Dohtor Bey!

Verdiğin perhize budur gayratım,

Bundan başka uyameyom dohtor bey!

Üç sepet yımırta zabah gahvaltım,

Teker teker sayameyom dohtor bey!

İki leğen pilav, bi yayık ayran,

İster yağlı ossun, isterse yavan,

Yanına keseyom beş kilo sovan,

Yeyom yeyom doyameyom dohtor bey!

Üç tencere bamya yirim bişince,

Yirmi tas su içip biraz goşunca,

Her yanım sokülür garnım şişince,

Sağlam goynek geyemeyom dohtor bey!

Şinciye acımdan çohtan ölürdüm,

Sağossun gomşular edeyo yardım,

Bir guzudan fazla yimem, söz virdim,

Ayıp olur, cayameyom dohtor bey!

Bazı az geliyo beş gasa hurma,

Yedi lahanadan yapıyoz sarma,

Onuda mı yedin diye heç sorma,

Utaneyom deyemeyom dohtor bey!

Gunde iki çuval unum gedeyo,

Avradım her sabah ekmek edeyo,

Bi gazan fasilye gonül ye deyo,

Artırmaya gıyameyom dohtor bey!

Senede gırk dönüm bostan ekerim,

Benden başka kimse yimesin derim,

Gavunu, garpızı gabıhlı yerim,

Acelemden soyameyom dohtor bey!

Bilmem Gara Memmed nereye gider,

Buyumuş gısmatım, buyumuş gader,

Bi gunde yediğim işte bu gadder,

Daha fazla yeyemeyom dohtor bey

Daha fazla yeyemeyom dohtor bey

Aşık Kara Mehmet (Mehmet Siligünlü)

Okuyan: Ahmet Kerim Şenol

Tohdur Beğ!

Avrat yeğin sayrı, benim karnım aç,

Keyf için gelmedik bura tohdur beğ.

Fukarâ harcından yaz da bi ilaç,

Olsun derdimize çâre tohdur beğ.

Tama vatandaşık, gardaşık tama…

Bunca pahılm’olur adam adama?

Geldik tâ sabahtan, kaldık akşama,

Yârına mümkün mü sıra tohdur beğ?

Yedi baş horanta yıkık hânede..

Tüm kazancım bini bulmaz senede;

Yüz pangunut helâl olsun gene de;

Ben nereyîm, beşyüz nere tohdur beğ?

Tek kaşıkla çorba içer dördümüz..

Kul başından ırak ola derdimiz.

Senden, benden esker ister ordumuz.

Candan da mı yeğdir para tohdur beğ?

Dert-belâ tebelleş oldu başıma,

Her gece tahsildar girer düşüme…

Beni mahcûb etme can yoldaşıma,

Erkeklik öldü mü bre tohdur beğ?

Büyük oğlan esker, öteki çırak,

Han için param yok, oteli bırak…

Mevsim kış, yollar sarp, köy hayli ırak;

Bir değil, beş değil yara tohdur beğ.

Memur gelir karşılarsın köşeden,

Zengin gelir kırılırsın neşeden.

Öte kaçma bizim garip Eşe’den,

Bakıp boynundaki kire tohdur beğ.

Hemi Müslümanım, insanım hemi;

Hâlimi arzettim darılma e mi?

İçinde mangır yok, gördün kesemi;

Bir de ceplerimi ara tohdur beğ.

Daha sayayım mı? Noksan mı daha?

Yalvara yalvara tükendim aha..

Bu yüzle mi çıkacaksın Allah’a?

Vallahi yanarsın nâra tohdur beğ.

Abdurrahim Karakoç

Beste: Aşık Mahzuni

Alışkanlık Kesbetti!

Değerli Ağabeyim Dr. Atilla Özcan’ın daveti üzerine bir kaç defa Elbistan’ı ziyaret etme imkanımız oldu. Bu ziyaretlerden birinde, Afşin-Elbistan termik santralini ziyarete gittik. Atila Abi’nin amcaoğlu Alper Bey, işlemenin teknik müdürü idi. Onun rehberliğinde santral alanını gezmeye çıktık.  Alan çok geniş olduğundan, bu geziyi arabalarımızla yapıyorduk. İşletme içinde hız yapılmaması için, yola sık aralıklarla kasisler konmuştu. Bu kasislerden birinde, önde giden Haluk Şavlı Abi, iyice yavaşlıyor, o esnada arkasından gelen ve santral bacalarını seyreden Zeki Yıldırım kardeşimiz, Haluk Abi’nin yeni almış olduğu arabasına arkadan çarpıyor ve dikkate değer bir ezik oluşturuyor. Olay mahallinde toplandık, önemli bir hasar olmadığını, göçüğün kolaylıkla tamir edilebileceğini ifade ettik. “Bununla geçmiş olsun”, “cana gelmesin de mala gelsin” temennilerimizi  beyan ettik. Arabalarına çok düşkün olan Haluk Abi’nin doğal olarak canı sıkılmıştı ama, bu söz bombardımanı karşısında sesini fazla çıkaramadı.

Geziyi başkaca vukuat olmadan tamamladık ve Malatya’ya döndük. Haluk Abi ertesi gün arabasını kaportacıya verdi ve 3 gün sonra eskisinden daha güzel olmuş bir vaziyette  teslim aldı. Zannederim, aradan bir hafta-10 gün geçtikten sonra, bir yatsı namazını Üniversite Camii’nde kıldık. Namazdan sonra Atilla Abi, Haluk Abi, Zeki Bey, ben, Ahmet Çığlı ve birkaç arkadaş Cami’nin avlusunda ayaküstü sohbete başladık. O sırada, Zeki Bey’in 5-6 yaşlarındaki haşarı oğlu Bahadır, babasının elinden aldığı anahtarı, Haluk Abi’nin arabasının arkasında bulunan arabalarının kontağına takıyor ve çeviriyor. Birinci viteste park halindeki araba yerinden zıplıyor ve Haluk Abi’nin arabasına arkadan bindiriyor. Biz gürültü üzerine olay yerine vardığımızda olan olmuştu! Durumu gören Haluk Abi; “Yok arkadaş, bu araba alışkanlık kesbetti, benim arabaya çarpmadan duramıyor. Yarından tezi yok, bu arabayı satıyorum” dedi ve gerçekten ertesi gün arabasını sattı. Bir hafta sonra da yeni bir araba aldı. O günden sonra da, yeni arabasını Zeki Beyin arabasının yanına yönüne, sağına soluna, önüne arkasına parkettiğini görenimiz olmadı!

Ağaç, Sadece Ağaç mı?

Genellikle ağaç veya odun der geçeriz! O kadar basit mi acaba? Ağaç var ağaççık var, fidan var fidancık var, odun var oduncuk var, dal var dalcık var!…

Şimdi inceden kalına, küçükten büyüğe, narinden kabaya… doğru, ağaçtan elde ettiğimiz ve hayatımızın olmazsa olmazı önemindeki eşyayı sıralamaya çalışalım:

Ağaçlar ormandan kesildikten sonra; tomruk, lata, kütük, odun, kereste gibi çeşitli ürünler halinde kullanıma sunulur. Tomruğun keresteye dönüşmesi sonucu oluşan kapaklar genellikle bahçe veya inşaatların etrafında çit olarak kullanılır. Çıtalar ise fasülye, domates, salatalık gibi sarılan bitkilere direk olarak değerlendirilir. Uzun ve düzgün ağaçlar, tesviye edildikten sonra telefon direği olarak kullanıma sunulur.

Kısa ve düzgün ağaçlardan kürek, keser, kazma, külünk, balta, çapa, tırmık, dirgen gibi çeşitli aletlere sap yapılır. Kesilen ağaçlar, “kime ne diyelim, baltanın sapı bizden” diye hayıflanır, evlenme çağı gelen gençlerin “bir kesere sap olması” beklenir. Pek çok küçük el aletimizin sapları da ağaçtandır.

Sobalarımız,  fırınlarımız, tandırlarımız, ocaklarımız hep odun ile ısınır. Bunları tutuşturmak için çoğunlukla çıra kullanırız. Çıbık (Çubuk)ların budanması ile elde edilen gılamada, toplanıp kurutulduktan sonra, özellikle ocaklar için mükemmel bir yakacak olur.

En küçük dal parçacıkları; çalı-çırpı ve çıtılgı halinde ateşi tutuşturmak veya güçlendirmek amacıyla kullanılır. Bunlar ocak veya tandıra kosengi ile itilir. Yaramazlık yapan çocuklara anneleri: “Bana şimdi kosenginin gavur tarafını çevirttireceksiniz” diye göz dağı verir!

Paparayı yiyen çocuklar, sopayı yemeden yan taraftaki boş alana geçip cızgılı veya guluklu çelik-çomak oynamaya başlarlar. Acıkınca, annelerinin kaynattığı mis gibi tarhana çorbasına şimşir kaşığı sallar, sonra da derslerine oturup kalemleri ile güzel yazı yazarlar. Ertesi gün de, kitaplarını, defterlerini tahta çantalarına koyup okulun yolunu tutarlar. Büyük şehirlere veya Almanya’ya giden babaları da tahta bavullarla yola koyulmuşlardı. 

Kışlık veya yazlık yufka ekmek yapılırken, beziler ekmek tahtası üzerinde çevirme ile biraz yassılaştırıldıktan sonra, ekmek tahtası üzerinde oklava ile iyice inceltilir ve kızgın sacın üzerinde pişirgeçle çevrilerek iyice pişirildikten sonra ekmek direğine eklenir. Merdane ise, beziyi küçük bazlama haline getirmeye yarar.

Eskiden evlerin tavanları ya kemer ya da örtme olurdu. Örtme tavanlarda, odanın büyüklüğüne göre; hatıl, kiriş, hezen, dikme gibi değişik kalınlıkta ağaç çeşitleri, yer döşemesi olarak ta düzgünce biçilmiş tahtalar veya parke kullanılır. Duvar ve sıva işleri için kurulan iskeleler de genellikle ağaçtandır. Çatılar ise genellikle kapak türünden tahtalarla kaplanır ve üzerlerine kiremit döşenir. Kapılar, mandallar, dayaklar, küssükler hep ağaçtandı.

Ev ve iş yerlerimizde kullandığımız; kapı, pencere, masa, sandalye, tabure, koltuk, kanepe, dolap, etajer, sehpa, çerçeve gibi pek çok parça ve malzeme de ağaçtan imal edilir. 

Eğitim hayatımız neredeyse tamamen ağaca bağımlıdır: Kitaplarımız, dergilerimiz, defterlerimiz hep kağıttan, kağıt ise ağaçtan! Kara kalemlerimiz de öyle! Okullarımızın masaları, sandalyeleri, sıraları, tahtaları hep ağaçtandır. Kitaplıklarımız, kütüphane raflarımız… hakeza!

Türkülerimizi sazlarla, bağlamalarla, curalarla, kemençelerle, davullarla, zurnalarla,  şarkılarımızı kemanlarla, udlarla, tamburlarla, kanunlarla, ilahilerimizi neylerle, teflerle, bendirlerle, pop müziğimizi piyanolarla, gitarlarla söyledik, dinledik! Çobanlarımız koyunlarını, keçilerini kavallarla, sipsilerle otlattılar.Davulun ve adaletin tokmağı da ağaçtan!

Camilerimizin sedef işlemeli mihrap, minber ve kürsüleri de, bazen mermer veya taş yapılı olmakla beraber çoğunlukla ahşap menşe’lidir. Cami avlularında, parklarda, bahçelerde içlerine girip gölgelendiğimiz çardaklar, perguleler, üzerine oturup dinlendiğimiz banklar da ahşaptan yapılıyor.

Arabaya atı, eşeği, öküzü koşmak için; yan taraflarda veya ortada yönlendirici parça olarak uzun bir ok bulunur, arabanın gövdesine de tekne denir. Esas çekici güç ise, hamuttan çıkan yan kayışların bağlandığı falaka aracılığıyla temin edilir (Bu falaka ile, ayaklara ceza veya eziyet olarak vurulan falaka, yapısal olarak benzerlik gösterse de fonksiyonları farklıdır). Tekne fazla yüklenirse, ucuna tomruk takılmış urganlarla yük sıkıca bağlanırdı. Yola yürümekte veya çift sürmekte gönülsüz davranan hayvana, üvendire, mertek, veya meses de denen ucu sivriltilmiş, hatta bir de küçük çivi çakılmış değnek (deynek)le dürtülür ki görevini düzgünce yerine getirsin! Sürme işinden sonra, arkalarına takılan tapan ile, tarladaki kesekleri un-ufak ederler.

Elma, armut, ayva gibi meyveler olgulaştıkça ağırlaşır. Dalların kırılmasını önlemek için ağaçlara cerek verilir. Özellikle ceviz gibi yüksek ağaçlardan meyveyi indirmek için uzun sırıklar kullanılır. Uzun boylu kişiler için sırık veya cerek gibi benzetmesi yapılır. Sırıktan mı bozma bilmiyorum ama, kaba-saba, hoyrat ve görgüsüz  adamlara da zırık veya zıranta denir. Olgunlaşan meyveler, sepet, zembil veya küfelerle eve taşınır.

Kamyonlarımızın, arabalarımızın, paytonlarımızın kasaları ağaçtan yapılır. Bu vasıtalar, kasalar dolusu meyve ve sebzeyi insanlara ulaştırır. Trenler, çok uzun bir süre ağaç traversler üzerinde gidip geldiler. Bir zamanlar köprülerimiz de ağaçtandı. Günümüzde briketler, taşlar, çeşitli inşaat emtiası ahşap paletler üzerinde taşınıyor. 

Ya gemiler, sandallar, diğer deniz araçları! Kızakları, gövdeleri, direkleri hep ağaçtan yapılırdı, halen de yapılıyor!

Ahlat’ta veya Devrek’te yapılan baston ve asalar, yürüme güçlüğü çeken insanlara yüzyıllardır destek olmaya devam ediyor. Günümüzde azalsa da, abdest alanlar eskiden tahta nalik (nalın) kullandılar. Çamaşırlarımızı hala tahta mandallarla ipe tutturuyoruz! Duvar saatlerimizin büyük kısmı hala ahşaptan.

Eski savaşlarda insanlar birbirlerini; kargı, mızrak, ok… gibi savaş araçları kullanarak yaralamaya veya öldürmeye çalışmışlar. Bunları bırak, elimize batan ince bir diken veya kıymık parçası bile canımızı epeyca acıtır.

Ninelerimiz yünlerini kermenle ip haline, iplerini naziklerde, çıkrıklarda gelep haline getirdiler, halı veya kilimlerini ıstarlarda dokudular. Karyolaları, somyaları, kerevetleri, iskembeleri hep ağaçtandı. Yataklarını, yorganlarını gece serdiler, gündüz dolaplara ve yüklüklere kaldırdılar. Buğdaylarını, nohutlarını, fasülyelerini kalburla,gözerle, çineğerle, unlarını elekle elediler. Tahıllarını dibekte döverek un yaptılar, çamaşırlarını kil ve tokuç kullanarak yıkadılar. Yoğurtlarını yayıkta çalkalayıp ayran yaptılar, tereyağı çıkardılar. Yemeklerini tahta sofralarda yediler. Lamba veya çıralarını çırakmalar üzerine koydular. Çeyizlerini ceviz veya meşe sandıklarda sakladılar. Bebeklerini beşikte büyüttüler, çocuklarını kağnıcakla yürüttüler.

Eskiden araziler sabanla sürülürdü. Kağnılar, at arabaları, faytonlar her aksamıyla birlikte ağaçtan yapılmıştı. Öküzler kağnıya boyundurukla koşulurdu. Dedelerimiz, ekini tahta saplı orakla, kalıçla, tırpanla biçtiler, ellerine ennik taktılar, tarladaki sapı anadutla arabaya yüklediler, kalan döküntüleri tahta tırmıkla topladılar, sapı düvenle saman haline getirdiler, samanı yabayla savurdular. İnim inim inileyen derli dolaplar suları aşındırdı, değirmenleri döndüren çarklar buğdayları un etti, değirmen taşları bazen zıvanadan çıktı, değirmenci öğüttüğü unu, kepeği, zavarı tahta kürekle çuvallara doldurdu. Dinklerin direği ve döndürme kolu da ağaçtandı. Demirci ve kalaycılar, körük vasıtasıyla ateşi kor haline getirirlerdi.

Çocuklar, kar yağsa da kızaklarla veya merdivenle bayır aşşağı bir kaysak diye beklediler. Hafif rüzgarlı havalarda, 4 veya 6 çıta ile yaptıkları uçurtmaları uçurdular. Sapanlarla kuş kovaladılar. O zamanlar torneti olan çocuklar şanslı sayılırdı. Katır (topaç) sahibi olmak ta bir ayrıcalıktı. Okula başladıklarında ilk tanıştıkları müzik aletleri mandolin ve flüt oldu. 

Son zamanlarda mobilya sanayiinde, talaş veya yonga haline getirilmiş kırıntıların tutkal ile yapıştırılması sonucu elde edilen; sunta, kontraplak, masif, MDF, laminat gibi yarı sentetik ağaç ürünleri tercih ediliyor. Bahçe çitlerimiz rengarenk, çiçekler ve küçük bitkiler, ahşaptan yapılmış değişik büyüklüklerde saksıları süslüyor. 

 Temizlik konusunda da neredeyse tamamen ağaca bağımlıyız: Kağıt havlular, peçeteler, ıslak mendiller, afedersiniz tuvalet kağıtları, alt bezleri… olmasaydı, halimiz nice olurdu bir düşünelim!

Vefat edince bazı yerlerde hala teneşir üzerinde yıkanıyoruz. Son yolculuğumuzu da, mü’minlerin omuzlarında ve bir tahta at’ın üzerinde yapıyoruz. Hatta, çoğu yerde beton kapaklar kullanılsa bile, bazı yerlerde cenazemiz hala çatma tahtaları ile doğrudan toprakla örtülmekten korunuyor!

Netice-i kelam: Eğer ağaç olmasaydı, yukardakilerin hiçbiri olmayacaktı, dolayısıyla biz de olmayacaktık! Ağaca ne kadar teşekkür etsek te minnet borcumuzu ödeyemeyiz vesselam!

Doğrucu Ahmet Ağa!

Vakti zamanında bir şehre yeni bir Kadı Efendi tayin edilmiş. Şehrin diğer memurları ve eşrafı yeni kadıyı ziyaret edip tanışmışlar ve “hayırlı olsun, adaletli hükümlere vesile olsun inşallah” dileklerini iletmişler. Bu türden ziyaretlerin birisinde, sohbet dönmüş dolaşmış ve adaletin tecelli etmesinde; yalancı şahitliğin zararları ve doğru sözlülüğün ne kadar önemli olduğu noktasına ulaşmış. Eşraftan birisi; “Değerli Kadı Efendi, öyle olmasına öyle de, bizim Doğrucu Ahmet Ağa isimli bir komşumuz var, her söylediği doğrudur amma kendisini ben de dahil kimse sevmez” demiş. Kadı Efendi şaşırmış; “Doğru sözlü bir kişi neden sevilmesin, çağıralım şu Ahmet Ağayı da işin aslını bir anlayalım” demiş.Davet üzerine Kadı Efendi’nin makamına gelen Ahmet Efendi, içeri girip Kadı Efendi’yle göz göze gelince tok bir sesle; “Selamün aleyküm Kör Kadı” diyerek selam vermiş! Sağ gözü hafif şehla olan Kadı Efendi içinden; “Şimdi anlaşıldı milletin bu herifi niye sevmediği. Doğru söylemenin de bir yolu-yordamı var bilader!” diye söylenmiş.Demek ki neymiş; “Söylediğin zaman doğru söyle amma her doğru da her yerde söylenmez”. Diğer bir deyişle de; “Vusulsüzlük usulsüzlüktendir”.

Üç Beş Cıngıl İçin!

    Kasabamızın sevilen kişilerinden Kayısı Mustafa’nın rahmetli babası Ahmet Ağa, zamanında Aşağı Yüz’de bağ bekçisi imiş. Merhum, ufak-tefek yapılı ama oldukça boğazlı bir kişi imiş. 1960’lı yıllar! Üzümlerin iyice olgunlaştığı ve hasadın başladığı bir Eylül günü, Kireçlik Mevkii’nde iki dönüm parmak üzümlüğü olan bir bağ sahibi, Koruma Reisliği’ne gelerek, bağından 5 çubuk üzümün kesildiğini belirtip şikayetçi olmuş.

    Ertesi gün muhtar, koruma reisi, bekçibaşı, şikayetçi komşu ve o mevkiin sorumlu bekçisi olan merhum Ahmet Ağa, hep birlikte olay mahalline keşfe gitmişler. Bilirkişiler  etrafı incelemişler, izleri takip etmişler, ölçmüşler, biçmişler ve olayı yorumlamaya ve açıklamaya başlamışlar: Hırsız, bir eşeğe çattığı küfelerle şu cihetten gelmiş, eşeği şuraya bağlamış, küfeleri indirmeden, bir sepete kestiği üzümleri küfelere doldurmuş, sonra şu cihetten köye doğru uzaklaşmış….

    Uzayan keşif işlemi ve iyice dallanıp budaklanan yorumlar, Ahmet Ağa’yı iyice bunaltmış ve sonunda dayanamamış: “Ağalar, bu işi bu kadar uzatmaya ne lüzum var! Garibanın biri yorulmuş, gelmiş şuraya oturmuş! Bu arada canı çekmiş, üç-beş cıngıl üzümle nefsini körlemiş! Bu kadar büyütmenin ne alemi var?” demiş. Koruma Reisi, “Ne üç-beş cıngılı oğlum! Beş koca çubuk üzüm gitmiş! Sen hala, ”büyütmeyin bu kadar diyorsun” diye kızmış!  Rahmetli Ahmet Ağa, “Ağalar, siz şöyle oturun, bir nefeslenin! Ben size bu işin bir garibanın basit bir nefis körletmesi olduğunu şimdi ispat edeceğim” deyip besmeleyi çekmiş. İbik gibi kızarmış parmak üzümü salkımlarını kesip iştahla sıyırmaya başlamış ve bir hamlede 3 çubuğu daha temize havale edivermiş!  Hayretle merhumu seyreden keşif ekibi,  bakmışlar ki bağ elden gidiyor; “Aman” demişler, “Dur, dur, mesele anlaşıldı!”

Merhum Ahmet Ağa hakkında şöyle bir rivayet te nakledilir: Eski usul ekmek yapılan bir evin önünden geçerken ev sahibi annemiz: “Ahmet Ağa, kokmuştur, canın çekmiştir, gel şöyle otur, bir bazlamamızı ye!” demek gafletinde bulunmuş! Ahmet Ağa: “Zahmet etmeseydiniz, ama davete icabet te sünnettir, bir-iki lokma alalım bari” deyip bir köşeye oturmuş. Bir, iki, üç, beş derken, ev sahibinin bir şey diyememesini de fırsat bilen rahmetli, 20 bazlamayı temize havale etmiş! Ahmet Ağa’nın duru-durası olmadığını farkeden pişirici annemiz: “Maşallah, maşallah! Allah manda şifalığı versin! Bıraksak evi-devi yiyeceksin! Pişirgecin gavur tarafını çevirmeden kalk git şuradan!” diyerek kalan bazlamaları merhumun elinden kurtarmış!            

Anlatılanların bir kısmı tevatür olsa da, malum, ateş olmayan yerden duman tütmez!

    Mekanı Cennet olsun!

Müdür Bey!

    Değerli Kardeşim Prof. Dr. Akın Aktaş’tan naklen:

    Yıl 1985. Artvin Sağlık Müdürü Dr. İsmail Bakırcı, hemşehrisi olan Tahsin Baba (Prof. Dr. Tahsin Demirtaş)’nın yardımıyla, Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı Araştırma Görevliliği’ni kazanmış ve asistan olarak görevine başlamış. Her sabah Tahsin Baba önde, diğer hocalar arkasında, uzmanlar, kıdemli asistanlar arkada, bizim eski müdür İsmail ise en arkada pansuman arabasının dümeninde, vizit yapıyorlar. “İsmail, sargıyı aç”, “İsmail, makas ver”, “İsmail, pansumanı tazele”, “İsmail dikişleri al”… Gel İsmail, git İsmail, koş İsmail, dur İsmail… Eeee, cerrahi asistanlığı bu, kolay değil! Gel çekice, git körüğe! Ama İsmail halinden memnun, herkesin geçtiği yollardan o da mecburen geçecek!

    Gel zaman git zaman, Artvin Sağlık Müdürlüğü’nün müstahdemlerinden Dursun Efendi apandisit olmuş ve Tahsin Baba’nın delaletiyle servise yatırılmış. Hemen ameliyatı yapılmış ve yatağına alınmış. Ertesi sabah bermutad vizit başlamış. Sıra Dursun Efendi’ye gelince, hasta yatağında oturur vaziyete geçmiş, ellerini yanda hazırol vaziyetine getirmiş, İsmail’e bakarak “Müdür Bey!” diyerek baş selamı vermiş. İsmail işaret parmağıyla “sus” işareti yapmış ama Dursun esas duruşunu hiç bozmamış. Durumu farkeden Tahsin Baba, gülümseyerek diğer hastaya geçmiş. 

Ertesi sabah aynı durum! Yalnız Dursun Efendi gezer hale geldiği için, bu sefer İsmail’i ayakta hazırol vaziyetinde karşılamış ve “Müdür Bey!”  deyip baş selamını tekrarlamış. Üçüncü sabah aynı vaziyet, ekip odaya girer girmez Dursun Efendi esas duruşunu göstermiş ve “ Müdür Bey!” deyip baş selamını çakmış. İşaretle mişaretle durumu kurtaramayacağını anlayan İsmail, Dursun’a “Sus oğlum sus! İkide bir ‘Müdür Bey’ deyip durma, müdürlük neyim kalmadı, geçti o günler! Gördüğün gibi pansuman arabası sürüyorum!” demiş!

Eeee, ne demişler; “Düşmez kalkmaz bir Allah!”

Cildiye mi-Deri Hastalıkları mı-Dermatoloji mi-Kozmetoloji mi?

Emekli bir öğretim üyesi olarak geriye doğru baktığımda nelerin ne kadar değiştiğini görüyor, bu değişikliklerden dolayı çoğu zaman üzülüyor, seyrek de olsa, bazen de seviniyorum. Diğer taraftan, hayatın her alanında kaçınılmaz olarak gerçekleşen bu değişiklerden, branşımızın da etkilenmesini normal karşılamak gerektiğini kabullenmeye çalışıyorum.

Malum olduğu üzere, Cildiye bir tıp branşı. Öyleyse önce “tıp” kelimesinden başlayalım! Öğretim üyeliğim süresince asistan ve öğrencilerime defalarca sorduğum “tıp kelimesinin kökeni nedir” sorusuna maalesef çok az istisna hariç doğru cevap alamadım. Sağlık bilim ve uygulamalarının ileri düzeyde geliştiği eski mısır medeniyetinin önemli şehirlerinden “Tebb” şehrinden geliyor “tıp” kelimesi. Tabip, tababet, tıbbiye, mütetabbip kelimeleri de bu ana kökten üretilmiş. “Hekim” kelimesi ise, hikmetle iş yapan tabip anlamına geliyor. Tabip ve hekim gibi iki güzel ve anlamlı kelime yerine ikame edilen “Doktor” kelimesi ise herhangi bir konuda uzmanlaşmış kişiyi ifade eden, daha yavan ve daha dar kapsamlı bir kelime!

Mirasçısı olduğumuz Osmanlı Devleti çöküş aşamasına geçince, bunu önlemek amacıyla bir takım tedbirler almaya çalıştı. Bu tedbirlerden biri de, yetenekli gençlerini Avrupa’ya gönderip orada eğitim almalarını sağlamak ve ülkelerine bu yenilikleri getirmelerini temin etmekti. O zamanlar dünyanın süper gücü Fransa olduğundan, ilk yetişen modernizasyon ekipleri Fransa ve Fransızca’nın etkisinde kalmışlardır. Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi’nin öncülüğünde 14 Mart 1827’de açılan ilk modern tıp mektebi olan Tıbhâne-i Âmire ve Cerrahhâne-i Âmire’de eğitim, neredeyse 40 yıl süresince Fransızca olarak yapılmıştır. Türkiye’de modern dermatolojinin kurucusu kabul edilen Hulusi Behçet te temel eğitimini Fransızca olarak almıştır. Bizim kuşak ta dahil, eğitim aldığımız hocalar reçetelerini; Rx ile başlatmışlar, eau borique, pommade Wilkinson, soufre precipite, lotion tonique… şeklinde yazmışlardır. 

Dermatoloji eğitiminde Fransız etkisi 1935’lere kadar sürmüş, yaklaşık 15 yıl kadar devam eden bir Alman etkisinden sonra, halen devam eden İngiliz-Amerikan etkisine girilmiştir. Şimdilerde reçeteler; Rp ile başlıyor, hatta Rp’siz başlıyor, distillated water, precipitaded sulfure, tonic lotion şeklinde yazılıyor. Hatta son zamanda bunlar da unutulur oldu, her şey hazır, komprime! Bilgisayarda bazı tuşlara basıyoruz, yazdığımız ilacın krem mi, merhem mi olduğunu bile belirtme lüzumu duymuyoruz, işi eczacı kalfasının insafına burakıyoruz! Bu etki geçişlerini, esas çalışmalarını Alman etkisi döneminde yapmış olan merhum Hulusi Behçet’in fotoğraflarında net olarak görebiliriz; Birinci fotoğraf, Fransız etki dönemine, ikinci fotoğraf ise Alman etki dönemine ait!

https://admin.biyografya.com/_docs/photos/eb9509409e060640908b98004d738aa3.jpg
Arlet Natali AVAZYAN on Twitter: "Ord. Prof. Dr. Hulûsi Behçet (1889-1948)  Dünyada 'Behçet Hastalığı' adıyla bilinen hastalığı bulmuştur.  http://t.co/YVsoF5mtFZ"

Önceleri iştigal alanımız “Emraz-ı Cildiye ve Tenasüliye” idi. Toplumda frengi yayılınca adımız biraz değişip “Emraz-ı Cildiye ve Efrenciye” oldu. İki isim birleştirilip “Emraz-ı Cildiye, Efrenciye ve Tenasüliye” şeklinde de kullanıldı. Zamanla “Emraz-ı Cildiye ve Zühreviyye” ve  “Emraz-ı Zühreviyye” öne çıkar gibi oldu ama fazla rağbet görmedi. Sonra, sırasıyla; “Cildiye”, “Cilt ve Zührevi Hastalıklar”, “Deri ve Zührevi Hastalıkları”, “Dermatoloji ve Veneroloji” ve son olarak ta “Dermatoveneroloji” alanında karar kıldık derken son trend karşımıza “Dermatoloji, Veneroloji ve Kozmetoloji” olarak çıktı. Bu hareketliliğin nerede duracağını da kimse kestiremiyor. Gidişat, “Kozmetoloji”nin alana tümüyle hakim olacağını gösteriyor sanki!

Bütün bu değişimler sırasında; “cilt” kelimesinde saklı inceliği kaybettiğimizi, “deri”nin kimde bulunduğunu, insana yakışıp yakışmadığını fark bile etmedik. Değişim ve yenilenme iyidir amma, eskiye ait güzellikler muhafaza edilerek yapılırsa daha da iyidir!

Cinsel yolla bulaşan hastalıkları tarif ederken kullandığımız Veneryan ve Zührevi gibi kelimelerle doğrudan kadını suçlu ilan ettiğimizi hiç mi hiç düşünmedik! Topluma bu hastalıkları yayan suçlu, erkek değil, Venüs veya Zühre, yani kadın idi! 

Öğretim üyesi iken; gerek asistanlarımızla, gerek stajyerlerimizle “Kayısı Bahçesi’nde “ferfene” yapardık. Bir öğle arası, herkesin önceden evinde hazırladığı bir nevale ile ortaklaşa hazırladığı öğle yemeğimizi, serdiğimiz kilim üzerinde yedikten sonra çevre keşfine çıkardık. Kara yosunları ile alglerin simbiyotik yaşama şekli olan likenleri inceler, “liken” kelimesinin tabiattan Cildiye’ye buradan geçtiğini öğrenirdik. Cemrelerin düşme zamanında ortaya çıkan çiğdemleri ve navruzları araştırır, özellikle çiğdemlerin kökünde bulunan “kolşisin”in tıpta ve dermatolojide, özellikle de Behçet Hastalığı’nda kullanımını tartışırdık. Isırgan otu (ürtika) ile “ürtiker”in alakasını konuşurduk. Ağaçlardan toplayıp yediğimiz bademlerden elde edilen yağın (huile d’amande) Cildiye’de nerelerde kullanıldığını anlatırdık. Gördüğümüz köstebek yığınlarından hareketle, halkımızın “skrofuloderma”ya güzel bir yakıştırma ile “sıraca” dediğini hatırlardık. “Lupus”un kurt anlamına geldiğini konuşurduk. Bit yumurtasına niye “sirke” dendiğini tartışırdık. Deniz sahilinden topladığımız deniz canlılarına ait kabuklara “sedef” dendiğini, süslemecilikte değerli bir materyal olmasının yanısıra, meşhur hastalığımız psöriazis’e de isim babalığı yaptığını bilgi dağarcığımıza katardık.

Vizitlerde; “Tabib-i hâzık” olmamız gerektiğini, “Vücudun en büyük organı”nı, “taburcu olmak” deyiminin kökenini, “Türk Tıbbının 3 Behçeti”ni (Tanzimat dönemi Osmanlı Sağlık Bakanı Mustafa Behçet Efendi-Ord. Prof. Dr. Hulusi Behçet-Cumhuriyet Dönemi Sağlık Bakanlarından Dr. Behçet Uz), paterji testini, tüplerin boğazından değil altından başlayarak sıkılması gerektiğini, “Sifiliz”e niye “Frengi dendiğini, Florence Nightingale ile sifiliz arasındaki bağlantıyı, cüzzamlılarda bitin barınamadığını, “kehle-i ikbal”i, miskinler tekkesi denen yerlerin, lepralı hastalar için hazırlanmış şefkatli karantina merkezleri olduğunu, deri hastalıklarında sıklıkla kullanılan halk hekimliği uygulamalarını, gerektiğinde bunlardan da istifade edebileceğimizi, Rx ile Rp arasındaki farkları… dilimiz döndüğünce anlatmaya çalışırdık.

Bütün bu “hurda malumat”ı niye anlattım? Atalarımız, “kem âlât ile kemâlât olmaz” demişler! Değerli meslektaşlarım! Sadece “Kitab”ı okumakla mükemmelliği yakalamamız pek mümkün görünmüyor. Kitabın yanında okunması ve örnek alınması gereken iki önemli kaynak daha var: “Kainat (tabiat) Kitabı ve İnsan Kitabı”. Ancak bu 3 Kitabı birlikte okuduğumuz ve ders çıkardığımız takdirde her alanda kemalata ulaşabiliriz. 

Yukardaki kırık-dökük bilgilerle size bir nebze de olsa faydalı olabildiysem ne mutlu bana! Hepinize sağlıklı ve mutlu bir ömür dilerim!

Dr. Mustafa Şenol (Emekli Cildiye Mütehassısı)

Bir Etek Salatalık Gözünde Kaldı!

Malatya’dan, rahmetli üniversite berberi Ramazan’dan naklen!

Nasreddin Hoca geçen sene nohut ektiği tarlasını bu sene ikiye ayırmış: Yarısına kendisi için, yarısına da ihtiyaç sahiplerine dağıtmak üzere, Allah için salatalık ekmiş. Mevsim sonunda Allah’ın tarlasında bol ürün olmuş, Hoca’nın tarafında az ve düşük kalitede salatalık yetişmiş. Hoca sözünde durarak Allah’ın tarlasından çıkan salatalıkları eşe dosta, konuya komşuya ve ihtiyaç sahiplerine dağıtmış.

Bu sefer tarlaları değiştirmiş; kendi tarafını Allah’a ayırmış, Allah’ın tarlasını da kendisine almış. Olacak bu ya, bu defa da Allah’ın tarlasında bol ürün olmuş, Hoca’nın tarlası az miktarda ve kalitesiz salatalık vermiş. Hoca bir lahavle çekmiş ama yapacak bir şey de yok!

Ürünleri dağıtmadan önceki gece Hoca, Allah’ın tarlasına hırsızlığa gitmiş. Önüne bağladığı kocaman bir önlüğe taşıyabileceği kadar salatalık doldurmuş. Elindeki bastonu da arkadan boynuna sokarak, yavaş ve sessiz adımlarla evinin yolunu tutmuş. Tam eve gireceği sırada ensesindeki baston kapının pervazına takılmış. Allah’a yakalandığını düşünen Hoca, kısık bir sesle, “Bir defalık görmezden gel!” demiş. Eve girmek üzere ikinci hamleyi yapınca baston tekrar kapının üst kenarına takılmış. Hoca tekrar dönmüş ve “Yanında bi etek salatalık kadar da mı hatırımız yok, görmezden gel dedik ya!” demiş. Üçüncü hamlede de baston eve girmesine izin vermeyince, Hoca eteğindeki salatalıkları götürmüş, Allah’ın tarlasına saçmış ve “Al, bi etek salatalıkta gözün kaldı, o da senin olsun!” demiş.

Bir Bakmada Ne Göreceğini Sandın!

Elazığ Akıl Hastalıkları Hastanesi’ne yeni bir akıldan özürlü kişi getirilmiş. Yeni gelen bakmış ki, eskiler muhtemelen yan odaya açılan ama kapalı olan bir kapının önüne dizilmişler, sıra ile bir süre anahtar deliğine bakıp tekrar arkaya geçiyorlar! Bizimki de meraklanmış ve kuyruğa girmiş. Sıra kendisine gelince uzun süre anahtar deliğinden bakmış bakmış ama bir şey görememiş. “Bir şey göremedim yav!” deyince koğuşun en tecrübeli delisi; “Alemin göz açığı sen misin? Biz yıllardır bakıyoruz, hala bir şey göremedik, sen bir bakmada ne göreceğini sandın? Geç tekrar sıraya!” demiş!