1956 yılında Nevşehir’in Uçhisar Kasabası’nda doğdum. İlkokulu kasabamda, ortaokul ve liseyi Nevşehir’de tamamladım. 1972-73 öğrenim yılında lise birincisi olarak mêzun olduktan sonra, ODTÜ kimyâ mühendisliğini kazanarak 1 yıl süre ile İngilizce Hazırlık Sınıfı’na devâm ettim. Tekrar girdiğim sınavda girmeye hak kazandığım Erciyes Üniversitesi Gevher Nesîbe Tıp Fakültesi’nden 1980’de ikincilikle mêzun oldum. 8 yıl pratisyen hekimlik yaptıktan sonra, 1987’deki ilk TUS sınavı ile girdiğim Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Dermatoloji Anabilim Dalı’ndan 1990 yılında uzmanlığımı aldım. 2 yıl Aksaray Devlet Hastanesi’nde çalıştıktan sonra, 1993’te İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Dermatoloji Anabilim Dalı’na yardımcı doçent olarak atandım. 1999’da doçent, 2008’de ise profesör unvânını aldım. İyi derecede İngilizce biliyorum. 34 yılı aşan bir hizmet süresini tâkîben 2014’te emekli oldum. Evliyim, 4 çocuğum, 6 torunum var.
Kategori: Uncategorized
İçim Bir Hoş Oldu!
Yaşı ilerleyen veya ölümü yaklaşan kişilerin duyarlılık katsayılarının yükseldiği, en ufak bir olay karşısında hemen gözlerinin yaşardığı bilinen bir gerçektir. Aşağıda anlatacağım hadise, bu duruma bizzat şahit olduğum unutamadığım hatıralarımdandır.
İlk görev yerim olan kasabamız sağlık ocağında çalışırken, müsait zamanlarda hemen yakınımızda olan Yazı Cami’ye namaza giderdim. Zannediyorum 1981 yılının Haziran ayıydı. Bir ikindi namazına, yanımda o zamanlar 3 yaşlarında olan büyük oğlum Mehmet’le beraber gitmiştik. Hava da herhalde serin olmalı ki, üzerinde beyaz renkli kapşonlu bir mont vardı. Onu giydiği zaman tavşana benzerdi. Birlikte sünneti kılmaya başladık. Üçüncü rekatta Mehmet secdede uyuyakaldı. Ben de dokunmadım, namaz bitinceye kadar öylece secde vaziyetinde uyudu.
Namaz çıkışında, rahmetli Ali Bey’in Hacı Abi bizi bekliyordu. Bir taraftan mendiliyle gözünü silerken bir taraftan Mehmet’in başını okşadı. “Maşallah doktorum! Allah bağışlasın! Çocuğu öyle beyaz montuyla, tavşan gibi, secdede uyur görünce içim bir hoş oldu! Sebebini bilmiyorum ama, namaz boyunca ağladım!” dedi. “Hayrolsun inşallah Hacı Abi!” dedim ve ayrıldık.
Ağustos ayında askere gittim, Eylül’ün ilk haftasında Hacı Abi’nin vefat ettiğini öğrendim. 50 yaşında, sapasağlam, çok çalışkan, çok neşeli bir insandı. Bilinen bir hastalığı da yoktu. Allah rahmet eylesin!
Demek ki; duygusallığı artan kişilerin daha bir dikkatli davranmaları, sayılı günlerinin kalmış olabileceğini hesap ederek, kalan sermayelerini en verimli şekilde kullanmaya çalışmaları akıllıca bir davranış olacaktır.
Şapka
Her ikisi de rahmetli olan Adilin Ahmet ile Karaböcük (Mustafa Kulaklı), bir gece zil zurna vaziyette Kolsuzun Bayır’dan aşağı doğru bağıra çağıra iniyorlarmış. Karaböcüğün tam forslu zamanları, Adilin Ahmet ise henüz yeni yetme! Dolayısıyla Karaböcüğün küfürlerine, hakaretlerine, sövüp saymalarına ses çıkaramıyor! Ahmet Abinin evi, bayırın ortalarında sağ tarafta!
Evde kocasının gelmesini bekleyen rahmetli Dudu Nene, dışardan gelen naraları duyunca kapıya çıkmış. Bakmış ki Karaböcük kocasına verip veriştiriyor, sayıp sayıştırıyor, kapının arkasına bastırılmış olan küssüğü eline alıp köşede mevzilenmiş. Kocası eve gitmek üzere Karaböcükten ayrılınca, Dudu Nene saklandığı gölgeden çıkıp elindeki küssüğü Karaböcüğün ensesine yerleştirmiş. Küssüğü sûsününe yiyen Karaböcük, bayır aşşağı iki seksen uzanmış! Bu durumu gören Ahmet Abi, başındaki şapkayı çıkarıp Dudu Nenenin başına koymuş ve: “Âferim lan avrat, bundan sonra bu şapka senin hakkın” demiş!
Simitçi’ye Niye Simitçi Denmiş
Rahmetli annem, Simitçi lakabıyla maruf merhum Ahmet Temelli’nin öğrencisi imiş. Kayınpederimin vefatı sebebiyle taziyeye gelen sınıf arkadaşı rahmetli kütüphaneci Yılmaz Abi ile konuşurlarken söz ilkokul günlerine geldi. Annem, öğretmenlerinden bahsetti: Halil Efendi, Ömer Bey, Hasan Bey, Mahir Bey, Fethi Bey, Simitçi… Bu arada Yılmaz Abi’ye sordu: “Simitçi’ye niye simitçi dendiğini biliyor musun Yılmaz Efendi?” Yılmaz Abi’nin “Bilmiyorum bacım” demesi üzerine anlatmaya başladı:
Bir öğle arasında, Aşağı Mahalle Camisi’nde okunan mevlidden sonra, dağıtılan simitten almak üzere; ben, Kara Ali’nin İzzet, Aşiret’in Asım, Gıdır Ali’nin Mahmut ve bir kaç arkadaşla birlikte Aşağı Mahalle’ye gittik. Rahmetli babamın dağıttığı simitlerimizi aldık. Mektebe dönünce baktık ki Ahmet Temelli sınıfa girmiş. İçeri girince hepimize cetvelle bir sıra dayağı çekti, simitlerimizi de aldı ve masanın üzerine koydu. Biz dersten sonra verecek sandık ama bizim için çok kıymetli olan simitlerimizi vermedi. Evine mi götürdü, öğretmenler odasına mı götürdü bilmiyorum. Bunun üzerine rahmetlik Kara Ali’nin İzzet, tumturaklı bir küfür savurduktan sonra, “Bundan sonra bunun adını ‘Simitçi’ koydum” dedi. Böylelikle rahmetlik Ahmet Temelli’nin adı Simitçi’ye çıktı. Simitçi rahmetlik çok adam döverdi, hele de kardeşi Hasan’a onun attığı dayağı kimse atmamıştır. Gene de hakkımız helal olsun, Allah rahmet eylesin!
Mutluluk
İnönü Üniversitesinde çalışırken, Dr. Atilla Özcan Abi ile odalarımız karşılıklı idi. Dolayısı ile birbirimizin her yaptığından, ettiğinden, geleninden, gideninden haberimiz olurdu. Özellikle benim odaya kalabalık bir misafir grubu gelince, hemen Atilla Abinin odasındaki Maraş işi ve içi devamlı dolu olan ahşap oyma şeker kutusunu alır, misafirlerime ikram eder, hatta ikişer üçer almaları için ısrar ederdim. Açık kapıdan şekerlerinin tükendiğini gören ve içi yanan Atilla Abi seslenirdi: “Ver! Ver! Nasılsa el kesesinden ağalık kolay!” Günlerimiz böyle latifelerle gayet güzel bir şekilde geçerdi.
Hastanede asgari ücretle sözleşmeli işçi olarak çalışan, Atilla Abinin de hemşerisi olan Ali Karakoç isimli bir hastamız vardı. Ali, Elbistanlı şair merhum Bahaeddin Karakoç’un oğlu, merhum ve meşhur şairimiz Abdurrahim Karakoç’un da yeğeni idi. Muzdarip olduğu Darier Hastalığı sebebiyle zaman zaman yanımıza uğrar, biraz hoşbeşten ve çay ikramından sonra, onun için hazırladığımız ilaçları ve el harçlığını alır işine giderdi.
Benim olmadığım bir gün, ziyarete gelen Ali’ye Atilla Abi, “Ne var ne yok Ali? İşler güçler ne alemde, çoluk çocuk nasıllar?” diye sorar. Ali’nin cevabı, Atilla Abinin gözlerini yaşartacak bir cevaptır: “Çok şükür Hocam! Aç değilim, açıkta değilim, gerek buradaki işimden gerek yaptığım diğer işlerden sebep, rızkımı temin ediyorum. Mevcut rahatsızlığım beni biraz engelliyorsa da, sayenizde onu da hallediyoruz. Allah, emrime muti bir hanım ve dünya güzeli bir kız evlat da nasib etti. Daha ne isterim!”
“Dün akşam yorgun argın eve vardım. Sağolsun hanım sobayı gümbürdetmiş, çayı demlemiş. Elimi yüzümü yıkayıp yerime oturunca beş yaşındaki kızım kucağıma atladı ve benimle oynamaya başladı. Hanım da, yanına biraz bisküvit koyduğu tavşan kanı çayımızı getirdi, birlikte içmeye başladık. Serde, aileden gelen şairane bir duygu da var ya! O sırada içimden şu düşünceler geçmeye başladı: Acaba şu dünyada benim kadar mutlu bir insan daha var mı acaba? Allahım sana ne kadar şükretsem azdır!”
Ali’nin ayrılmasından biraz sonra Atilla Abinin odasına girdiğimde gözlerini siliyordu. Hayrola Abi deyince olanları anlattı: “Biz bu kadar nimetin içinde, bir türlü memnun ve mutlu olamazken, asgari ücretle çalışan, ciddice bir hastalığı olan, bir gecekonduda kirada oturan Ali’nin hayata bakış açısı beni çok sarstı. Vah bize, yazık bize! Allah bizleri affetsin!” dedi.
İçini yakar
Nasreddin Hoca’nın komşusu, tam zamanı diyerek kovanlarında petek petek biriken balı bir tepsiye almaya başlamış. Balın kokusunu alan Hoca merhum, aradaki duvarın üstünden, “Selamün aleyküm komşum, ne yapıyorsun?” diye seslenmiş. “Kovanlarda biraz bal vardı da onu alıyorum Hocam” diye karşılık vermiş komşu. “Kolay gelsin, Allah bereketli eylesin” diye dua etmiş Hoca. Komşusu içinden, “Koskoca Hoca! Bal aldığımı gördü, ikram etmesek ayıp olur” diye geçirmiş. Ama, içeriye gidip tabak kaşık getirmeye üşenmiş. “Şu kaşığı eline vereyim, nasıl olsa üç beş kaşık alır, kesilir” diyerek tepsiyi Hoca’nın önüne sürmek gafletinde bulunmuş. Hoca, “ Niye zahmet ettin be komşum, pek de yiyesim yoktu ama madem ısrar ediyorsun, bir tadına bakayım bari!” diyerek tepsiye girişmiş! İlk hamlede tepsinin yarısını uçurmuş! Balının elden gittiğini gören adamcağız, “Aman Hocam, fazla iştahlı varma, fazla tatlı içini yakar sonra!” diyecek olmuş. Hoca istifini bozmamış: “Sen işine bak komşum, ben bilirim kimin içinin yandığını!” deyip bala kaşık çalmaya devam etmiş!
Düven
Raviyan-ı ahbaran, nakilan-ı asaran ve muhaddisan-ı hadisan şöyle hikayet ve böyle rivayet ederler ki:
Vaktin nakit, sözün akit olduğu, özellikle asker arkadaşlığının çok kıymetli olduğu zamanlardan bir zaman, kişilerden bir kişi asker arkadaşını ziyarete gelmiş. Uzun yıllardan sonra ilk karşılaşma, bir sevinç, bir muhabbet, bir memnuniyet! İzzet ikram en üst seviyede, kuzular kesilmiş, şerbetler yapılmış, yanına lokum konan kahveler cezveye sürülmüş. Yatma zamanı gelince, hasırlar kaldırılmış, halılar serilmiş, yün döşekler yüklükten indirilmiş!
Tanrı misafirliğinin makbulü üç gün! Ama bizim misafir ağa, minderi kalın bulmuş olacak ki, bir gün, iki gün, üç gün dememiş, mitili iyice sermiş, aileden biri imiş gibi eve iyice yerleşmiş! Ev sahibi utangaç, ama ziyaret te gün geçtikçe zahmetli hale geliyor! Hal diliyle, misafiri kırmadan evden göndermek amacıyla yavaş yavaş izzet ikramı azaltmaya başlamış. Yün döşek pamuğa, halı kilime, kilim hasıra, minder şilteye dönüşmüş. Yemekler azalmış, öğünler seyrelmiş, çay-kahve suyla yer değiştirmiş… Ne yapmışlar ne etmişler ama hiçbiri kâr etmemiş, misafir ağa halinden memnun!
Uzun bir süreçten sonra misafir ağanın odası tamamen çıplak hale gelmiş. Sadece, bir köşeye taşları üste gelecek şekilde ters yatırılmış bir düven konmuş. Misafir ağa hala halinden memnun! Bir akşam, düvenin üzerine oturmuş ve düşünceye dalmış! O sırada içeri giren ev sahibi selam verdikten sonra: “Hayrola misafir ağa, ne düşünüyorsun” diye sormuş. Misafir ağa: “Birkaç ay sonra harman zamanı gelecek, o zaman bu düveni de altımdan alırlarsa neyin üstünde yatacağım, onu düşünüyorum” demiş!
Tüp Neresinden Sıkılır?
Toplumumuzun yaklaşık olarak %85’i diş macununu veya krem tüpünü boğazından sıkar, ancak %15 kadarı tertipli bir şekilde, alttan itibaren sıkarak kullanır. Tüpü boğazından sıkan kişi, diğer işlerinde de özensiz davranır, dağınık bir hayat sürer.
Örnek vermek gerekirse; Sokağa tükürenler, çekirdek kabuklarını yere atanlar, kola tenekelerini, su şişelerini, cips paketlerini, sakızlarını çevreye saçanlar, piknik yerlerini, sahilleri çöplüğe çevirenler, trafiği çekilmez hale getirenler, hep bu tüpü boğazından sıkan gruba dahildir. Demek ki neymiş! Kendimizden başlayarak, bugünden itibaren tüpleri alt tarafından sıkmaya başlıyoruz!
Tüpü altından sıkanların oranı en az %51 olmadıkça, millet olarak huzur bulmamız ve rahat etmemiz ham bir hayalden ibarettir!
Benzer bir değerlendirmeyi camilerdeki ayakkabılıklar konusunda da yapabiliriz. Cemaatin tamamına yakınının ayakkabısını alacak kadar ayakkabılık olduğu halde, insanların gene yaklaşık %85’i ayakkabısını yere çıkarır. Arkadan gelenler veya erken çıkanlar bu ayakkabıların üzerine basarak veya atlayarak girip çıkmak zorunda kalır. Halbuki cami cemaati, toplumun biraz daha aklı başında, doğruyu eğriden ayırabilen, hakka hukuka daha bir dikkat eden kesimi olarak kabul edilir. Demek ki cemaatin de büyük kısmı tüpleri boğazından sıkıyor!
Ne zaman ayakkabıların %51’i raflara çıkar, o zaman tünelin ucunda bir ışık görünmüş demektir!
Acer Testi
Malum olduğu üzere, şirin ilçemiz Avanos, çanak-çömlek imalatı ile meşhurdur. Yöremiz şairlerinden merhum Everekli Seyrânî bu durumu;
“Kör de bilir Avanosun yolunu,
Testi bardak kırığından bellidir” diyerek ne güzel özetlemiş!
Bölgemizde çok kullanılan, “Acer testinin suyu soğuk olur” atasözü Avanos menşe’li olsa gerek! Bu sözün hakiki anlamı şöyle anlatılır: Taze testi gözenekli olur, içine konan suyu dışarı sızdırır, sızan sıvı buharlaşır, buharlaşan zemin serinler. Dolayısı ile taze testi, içine konan suyu bir süre sonra birkaç derece soğutur, yani bir nevi buzdolabı görevi görür. Aradan biraz zaman geçince, gözenekler kapanır, testi artık suyu soğutmaz olur. Demek ki, devamlı olarak soğuk su içmeyi isteyen bir kişi, 5-6 ayda bir testiyi tazelemek durumundadır.
Günlük kullanımda, bu sözün hakiki anlamından ziyade mecazi anlamı kastedilir: Bir işe yeni başlayan kişi heyecanlı olur, hevesli olur, idealist olur! Yapayım, çatayım, en iyisi ben olmalıyım havasındadır! Aradan bir süre geçince, etrafındakilere bakar ki “tencere tava, herkes bir hava”. Sonunda, “âlemin enayisi ben miyim” der, o da ortama uyar, “salla başını al maaşını” moduna geçer! Yani, kişi iyi bir hizmet almak istiyorsa, esnafın, memurun, muhatabın işe yeni başlayanını tercih etmelidir. Kaşarlanmış birisine rastlarsa vay haline!
Taşlar, taşlar!
Taş deyip geçmeyelim! Taş var, taş var, taştan taşa fark var! Taş var, ev olur insanı sarar sarmalar, taş var insanın ayağı altına serilir, taş var adamın başını yarar!
Taşlar öncelikle yuvamızı yapar. Ocaktan halapa halinde çıkan taş, ustalar elinde şekillenir, kesme taş halini alır. Kafa taşı evimizin temeli olur, su basmanı olur, bahçe duvarı olur. Tol taşı evimizin temelini, duvarını ve kemerini, süve taşı kapı ve pencerelerini, hatıl kapı ve pencere üstlerini, say ve saylak, zemin ve bahçe döşemesini oluşturur. Helik ise, küçük delikleri kapatır, üstteki büyük taşların topallayan ayaklarını sabitler, duvarın dengesini sağlar. Demekki, her taşın yerine göre bir önemi vardır, yani taş yerinde ağırdır.
Önceleri evlerimizde Çat ve Çavuşin taşları kullanılmış, şimdilerde ise Nevşehir (sarı taş, deve tüyü, gül kurusu…) ve İncesu (cingi, siyah) taşları kullanılıyor.
Köfek taşı Erciyesin bölgemize bahşettiği önemli bir hediye! İri parçalar halindeki köfek taşı, topuk taşı olarak kullanılır. Eskiden damlara serilerek izolasyon vazifesi gören iri kum halindeki köfek taşı (hışır), şimdilerde bims adıyla briket yapılarak aynı görevi başka bir şekilde yerine getirmeye devam ediyor. Çakıl taşından stabilize yollar yapılırken, mıcır asfalt halinde hedefimize kolaylık ve konfor içinde ulaşmamızı sağlar.
Atlama taşı bizi hem sulardan aşırır, hem de tanınan bazı fırsatları uygun şekilde kullanabilirsek daha büyük imkanlara ulaşmamısı sağlar. Değirmen taşı buğdayımızı un, arpamızı zavar eder. Bir sapat (sapan) taşı bir kuşun yuvasını darmadağın edebilir.
Binek taşı, dibek (soku) taşı, sadaka taşı, loğ (yuvak) taşı, çakmak taşı, ayak taşı, nişan taşı maalesef tarihe gömülen taşlarımız!
Böbrek ve safra kesesi taşları bizi kıvrım kıvrım kıvrandırırken, diş taşları dişlerimizden edebilir.
Taş ölümümüzde de bizi yalnız bırakmaz. Cenaze namazımız musalla taşında kılınır. Kabrimizin başına bir mezar taşı dikilir ki gelene geçene bizi hatırlatsın. Biraz hatırlıysak belki de gösterişli birer hece taşı dikerler baş ve ayak uçlarımıza.
Adam var taş kafalı, adam var taş kalpli, adam var bir laf eder, gelir yüreğinin ortasına taş gibi oturur! Taş çatlasa iki lira edecek mala on lira ister. Taşı sıksa suyunu çıkaracak halde iken ya yan gelir yatar, ya da gider sağda solda it taşlar! Sanki taş atıp da kolu yorulmuş gibi nazlanır. Bazen delinin biri bir kuyuya taş atar, kırk akıllı uğraşır, kırk yılda çıkaramaz. Böyleleri ile uğraşmak insanı çok yorar, şeytan taşlamaktan ibadete eliniz değmez! Söylenirsin içinden: Böyle giderse başımıza taş yağacak!
Tarihte bu cibilliyette nice nemrut var ki, girdikleri yerlerde taş üstünde taş, gövde üstünde baş bırakmamış. Allahtan haddi aşınca bunlar taş kesilmişler de insanlar biraz ferahlamış. Geçmiş zamanda nice masum, haksız yere taşa tutulmuş!
İyi insan odur ki, taş üstüne taş koyar, yerinde akranlarına taş çıkartır, gereğinde taşın altına elini koyar, fedakarlıkta sınır tanımaz, icabında bağrına taş basar, yeri gelir taşı yastık yapar. Attığı taşın ürküttüğü kurbağaya değmeyeceğini bilir, bir taşla iki kuş vurmaya çalışmaz! Taşın taş üstünde olabileceğini ama evin ev üstünde olmayacağını hesab eder, yakınlarına zorluk çıkarmaz.
Usta odur ki; yerinde kullanıldığı takdirde her taşın değerli olduğunu bilir. Süve taşı yerine kafa taşını, helik taşı yerine tol taşını, çingi taş yerine köfek taşını, saylak yerine halapayı kullanmaz. Kullandığı takdirde bunun büyük bir hata olacağını, taşlar yerinden bir oynadı mı artık o duvarı kimsenin tutamıyacağını bilir.
Bir umre ziyaretinde yol arkadaşlığı yapma şansını bulduğum değerli büyüğümüz Mahmut Toptaş Hocaefendi’nin, Huneyn olayını anlatırken şöyle bir değerlendirme yaptığını hatırlıyorum: İnsan her zaman insandır, sahabe de olsa insandır, alim de olsa insandır, evliya da olsa insandır. Kimisi süve taşı, kimisi kafa taşı, kimisi tol taşı gibidir. Kimisi helik taşı, kimisi çingi taş, kimisi de köfek taş benzeridir. Peygamber Efendimizin ustalığı, muhataplarını çok iyi tanıması ve yerli yerinde kullanmasıdır. Etrafındaki insanların potansiyelini ve özelliklerini çok iyi biliyor, onları olması gereken yerde en üst seviyede bir verimlilikle kullanıyordu. Günümüzün en önemli problemlerinden birisi tam da bu noktada karşımıza çıkıyor: Taşlar yerinde kullanılmıyor, ayaklar baş, başlar ayak oluyor, nice değerler heba olup gidiyor. Bu hususta da sünnet-i Rasulullah’tan alacağımız çok ibretler ve dersler olduğu gün gibi aşikar! Taşları tam gediğine koymadıkça işler düzelecek gibi durmuyor!