak mevkilerde idi. Ekini genellikle kalıç denen ve ucu keskin olmayan bir tür orak ile yolardık, çünkü tırpan veya orak ile biçildiğinde ekinin bir kısmı toprakta kalırdı. Halbuki saman olarak bizim o kısımlara bile ihtiyacımız vardı. Akşama kadar yolunan ekin, şelekler halinde sıkıca bağlanır ve bir eşeğe 3 şelek (2 yana, bir üste) olacak şekilde yüklenen sap, şu anda Kaya Harman Camii’nin bulunduğu alanda bulunan harman yerine getirilirdi. Her ailenin kendine ait bir harman yeri vardı. Ekin biçme işi bitince, bütün sap harmana toplanır, bir kaç gün kuruduktan sonra harman sürme işlemi başlardı Yığın halindeki sapın bir kısmı dairevi bir şekilde etrafa yayılır, eşeğin arkasına bağlanan düvenle, üzerinde defalarca dönmek suretiyle saman haline getirilirdi. Rahmetli dedem, ortasına bir taş koyduğu düvenin üzerine beni oturtur, eşeğin gemini elime verir, kendisi de elindeki dirgenle sapı karıştırırdı. Komşuların büyük kısmı eşekle, az sayıdaki biraz varlıklı kısım ise at ile harman sürerdi. Ağustos sıcağında, zayıf, yorgun ve sinekli bir eşeğin arkasında ağır aksak bir şekilde dolanırken, etrafta fırıl fırıl dolanan atları gördükçe içimden; “ah bizim de bir atımız olsa, ben de böyle fırrıl fırıl bir dönsem” dediğimi bugün gibi hatırlıyorum.

İlkokul 1 veya 2. sınıfa giderken babam, o zamana kadar rahmetli Sırçanın (Hüseyin Durukan) işlettiği Memillioğlunun kahveyi tuttu. Ben de zaman zaman kendisine çıraklık yapardım. Özellikle gece geç vakitlere kadar kağıt oynayan bir kaç kişiye çok kızar, bir taraftan uyuklarken, bir taraftan da bir an önce kalkıp gitmeleri için dua ederdim. Bu arada sevdiğim müşteriler de vardı. Bunlardan biri olan rahmetli Süllü Emmi (Mustafa Burunsuz), kahveden evine giderken, oyundan kazandığı nane şekerlerini mahallenin çocuklarına dağıtarak giderdi. Dolayısıyla bizler onun geçeceği zaman yol kenarına dizilir ve heyecanla şekerlerimizi beklerdik.

Babam çok güzel çay demler, çok esaslı kahve yapardı. Özellikle en kaliteli kahve çekirdeklerini bulur, özel kahve tavasında kavurur, kollu bir kahve değirmeninde veya el değirmeninde çekerdi. Kahveyi tek kişilik cezvede, soğuk suyla, fazla karıştırmadan pişirirdi. Babamın kahvecilik macerası, daha sonra Turizm Lokali ve Belediye Kahvehanesi ile uzun süre devam etti. Kahvecilikten fazla bir kar ettiğini söyleyemem ama evimizin geçimini temin ettiği de bir gerçekti.

Kahvecilikten fazla kazanamayan, belki de usanan babam, ben ilkokul 5’te iken bu sefer de bakkallığa soyundu. Böylelikle kahveci çıraklığından bakkal çıraklığına transfer olmuş olduk. Bir süre, rahmetli Tahsildar’ın Abdurrahmanla ortak olarak devraldıkları Bakkal Yakup (Çorak) Ağanın dükkanını çalıştırdılar. Daha sonra kendi dükkanını açtı. Şu anda Savaş Cehrilinin berberlik yaptığı dükkanda, Bozkurt Tabela tarafından yazılmış, “Hisar Bakkaliyesi, Tekel Bayii, Halil Şenol” yazılı bir tabela asılı idi. Bakkallıkta da; peynirin, zeytinin, sucuğun, pastırmanın, helvanın en kalitelisini bulur getirir, işini en iyi düzeyde yapmaya çalışırdı. Bakkalın özellikle şarap düşkünü müdavimleri arasında; Arabın Durmuş Öğretmen, Halit Çavuş, Cimbilinin Rafet, Yedekçi Evinin İlhami, Demirci Mustafanın Enver, Cıplak (M. Ali Kaban), Ağlazın Süleyman ve Mehmet ilk anda aklıma gelenler! Hepsine rahmet diliyorum. 4-5 sene süren bakkallık macerası maalesef iflasla sonuçlandı. Ne yapacağını kara kara düşünen babamın imdadına Almanya yetişti. Bakkaldan kalan epey yüklü miktardaki borcu ödedi, onca alacağını da sineye çekmek zorunda kaldık.

Naçizane

Maalesef israf kültürünün hakim olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Tabiatı, havayı, suyu, malzemeyi, zamanı, her şeyden önemlisi, kainatın en değerli varlığı insanı israf ediyoruz. Sağ elimizdeki silahı sol ayağımıza, sol elimizdeki silahı ise sağ ayağımıza sıkıyoruz. Bazen bu bile bizi kesmiyor, sağ elimizle sağ ayağımızı, sol elimizle de sol ayağımızı yaralıyoruz. Halbuki el de bizim, ayak ta bizim, baş ta bizim, gövde de! Birbirimizin kıymetini bilelim. Hastalarımızla daha iyi iletişim kurmak ve plasebo etkiden maksimum düzeyde yararlanabilmek için; meslektaşlarımızın biraz tarih, biraz edebiyat, biraz da folklor bilmesi, bazı hobiler yanında, okuma ve yazmanın da ihmal edilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Herkese sağlıklı ve mutlu bir ömür dilerim!

Hobilerim

Toprakla, bahçe işleri ile ve çiçeklerle uğraşmaktan büyük bir zevk alırım. Okumayı ve yazmayı, târih ve edebiyatla meşgul olmayı çok severim. Torunlarımla vakit geçirmekten de çok hoşlanırım. Prof. Dr. Mustafa ŞENOL (drmustafasenol.com) ve Prof. Dr. Mustafa Şenol (drmustafasenol.net) adlı iki Web Sitem var. Bunlarda; hem dermatolojik, hem de târihî, edebî ve sosyal konulardan oluşan zengin bir içerik yer almaktadır. Meslektaşlarımızın ve tıp öğrencilerimizin ziyâret etmeleri, beni memnun edecektir.

Akademisyenlik

Uzman olduktan sonra Aksaray Devlet Hastânesi’ne tâyin edildim. 2 yılı aşkın bir süre orada görev yaptıktan sonra, Malatya’dan gelen beklemediğim bir dâvet üzerine, 1993’te İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Dermatoloji Anabilim Dalı’na öğretim üyesi olarak atandım. O sırada Kurucu Anabilim Dalı Başkanımız Yrd. Doç. Dr. Atilla Özcan ve öğretim üyemiz Yrd. Doç. Dr. Yâsemin Oram Amerika’da olduklarından, otomatik olarak Anabilim Dalı Başkanı oldum. 1995-96 yıllarında 15 ay süreyle Amerika’da, Pittsburgh Üniversitesi’nde allerji-immünoloji konusunda çalıştım. 1997’de girdiğim ilk doçentlik sınavının yayın aşamasında başarılı, sözlü aşamasında başarısız oldum, 1998’de tekrar başarısız bir sınavdan sonra 1999’da doçent oldum. Yâni bizim doçentlik, 3 dikişli sağlam bir doçentlik oldu. Üniversite yönetiminin öyle takdir etmesi sebebiyle, 10 yıl süreyle yardımcı doçent kadrosunda çalışmaya devâm ettim. Ancak yönetimin değişmesi üzerine, 2008 yılında yardımcı doçent kadrosundan profesörlüğe atanabildim. 21 yıl süren akademisyenliğim esnâsında; Dr. Atilla Özcan, Dr. Yâsemin Oram, Dr. Ersoy Hazneci, Dr. Gürsoy Doğan, Dr. Yeldâ Kapıcıoğlu, Dr. Muammer Seyhan, Dr. Hamdi Özcan ve Dr. Serpil Şener ile birlikte çalışma imkânımız oldu. Hepsine sağlıklı ve mutlu ömürler diliyorum. Gene kliniğimizden yetişen ve üzerlerinde bir nebze olsun emeğimiz olmasından gurur duyduğum; Dr. Sezâi Şaşmaz, Dr. Şemsettin Karaca, Dr. Başak Kandi ve Dr. Muallâ Polat’a da başarı ve mutluluklar diliyorum. 30 civârında uzmanın yetişmesindeki katkılarım da en büyük sevinç kaynağımdır. Hepsine başarılar dilerim.

İhtisas Süreci

Erzurum’da çok verimli ve çok keyifli bir 3.5 yıl geçirdim. Dekanımız Prof. Dr. Sabahat Kot, Anabilim Dalı Başkanımız Prof. Dr. Ayten Ural, öğretim üyelerimiz Doç. Dr. Gönül Ergenekon ve Yrd. Doç. Dr. Şevki Özdemir nezâretinde, gerek teorik gerek pratik açılardan iyi bir eğitim aldık. Kıdemlilerim Dr. Adnan Öbek, Dr. Hakkı Karataş, Dr. Füsun Başdaş, Dr. Muammer Parlak, Dr. Akın Aktaş, eş kıdemlim Dr. Mâhir Kaya, alt kıdemlilerimiz Dr. Ersan Nâil Erinç ve Dr. Orhan Külahçı ile birlikte, çok değerli hâtırâlarla dolu bir asistanlık süresi geçirdik. Özellikle, hayvancılık bölgesi olması hasebiyle, şarbon ve tularemi gibi zoonotik dermatozlar konusunda oldukça ciddî bir tecrübe birikimine sâhip olduk. Rahmetli Hocamız Ayten Hanım’ın geniş teorik bilgilerinden, gene rahmetli Hocamız Sabahat Hanım’ın pratik uygulamalarından çok yararlandık. Patolojik işlemleri ve değerlendirmeyi kendi kliniğimizde yapıyorduk. Sabahat Hocamız özellikle bu konuda otorite idi, onun dermatopatoloji deneyimlerinden çok faydalandık. Gönül Hanım daha o zamanlarda dermatokozmetolojiye çok meraklıydı, ondan da epilasyon başta olmak üzere pek çok uygulamayı öğrendik. Özellikle Hakkı Karataş olmak üzere kıdemli arkadaşlarımızdan da pek çok bilgi edindik. Asistan arkadaşlarımız arasında çok ileri düzeyde bir uyum ve dayanışma vardı. Adnan Öbek, Hakkı Karataş, Akın Aktaş ve Mâhir Kaya ile çok ciddî şakalaşmalarımız olurdu. Bâzen bu şakalara yanlışlıkla hocalarımız da muhatap olur ve onlara özrümüzü kabul ettirmekte epey zorlanırdık. Uzmanlık sınavına Dr. Akın Aktaş, ben ve Dr. Mâhir Kaya aynı gün girdik. Akın Bey, uzmanlıkta benden bir saat kıdemli, ben de Mâhir Bey’den bir saat kıdemliyim. Kongrelerde, “bir saat te olsa kıdem kıdemdir” diyerek Akın Bey’in önünde hâlâ ceketimi iliklerim.