Dohtor Bey

Verdiğin perhize budur gayratım,
Bundan başka uyamayom dohtor bey!
Üç sepet yımırta zabah gahvaltım,
Teker teker sayameyom dohtor bey!

İki leğen pilav, bi yayık ayran,
İster yağlı ossun, isterse yavan,
Yanına keseyom beş kilo sovan,
Yeyom yeyom doyameyom dohtor bey!

Üç tencere bamya yirim bişince,
Yirmi tas su içip biraz goşunca,
Her yanım sokülür garnım şişince,
Sağlam göynek giyemeyom dohtor bey!

Şinciye acımdan çohtan ölürdüm,
Sağossun gomşular ediyo yardım,
Bir guzudan fazla yimem, söz virdim,
Ayıp olur, cayamayom dohtor bey!

Bazı az geliyo beş gasa hurma,
Yedi lahanadan yapıyoz sarma,
Onuda mı yedin diye heç sorma,
Utaneyom deyemeyom dohtor bey!

Gunde iki çuval unum gideyo,
Avradım her sabah ekmek edeyo,
Bi gazan fasilye gonül ye deyo,
Arttırmaya gıyameyom dohtor bey!

Senede gırk dönüm bostan ekerim,
Benden başka kimse yimesin derim,
Gavunu, garpızı gabıhlı yerim,
Acelemden soyameyom dohtor bey!

Bilmem Gara Memmed nereye gider,
Buyumuş gısmatım, buyumuş gader,
Bi gunde yediğim işte bu gadder,
Daha fazla yeyemeyom dohtor bey
Daha fazla yeyemeyom dohtor bey

Bedirhan Gökçe

 

Tohdur Beğ

Avrat yeğin sayrı, benim karnım aç,
Keyf için gelmedik bura tohdur beğ.
Fukarâ harcından yaz da bir ilaç,
Olsun derdimize çâre tohdur beğ.

Tama vatandaşık, gardaşık tama…
Bunca pahılm’olur adam adama?
Geldik tâ sabahtan, kaldık akşama,
Yârına mümkün mü sıra tohdur beğ?

Yedi baş horanta yıkık hânede..
Tüm kazancım bini bulmaz senede;
Yüz pangunut helâl olsun gene de;
Ben nereyîm, beşyüz nere tohdur beğ?

Tek kaşıkla çorba içer dördümüz..
Kul başından ırak ola derdimiz.
Senden, benden esker ister ordumuz.
Candan da mı yeğdir para tohdur beğ?

Dert-belâ tebelleş oldu başıma,
Her gece tahsildar girer düşüme…
Beni mahcûb etme can yoldaşıma,
Erkeklik öldü mü bre tohdur beğ?

Büyük oğlan esker, öteki çırak,
Han için param yok, oteli bırak…
Mevsim kış, yollar sarp, köy hayli ırak;
Bir değil, beş değil yara tohdur beğ.

Mêmur gelir karşılarsın köşeden,
Zengin gelir kırılırsın neşeden.
Öte kaçma bizim garip Eşe’den,
Bakıp boynundaki kire tohdur beğ.

Hemi Müslümanım, insanım hemi;
Hâlimi arzettim darılma e mi?
İçinde mangır yok, gördün kesemi;
Bir de ceplerimi ara tohdur beğ.

Daha sayayım mı? Noksan mı daha?
Yalvara yalvara tükendim aha..
Bu yüzle mi çıkacaksın ALLAH’a?
Vallâhi yanarsın nâra tohdur beğ.

 

Abdurrahim Karakoç

Üç Behçet

Türk tıp tarihinde, Behçet Hastalığı ve bu hastalığı tanımlayan Dr. Hulusi Behçet oldukça iyi bilinen bir sîma iken, kayda değer önemli işler yapmış ve bilinmesi gereken diğer iki Behçet, ne yazık ki yeterince tanınmamaktadır. Bu yazıda, tıp tarihimizde kalıcı izler bırakmış üç Behçet, kronolojik bir sıra içerisinde sunulmaktadır.
1. MUSTAFA BEHÇET EFENDİ (1774-1834)
Osmanlı saray hekimlerinden ve son hekimbaşılardan Mustafa Behçet Efendi, 1774’te İstanbul’da doğmuştur. Dedesi Hayrullah Efendi ve kardeşi Abdülhak Molla da hekimbaşıdır. Meşhur şair Abdülhak Hâmid’in amcasıdır.
Süleymaniye Tıp Medresesi’nde tıp eğitimi almış, yeterli hekimlik tecrübesine ulaştıktan sonra, 1791’de Sinan Ağa Medresesi’ne  hekim yardımcısı  olarak tayin edilmiş, 1796’da saray hekimliğine, 1803’te (III. Selim dönemi) saray hekimbaşılığına getirilmiştir. 1807’de padişahın tahttan indirilmesi üzerine bu görevine son verildiyse de, on yıl sonra, II. Mahmud zamanında yeniden hekimbaşı yapılmıştır.
Osmanlı Devleti’nde modern tıbbın kurucularından olan, Doğu ve Batı dillerinden birçoğunu öğrenen Mustafa Behçet Efendi tıp ve tabiat bilimlerinin önemli eserlerinden bazılarını Türkçe’ye çevirmiştir. Başlıca tercüme eserleri; Aşı risâlesi, Ameliyât-ı Tıbbiye, Hikmet-i Tabîiyye, Risâle-i İllet-i Efrenc olup, telif eserleri ise, Risâle-i Rûhiye ve Tertîb-i Eczâ’dır. O sıralarda etkeni henüz keşfedilmemiş olan kolera hakkındaki epidemiyolojik müşâhadelerini 1831 yılında yayınladı. Bu faaliyetleri, o zamanın geçerli tıp ve biyoloji anlayışı dışına çıkma temayülü gösteren ilk çalışmalar oldu. Bu arada, eski çağlardan kalma tedavi yöntemlerini ve ilaçları derlemek amacıyla yazmaya başladığı ve ancak 850 sırrı derleyebildiği “Bin Sır” adlı kitabı ölümü üzerine yarım kalmış, kardeşi Abdülhak Molla’nın bitirmeye çalıştığı bu eseri  Abdülhak Molla’nın oğlu Hayrullah Efendi tamamlamıştır.
Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi, 1826’da sultan ikinci Mahmûd’a, yeni kurulan ordunun hekim ve cerrah ihtiyâçlarının karşılanması için, bir tıp okulu açılmasını teklif etmiş, teklifinin uygun bulunması üzerine, 14 Mart 1827’de Şehzâdebaşı’nda yeniçerilerden boşaltılan Tulumbacıbaşı konağında, Tıbhâne-i Âmire ve Cerrahhâne-i Âmire adlı iki bölümü bulunan bir tıp okulu açılmıştır. Okulun tıbhâne bölümünde İtalyanca, cerrahhâne bölümünde Türkçe öğretim yapılıyordu. Bu okulun nâzırlığına tâyin edilen Mustafa Behçet Efendi, 1832 yılında vefât etmiş ve Üsküdar’daki Nasûhî dergâhına defnedilmiştir.
Okul 1836 yılında Sarayburnu’na, 1839’da ise Galatasaray’a taşınmış, Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şâhâne adını almış ve eğitim dili Fransızca’ya dönüştürülmüştür. 1867 yılında Türkçe tıp eğitimi yapan Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye açılmış, 1870 yılında da askerî tıp okulunda dersler Türkçeleşmiştir. 1878 yılında Sirkeci Tren İstasyonu yanındaki Demirkapı Kışlası’na, 1903’te ise, Haydarpaşa’daki Tıbbiye Binası’na taşınılmış, 1909 yılında Askeri ve Sivil Tıbbiye birleştirilerek Dâr’ül-fünun Tıp Fakültesi adını almış ve 1933’te İstanbul Üniversitesi’ne dâhil olmuştur.
Tıbhâne-i Âmire ve Cerrahhâne-i Âmire’nin açılış tarihi olan ve ülkemizde modern tıp eğitiminin başlangıcı olarak kabul edilen 14 Mart, 1. Dünya savaşı sonunda, İstanbul’u işgal eden yabancı güçlere karşı tıp öğrencilerinin bir tepkisi olarak, ilk kez 1919 yılında Tıp Bayramı olarak kutlanmıştır.

 

2. ORD.PROF.DR. HULÛSİ BEHÇET (1889-1948)
Türkiye’de modern dermatolojinin kurucusu olan Hulûsi Behçet, İstanbul’da doğmuş soyadı kanunun çıkışıyla birlikte, babası Ahmet Behçet’e izâfeten  Behçet soyadını almıştır. Babası­nın görevi nedeniyle bir süre Beyrut’ta bir Fransız okuluna devam etti, 1901 yılında Beşiktaş Rüşdiyesi’nden mezun oldu ve Aske­ri Tıbbiye’ye girdi. Tıp eğitimini 1910’da tamamlayıp, 1911-1914 arasında Gülhane Dermatoloji Kliniği’nde ihtisas yaptı. Üç yıl süreyle Kırklareli ve Edirne hastanelerinde görev yaptı. 1918’de  Budapeşte ve Berlin’de 1 yıl çalıştıktan sonra yurda döndü. Bir süre serbest olarak çalıştıktan sonra, sırasıyla Zührevî Hastalıklar Hastanesi ve Vakıf Gurebâ Hastanesi cildiye uzmanlığı görevlerini yürüttü. 1933’te İstanbul Tıp Fakültesi Deri Hastalıkları ve Frengi Kliniği’ni kurdu ve profesör oldu. Profesör unvanını alan ilk Türk akademisyen olan Hulusi Behçet, 1939 yılında ordinaryus profesör unvanını aldı.
Hulusi Behçet, şark çıbanı (çivi belirtisi), arpa uyuzu, incir dermatiti ve mantar hastalıkları gibi çeşitli dermatolojik konuları inceledi ve bu konular üzerine çeşitli makaleler yayımladı.
1937 yılında ağız ve genital bölgesinde yaralar ile gözlerinde iltihaplanma olan üç hastasının bu şikayetlerinin bilinen hastalıklardan farklı olduğunu düşünüp, konuya ilişkin olarak bir Alman dergisinde yayınladığı “Viral olması muhtemel trisemptom kompleksi” başlıklı ilk makalesinde, bu belirtilerin yeni ve farklı bir hastalığa ait olduğunu bildirdi. Konuyu, aynı yıl Paris’teki Dermatoloji toplantısında da sundu ve başlangıçta çok da kabul görmedi. Ancak kısa süre sonra dünyanın çeşitli bölgelerinden benzer belirtilere sahip hastalar bildirildikçe ve zamanla Hulusi Behçet de hastalıkla ilgili yeni araştırmalarını yayımladıkça, bu yeni hastalık tüm dünya tarafından kabul edildi. 1947’de Zürih Tıp Fakültesinden Prof. Mischner’in Uluslararası Cenevre Tıp Kongresinde yaptığı bir öneriyle, Dr. Behçet’in bu buluşu “Morbus Behçet” olarak adlandırıldı. Hastalık; “Behçet Sendromu” ve “Trisemptom Behçet” adlarıyla da bilinmektedir. Bu tarihten iki yıl sonra Adamantiades adında bir Yunanlı hekim aynı sendromu tanımladığını açıkladıysa da, uluslararası bilim dünyasında fazla kabul görmedi
Adı verilen hastalık sayesinde tüm dünya tarafından tanınan Hulusi Behçet, bunun dışında çok sayıda kalıcı eser bıraktı. Bunlardan en önemlileri olarak “Frengi Dersleri” ve “Klinik ve Pratikte Frengi Teşhisi ve Benzeri Deri Hastalıkları” adlı iki eseri sayılabilir. “Deri Hastalıkları ve Frengi Kliniği Arşivi” adındaki dergiyi ölüm tarihine kadar yayınlamıştır. Bu dergi 1934’ten 1947’ye kadar Türkiye’deki Dermatoloji organı görevini sürdürmüştür.
Yaşadığı zamanda kıymeti çok bilinemeyen bu önemli bilim adamımız, geçirdiği bir kalp krizi sonucu 8 Mart 1948’de vefat etti.

 

3. DR. BEHÇET SÂLİH UZ (1893-1986)
1893’te Denizli’de doğan Dr. Behçet Uz, sıklıkla, Behçet hastalığını tanımlayan Prof.Dr. Hulusi Behçet ile karıştırılma şanssızlığı yaşamaktadır. İstanbul Tıp Fakültesi’nden mezun oldu. Bir süre İstanbul Şişli Çocuk Hastanesi’nde ve İstanbul Tıp Fakültesinde doktorluk yaptıktan sonra İzmir’de serbest çocuk hastalıkları uzmanı olarak çalıştı. Uzun yıllar Tıp Cemiyeti ve Etıbba Odası başkanlıklarında bulunmuştur.
1931’de İzmir Belediye Başkanlığı’na seçilerek 10 yıl boyunca İzmir’e pek çok eser kazandırdı. 1941’de Denizli’den milletvekilli seçilerek 19 yıl süreyle parlamenterlik yaptı. 1942’de Ticaret Bakanlığı ve 1946-1948 ve 1954-1955 tarihleri arasında iki defa olmak üzere Sağlık Bakanlığı görevlerinde de bulundu. 1960’tan sonra İzmir’de ticari ve sosyal çalışmalarına devam etmiş 94 yıllık yaşamını 1986’da tamamlamıştır
Dr. Behçet Uz Çocuk Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nin temeli, Dr.  Behçet Uz tarafından 1938’de atılmış, 1947’de ise hizmete açılmıştır. Ege Üniversitesi’ne analık yapan hastane, halen 355 yatakla hizmet vermeye devam etmektedir.

Kaynaklar

Açan Ahmet. Modern Tıbbın Eleştirisinin Eleştirisi. http://otekises.com/modern-tibbin-elestirisinin-elestirisi/

Açan Ahmet.  Modern Tıp Neden İyileştirmez? http://otekises.com/modern-tip-neden-iyilestirmez/

Akpur Hikmet. Tıbb-ı nebevî hadîsleri vahiy midir? http://www.academia.edu/7053647.

Akyüz Ubeydullah. Modern Tıp Anlayışına Farklı bir Bakış.  http://www.sizinti.com.tr /konular/ayrinti/modern-tip-anlayisina-farkli-bir-bakis.html

Altunbaş Yusuf. Kur’an’da İnsanın Yaratılışı ve Evrim Teorisi. Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi. Sivas, 2006.

Atay Hüseyin. Nefis. http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/782/10041.pdf

Atmaca Veli. Tıbb-ı nebevi. http://www.islamtarihi.info/16 Mart 2016.

Bademli Şule. Klasik ve Bütüncül Tıbbın Bağdaşması. http://webnaturel.com/ urunbilgi/id/1453/katid/38/ustkatid/4/klasik-ve-butuncul-tibbin bagdasmasi.html

Balanlı Ahmet Murat. Tabip mi Doktor mu? O Halde Hekim Kim? http://www.sdplatform.com/Dergi/584/Tabip-mi-doktor-mu-o-halde-hekim-kim.aspx

Baş Murat. İyileşmenin Felsefesi. http://www.acikgazete.com/spor/2006/08/25/ iyilesmenin-felsefesi.htm

Baş Murat. Alternatif Tıbbın Geleceği. https://www.xing.com/communities/posts/ alternatif-tibbin-gelecegi-1003773110

Batak Kemal. İslam Felsefesi. Sakarya Üniversitesi Ders Notları 2012;1-26.

Bayındır Abdülaziz. Ruh ve Vücut Dengesi. http://www.suleymaniyevakfi.org/fitrat-ve-tip-arastirmalari/ruh-ve-vucut-dengesi.html

Bayraktar  Halil. Büyük Patlama. http://www.yaklasansaat.com/evren/buyuk_patlama /buyuk_patlama.asp

Bayraktar Levent. Bergson’da Ruh-Beden ilişkisi. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe Tarihi Anabilim Dalı, 2003.

Canan Sinan. Bitkisel Tedaviler Ne Zaman İşe Yarar. http://www.sinancanan.net/ bitkisel-tedaviler-ne-zaman-ise-yarar/

Canan Sinan. Canlılık Hakkında Ne Bilebiliriz? http://www.sinancanan.net/canlilik-hakkinda-ne-bilebiliriz/

Canan Sinan. Tıp, Tıp Eğitimi ve Felsefe. https://www.youtube.com/watch?v= Hks5mNlWO0Y

Canan Sinan. Yeni Bir Medeniyet. http://www.sinancanan.net/yeni-bir-medeniyet/

Canan Sinan. Zihnimizin Yapısı. http://www.gonuldergisi.com/zihnin-yapisi-ve-bilinc-doc-dr-sinan-canan.html

Caydı Selçuk Salih. Modern Tıp Bilim mi, Yoksa Bir Tür Din mi? http://konstantiniye.blogspot.com.tr/2011/03/modern-tp-bilim-mi-yoksa-bir-tur-din-mi.html

Cirhinlioğlu Zafer. Post-modern Çözülüş ve Sağlık. http://www.aku.edu.tr/ aku/dosyayonetimi/sosyalbilens/dergi/V1/zcirhin.pdf

Cündioğlu Dücane. Zavallı Tıp, Bir Felsefesi Bile Yok! http://www.yenisafak.com/yazarlar/ducanecundioglu/zavalli-tip-bir-felsefesi-bile-yok-11286.

Cündioğlu Dücane. Hz. İnsan. Kapı Yayınları, İstanbul, 2010.

Dalkılıç Mehmet. “Ruh” Bir Gayb Problemi midir? http://isamveri.org/pdfdrg/ D122301/2004/2004_Dalkılıcım.pdf

Demirci Senai. Modern Tıbbın Ötesi. İkinci Baskı, İnsan Yayınları, 2000.

Dizdar Yavuz. Günümüz Tıbbına Samimi bir Eleştiri. Tıp bu Değil. İthaki Yayınları, 2012. Sh:261-274.

Dizdar Yavuz. Metin Münir’e Yoğurt Tutturtan Düşünce, Wall Street’i İşgal Ettiren Gerekçe. http://yavuzdizdar.com/metin-munire-yogurt-tutturtan-dusunce-wall-streeti-isgal-ettiren-gerekce/

Dorman Emre. Allah’a Öğretilen Din. http://www.emredorman.com/wp-content/uploads /2016 /03/ Allaha Öğretilen Din, sh: 359.

Dorman Emre. İnsanlar Uyurlar Ölünce Uyanırlar. İstanbul Yayınevi, İstanbul, 2011. http://allah.web.tr/wp-content/uploads/2011/04/İnsanlar-Uyurlar-Ölünce-Uyanırlar.pdf

Dorman Emre. Modern Bilim: “Tanrı Var”. İstanbul Yayınevi, İstanbul, 2011. http://allah.web.tr/wp-content/uploads/2011/07/Modern-Bilim-Tanrı-Var-Dr.-Emre-Dorman. pdf

Efil Şahin. Din-Sağlık İlişkisinin İmkanı Sorunu: Din Felsefesine Mütevazı Bir Katkı. Emin Yayınları, Bursa, 2016.

Efil Şahin. Düşünce Tarihinde ve Modern Tıpta Ölümsüzlük Arayışı ve Eleştirisi. Beytulhikme 2016;6(1):265-86.

Elbek Osman. Tıp ve Felsefe, Toraks Dergisi 2007;8(2):130-3.

Elbek Osman. Hastalık ve Sağlık. Tıp bu Değil. İthaki Yayınları, 2012. Sh:186-217.

Erez Emek. Modern Tıp İnsan İçin Bir Devrim mi? http://blog.radikal.com.tr/felsefe/ modern-tip-insan-icin-bir-devrim-mi-13002

Görmüş İbrahim. İslamda Ruh ve Nefs. http://www.diyanettrabzonegitim.gov.tr/3donemtez /ibrahimgormus.do

Güntöre Sibel Öztürk. Tıp ve Felsefe. Nobel Kitabevi, Adana, 2005.

Hanoğlu Lütfü. Kognitif Nörobilim, Felsefe ve İlmü’n-nefs. http://www.sdplatform. com/Yazilar/Kose-Yazilari/201/Kognitif-norobilim-felsefe-ve-ilmun-nefs.aspx

Hopaç Mustafa. İbni Sina Tıp Felsefesi. Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi 2014;7(32):382-9.

Hulusi Ahmed. Ölüm Nedir? http://www.ahmedhulusi.org/tr/yazi/olum-nedir #ixzz3zi7FiJ8f

İslamoğlu Mustafa. “İnsan”a Dair. https://www.facebook.com/notes/tefsir-dersi-dinle/mustafa-islamoğlu-ile-insana-dair-söyleşi-bilge-adamlar-dergisi/498500433522981/

İslamoğlu Mustafa. Uyku İlahiyatı. http://www.mustafaislamoglu.com/ yazar_1022_32_uyku-ilahiyati-(1).html

Karadaş Cağfer. İslam Düşüncesinde Ahiret Hayatı. http://felsefe38.blogcu.com/islam-dusuncesinde-ahiret-hayati/1837558

Karaman Hayrettin. İnsanın Yaratılışı, Ruh ve İslam Medeniyeti. http://www.hayrettinkaraman.net/yazi/hayat2/0003.htm

Karasakal Şaban. Kur’an’da Ruh Kavramı. The Journal of Academic Social Science Studies 2014; 28: 275-91.

Kaya Mahmut. Felsefe ve Ölüm Ötesi. http://eilahiyat.com/kitabiyyat/2208-felsefe-ve-ölüm-ötesi.html.

Kaya M. Cüneyt. Tabipler İçin Felsefe: İbn Hindû’nun Felsefe Tasavvuru ve Sözlüğü. İstanbul Üniversitesi Felsefe Arkivi Dergisi 2011;34:21-79.

Kılınç Sümeyra Merve. Geleneksel tıbbın şefkatinden modern tıbbın şiddetine. http://www.lacivertdergi.com/dosya/2016/01/04/geleneksel-tibbin-sefkatinden-modern-tibbin-siddetine.

Kıllıoğlu İsmail. Felsefe Tarihi. www.ilahiyatmeclisi.com.2015/08.

Korkmaz Arif. Tıp ve Din. Din Sosyolojisi El Kitabı, Ankara, 2012, sh: 307-66.

Marcum James A. Philosophia of Medicine. http://www.iep.utm.edu/medicine/

Merdin Saadettin. Evrim Teorisinin Mesail-i Kelama İntibakı Üzerine. http://www.saadettinmerdin.com/tez/209-209.html

Merdin Saadettin. İnsanın Ruh’u Var mıdır? http://www.saadettinmerdin.com/ genel/86-insanin-ruhu-var-midir.html

Merdin Saadettin. Rabbine Dönen Ruh mu Nefis mi? https://mehmetselvi.wordpress. com/2014/02/06/rabbine-donen-ruh-mu-nefis-mi-saadettin-merdin/

Nakajima Şafak. Bütüncül Ruhsal Sağlık. http://www.safaknakajima.com/ yazidetay.aspx?Id=97

Oruçhan Osman. Yanlış peygamber algısından olumsuz peygamber imajına: hadisleri

anlama ve yorumlamada bilimsel verileri kullanma konusuna eleştirel bir yaklaşım. International Journal of Science Culture and Sport 2015;4:19-36

Ovalı Fahri. Dünya Yolculuğu Hayat Üzerine Düşünceler. http://www.sdplatform.com /Yazilar/Kose-Yazilari/208/Dunya-yolculugu-Hayat-uzerine-dusunceler.aspx

Öktem Saadettin. Modern İnsan İhtiyarlamamak ve Ölümü Unutmak İstiyor. http://www.sdplatform.com/Soylesiler/41/ Modern-insan-ihtiyarlamamak-ve-olumu-unutmak-istiyor.aspx

Önal Mehmet. İslam Hikmet Anlayışına Dayalı bir Tıp Felsefesi Önerisi. Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi 2007;3:145-54.

Özcankaya Ramazan. Ruhun Mâhiyet ve Sıfatları. http://www.ihya.org/kavram/ kavramlar-ansiklopedisi/dt-6160.html

Özcankaya Ramazan. Modern Psikiyatrinin Açmazları ve Ruhun Varlığı. http://www.gonuldergisi.com/modern-psikiyatrinin-acmazlari-ve-ruhun-varligi-psikiyatrist-prof-dr-ramazan-ozcankaya.html

Özemre Ahmed Yüksel. Türkçe Kur’ân çevirilerinde “nefs-rûh”, “resûl-nebî”, “yakıyn-mevt” kelime çiftlerindeki kavram kargaşası. http://ozemre.com/türkçe-kur’ân-çevirilerinde-“nefs-rûh”-“resûl-nebî”-“yakıyn-mevt”-kelime-çiftlerindeki-kavram-kargaşası

Pamak Mehmet. İslam ve Batı Düşüncesinde İnsanın Tanımı. http://www.ilkav.org/web/makale-106-islam-ve-bati-dusuncesinde-insanin-tanimi.html

Rodopman Ahmet. Tıp Etik ve Felsefe. dusundurensozler.blogspot.com.tr/2008/02.

Sarsılmaz Arif. Alternatif Tıp ve Ahlâk. http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/ alternatif-tip-ve-ahlak.html

Sayar Kemal. Fıtrat. http://www.serbestiyet.com/yazarlar/kemal-sayar/fitrat-647098

Sayar Kemal. Güzel Ölme Sanatı. http://www.sdplatform.com/Dergi/893/Guzel-olme-sanati.aspx

Sayar Kemal. Küreselleşmenin Psikolojik Boyutları. Yeni Symposium 2001;39:79-94.

Sayar Kemal. Modern Tıp ve Ölümün Sekülarizasyonu. http://www.serbestiyet.com/ Yazarlar/modern-tip-ve-olumun-sekularizasyonu-165763.

Sayar Kemal. Yavaşla. Timaş Yayınları, İstanbul, 2015

Schroeder Gerald L. Tanrının Saklı Yüzü (Çev: Ergenç Ahmet). Birinci Baskı, Gelenek Yayıncılık, 2003.

Szasz Thomas S, Hollander Marc H. A Contribution to the Philosophy of Medicine: The Basic Models of the Doctor-Patient Relationship. http://conovers.org/ftp/The-Basic-Models-of-the-Doctor-Patient-Relationship.pdf

Şahin İdris. Kadim Tıp Geleneğinde Tıbb-ı Nebevi’nin Yeri. http://www.kuranihayat.com/kadim-tip-geleneginde-tibb-i-nebevinin-yeri_d87.html.

Şişman Nazife. Yeni İnsan: Kaderle Tasarım Arasında. Timaş Yayınları, İstanbul, 2012.

Tan Akif. İslam Coğrafyasında Evrim Teorisi. http://www.sdplatform.com/ Yazilar/Kose-Yazilari/233/Islam-cografyasinda-evrim-teorisi.aspx

Tarhan Nevzat. Elektromanyetik Enerji ve Ruh. http://www.okyanusum.com makale/elektromanyetik-enerji-ve-ruh.

Tarhan Nevzat. Beynin Ruhani Yanı. http://www.e-psikiyatri.com/beynin-ruhani-yani-58816

Tarhan Nevzat. İnsan Ölecegini Bilen Tek Canlı. http://www.nevzattarhan.com/insan-olecegini-bilen-tek-canli.html

Tarhan Nevzat. Yaşlılık ve İnanç. http://www.rehberim.net/forum/felsefe-sosyoloji-psikoloji-374/121026-yaslilik-ve-inanc-prof-dr-nevzat-tarhan.html

Taslaman Caner. Beden Ruh Dualizmine Teolojik Agnostik Tavır. http://www.canertaslaman.com/2011/09/beden-ruh-dualizmine-teolojik-agnostik-tavir/

Tebet Mehmet. Çevremizdeki Acıkmış Ruhları Doyuralım. http://www.haber7.com/ yazarlar/mehmet-teber/746221-cevremizdeki-acikmis-ruhlari-doyuralim

Tosam Mbih Jerome. The Role of Philosophy in Modern Medicine. Open Journal of Philosophy 2014;4(1):75-84.

Ünal İsmail Hakkı. Hz. Muhammed ve tıp. Diyanet İlmi Dergi. Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav). Özel Sayı. 2. Baskı, Ankara, 2003, sh: 181-190.

Weatherall DJ. Philosophy for Medicine. Journal of Royal Society of Medicine 2004;97(8):403-5.

Yatkın Kerim. Ruh ve Ölüm. https://kevkebi.wordpress.com/2009/12/07/ruh-ve-olum/

Yavuz Yusuf Şevki. Berzah Alemi Ders Notu. www.ti-entertainment.com /…/kelam_ders_notlari_ve_dia_maddeleri.do

Yavuzer Haluk. Üçüncü Bahar: Yaşlılık, Bilgelik ve Ölüm. http://www.sdplatform. com/Dergi/885/Ucuncu-bahar-Yaslilik-bilgelik-ve-olum.aspx

Sonsöz

Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal
Bâkî kalan bu kubbede hoş bir sadâ imiş (Bâkî)

Son olarak bazı dilek ve temennilerimi dile getirmek istiyorum. Çağımızın en büyük imtihanlarından birisi de, herkesin dehşetli bir tenkit hastalığına yakalanmış olmasıdır. Hiç bir iş yapmamak çok kolay iken, bir iş yapmak, bir şeyler üretmek ciddi bir emeği, yoğun bir çalışmayı ve makul bir biçimde sonuçlandırmayı gerektirmektedir. Toplumumuzda, iş yapan, söz söyleyen, bir şeyler üretmeye çalışanlara karşı acımasız bir tenkit kültürü hakimdir. Aynı şeyin, bu çalışmada zikredilen bazı kanaat ve fikirler sebebi ile benim de başıma gelebileceğinden endişe ediyorum. Bu küçük kitapçığı hazırlarken çok sayıda kaynaktan faydalandım, oluşan fikir ve kanaatleri yazıya dökmeden önce uzun uzun düşündüm, ince eleyip sık dokumaya çalıştım. Sonuç olarak satırlara dökülen bu metin, hata yapabilme ihtimalini hiç bir zaman gözardı etmeyen samimi bir kalemin ürünüdür. Yapılacak tenkit ve değerlendirmelerin de, bu hususu dikkate alan bir nezaket ve yapıcılıkta olması en büyük arzumdur.
Tenkit/eleştiri, kusurlu bir şeye müdahale edip, doğrusunun ve hatasız olanının ortaya çıkması yönünde bir düzeltme çabasıdır. Tenkidin maksadı, doğrunun ve yanlışın iyi niyetle ortaya konulması, hakikate ulaştıracak yolun ve imkanların gösterilmesidir. Kırıcı olmayan, hakaret ve küfür içermeyen, ciddi bir çalışma ve tefekkür mahsulü olan her türlü eleştiri, teklif ve değerlendirme başımızın tacı olacak, mutlaka dikkate alınacak, hatalı olduğu anlaşılan bir hususta kesinlikle israr edilmeyecektir.
Öbür türlü, art niyetle yapılan, hakaretamiz, insafsız, yeni bir söz olma özelliği taşımayan, kaba ve içeriksiz değerlendirmeler ise hiç bir şekilde kaale alınmayacak, üzerlerinde durulmayacaktır. Çünkü içinde halis niyet ve samimiyet olmayan tenkit, ciddi bir ruhsal hastalık emaresidir.
Gelin önyargısız bir şekilde okuyalım, düşünelim, araştıralım. Hakikatı ortaya çıkarmanın en sağlıklı yolu ve yöntemi budur. Körü körüne taklit, önyargı ve inkara şartlanmışlık değil!
Selam, hakikatin peşinde koşanlara olsun!

Sonuç

Şimdi ispatlanan her şey, bir zamanlar sadece hayal edilmişti! (William Blake)

Üçüncü bin yılın dünyasında bilim, özellikle de tıp alanı, kapitalist tahakküm ilişkilerine eleştirel yaklaşabilme yeteneğini kaybetmiştir. Bu yetenek, bilime ve tıbba felsefenin sunacağı sorularla ve vereceği cevaplarla yeniden kazanılabilir. Bir filozofun tanımladığı gibi, felsefe kişiye mal-mülk, para-pul, şan-şöhret kazandırmaz ama, dünyayı hakikatıyla anlama ihtiyacını tatmin edebilir.
Felsefe, kurduğu yapıya gerekli olan malzemeyi bilimden ödünç almalı, bilim de kendi sahasında daha ileri açılımlar yapmak için, felsefi düşünceyi her zaman göz önünde bulundurmalıdır.
Uzunca bir süreden beri ruh sadece dinin, vücut da bilimin konusu olmuştur. Dini ruha, bilimi de vücuda benzetirsek, dinin bilimden ayrılması, ruhun vücuttan ayrılması gibi olmuş, din, hayallere ve rüyâlara daldırılmış ve problem çözmekten uzaklaştırılmıştır. Bilim ise kendisi dışındaki bilgi sahalarına hayat hakkı tanımayan bir kibrin temsilcisi haline gelmiştir. Din ve bilim arasında kurulabilecek bir işbirliği, her iki kesim için de çok olumlu sonuçlar verecektir. Çağımızın önemli fikir adamlarından Said-i Nursi, bu işbirliğini ne güzel özetlemiş: Vicdanın ziyası ulûm-u diniyedir. Aklın nûru fünûn-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder (Vicdanın ışığı dini ilimler, aklın yol göstericisi ise medeni fenlerdir. Bunların biraraya gelmesiyle hakikat tecelli eder!).
Günümüzde bilim ve teknolojinin geldiği düzey, sıradan insanların zihinlerinde bilimi, her şeye kadir bir faaliyet olarak, gereğinden çok yüce bir yerlere taşımıştır. Bilim adamlarının birçoğu ise, aslında bilimin henüz bilmediği ve çözemediği çok şey olduğunu bal gibi bilmelerine rağmen, bilimsel gelişmelerden bahsederken bu gerçeği birdenbire unutuveriyorlar! Din ve bilim dengesi kurulursa, bu iki kurum da, insanlık onuruna uygun çözümler ve hizmetler üretir hale gelecektir. Böylece din ve bilim arasındaki güven eksikliğinin giderilmesi, yeni ve müşterek ufukların açılması ve tabiatın dengelerini bozmadan gelişme imkanları doğacaktır.
İlahiyat uzmanları, kainat kitabı uzmanlarının yardımı olmadan, ilgili kanunlara kolaylıkla ulaşamazlar. Bilimin desteği olmadan ruhu anlamak mümkün olmadığından, din adamları ruhu gereği gibi değerlendirememişlerdir. Dinden ayrı kalan bilim ise, insanı hayvandan ayırmakta zorlanmış, daha çok mal ve itibar kazanmanın aleti olmuştur. Bunun farkına varan insaf sahibi bilim adamları, dinden yararlanarak, Allah’ın indirdiği kainat ve insan kitaplarını test etme ve isabetli bir karara ulaşma fırsatını yakalayacaklardır.
Kapitalist sistemin ve çeşitli alanlardaki ürünlerinin tel tel döküldüğü çağımızda, modern tıp, yitirdiği ruhsal alana açılmadan, kendi krizini aşamaz. Tıp, rüştünü ispatlamak ve köklerinden yeniden yararlanabilmek için, insanın fizik ötesi tabiatının hakkını teslim etmek zorundadır. Batı bilimi ve tıbbı gururundan vazgeçmeli, kainata hakim olmaya çalışmak yerine, kainatla ve insanla uyum içinde yaşamayı kabul etmelidir. İnsan; bütüncül bir bakışla, hem tabii ve sosyal çevreye sahip bir birey, hem kültür, din ve ahlak gibi onu diğer canlılardan ayıran eylem, anlam ve değerler dünyasına ait üstün bir yaratık, hem de düşünen, duygulanan ve özgür iradeye sahip bir canlı olarak incelenmelidir. Sevinç kadar acının, mutluluk kadar elem ve kederin, başarı kadar başarısızlığın da hayatın bir parçası olduğunu, yaşamı savunmak kadar, onu riske atmanın da insana yakışan bir davranış olduğunu kabul etmek gerekiyor.
Medeniyet, yaşamakla ortaya çıkan bir şeydir. Bir insan, o medeniyetin doğal bir ferdine şahsi olarak inkılab etmeden, o medeniyeti tahayyülünde bile canlandıramaz. Yeni bir medeniyet kurmak isteyen, bunun hayalini kuran herkes, özellikle bir sonraki nesli yetiştirme sorumluluğunu üzerinde hissedenler, bu temel sorunlar üzerinde ciddi olarak düşünmelidir. Düşlenen hedef medeniyetin unsurları en azından hayal edilebilmeli ve bu unsurların günümüz dünyasında, sıradan bir insanın hayatında nasıl bir fark yaratabileceği, temel düzeyde de olsa öngörülebilmeli, hiç olmazsa tahayyül edilebilmelidir.
Bütün bu gerekliliklerin farkında olmak, otomatik olarak tedavide uzman olmayı getirmiyor. Bütün bu mes’elelerin çözümü; hayatın bütün boyutlarını birleştiren, bütün bilgi ve bilim dallarını kendi içinde uyumlu bir bütünlüğe kavuşturan, hem teorik hem de pratik özelliklere sahip, İslam hikmet geleneğinin kuşatıcı ve barışçı bütünlüğünde aranmalıdır. Dolayısıyla, hikmete dayalı olarak geliştirilecek bir tıp felsefesi; daha kapsayıcı, daha esnek, daha sosyal, daha insani ve daha yerli unsurlara dayanan yeni bir yaklaşım olmaya adaydır.
Bu düşüncelerin güzel ama boş bir hayal olduğunu söyleyenlere, William Blake’in “Şimdi ispatlanan her şey, bir zamanlar sadece hayal edilmişti” cümlesini hatırlatmaktan başka bir yol görünmüyor. İnsan fıtratının saflığına ve iyiliğine inanmak durumundayız. İhtiyacımız olan; akıllara gelmeyenleri akıllara düşürebilecek, hür düşünceli ve cesur bir yüreğe sahip olmaya gayret etmektir belki de!

Tıbb-ı Nebevi

Kim ilim arama yolunda olursa, Cennet de onu arama yolunda olur (Hz. Ali)

Sağlığın korunması ve hastalıkların tedavisiyle ilgili olarak Peygamber Efendimizden nakledilen söz ve tatbikat Tıbb-ı Nebevi olarak adlandırılmıştır. Tıbb-ı Nebevi olarak bilinen birçok sağlık uygulamasının izlerine İslam öncesi dönemde, Arapların geleneksel tıbbında ve kadim medeniyetlerin tıp uygulamalarında rastlanmaktadır. Peygamber Efendimiz, bu uygulamaları İslami bir çerçeveye oturtmuştur. Peygamberimizin özellikle uyguladığı ve geleneksel Arap tıbbında fazla yer almayan ve üzerinde basa basa durduğu temel konu ise hijyendir.
Tıp insanın yaratılışı ile başlamıştır. İlk insandan itibaren, insan sağlığı ile ilgili vahiy, ilham, sezgi, içgüdü, doğal bilgi gibi tecrübeler birikiminin zamanla tıbbın temellerini oluşturduğu kabul edilmektedir. İdris peygamberin sağlık alanındaki temel bilgilerin ortaya koyucusu olduğu; tıbbın ilk temellerinin Mısır, Mezopotamya, Hint, İran, Yemen ve Eski Yunan topraklarında atıldığı söylenebilir. Mısır tıbbının İdris peygambere dayandığı düşünülmektedir. Yunan tıbbının ise Mısır ve Hint medeniyetlerinin etkisinde kalarak geliştiği; tıp bilgilerinin sistematize edilmesinde ve günümüze kadar aktarılmasında önemli bir yeri olduğu bilinmektedir.
İslam öncesi Arap yarımadasında kullanılan tıp, kendisinden önceki medeniyetlerin etkisi altında olup, ilaç yapımı, okuyup üflemek, muska ve sihir yapmak üzerine yapılanmıştı. Özellikle Medine’de doğum hizmetleri, yara bakımı, savaş tıbbı, zehirli ısırıkların tedavisi, psikolojik tedavi olarak kullanılan okuma-üfleme ve muskacılık, öncelikle kadınlar tarafından yürütülüyordu.
İslam tıbbı, Hz. Peygamber devrinde en yüksek noktasına ulaşmış bulunan ve İslam orduları İran’ı fethettiği zamanlarda en parlak devrini yaşayan Cündişapur Tıp Okulu’ndan etkilenmiştir. Bu ekol, miladi 5. asırda Bizans baskıları sebebiyle Yunan kültürünün etkisi altındaki Urfa’dan, İran’a sığınmak zorunda kalan Nesturi Hıristiyanlar tarafından Yunan tıp geleneği üzerine kurulmuştur. Hadislerde adı geçen Haris b. Kelede’nin tıp eğitimini Cündişapur’da yaptığı bilinmektedir. Bal, kan alma ve dağlama gibi tedavi usulleri ile bazı bitkilerin ilaç olarak kullanılması tarzındaki bilgiler, Hz. Peygamber ve dört halife döneminde, daha çok Hipokrat ve Galen tıbbına dayanan bu Cündişapur/Süryani ekolüne göre hareket edildiğini göstermektedir.
Hastalıklardan korunma ve tedavi konusunda Hz. Peygamberin tutum ve davranışları tamamen Kur’ani olduğu gibi, insan aklı ve tecrübesine de uygundur. Nebevi tıbbın ruhu; insanın sağlığını ve hayatını, vücudunun sağlamlığını, gücünü, yorulduğunda rahatlama, acıktığında doyma, hastalandığında tedavi olma hakkını korumaktır.
Antikçağ ve Ortaçağda insanın biyolojik, ahlaki ve psikolojik fonksiyonlarını etkilediği kabul edilen dört sıvı maddeye, İslam kültüründe ahlat-ı erbaa (dört ana sıvı) denilmiştir. Arito’nun evren üzerine kurguladığı anasır-ı erbaa (ateş-hava-su-toprak) teorisini, Hipokrat, insana uyarlamış ve sarı safra, kan, sevda (kara safra) ve balgam’dan oluşan dört ana sıvının insan sağlığının temellerini oluşturduğunu ileri sürmüştür. Mısırlı hekimlerin temellerini attığı ve Hipokrat’ın geliştirdiği ahlat teorisi (humoral teori) 19. yüzyıla kadar etkisini sürdürmüştür. Bu dört hıltın karışımı mizacı şekillendirir; sağlık, vücuttaki bu dört sıvı arasındaki denge halidir. Bu dört sıvıdan birinin niteliğinin bozulması ya da miktarının çoğalıp azalması, hıltlar arasında dengesizliğe ve sonuçta hastalığa sebep olur. Bu durumda, tedavi için fazla ya da bozulmuş olan hıltı vücuttan atmak, ya da kan ve balgam yapıcı diyetler yoluyla eksik sıvıyı çoğaltmak suretiyle bozulan dengeyi yeniden sağlamak gerekir. Hastalığa sebep olan zararlı hıltlar idrar söktürücü, müshil, kusturucu ve terletici etkilere sahip eczalarla boşaltılır; bozulduğu düşünülen kan unsuru ise hacamat ve sülük gibi yöntemlerle vücuttan atılır.
Tıbba dair hadislerin büyük bir çoğunluğu koruyucu hekimliğe, bir bölümü genel tıp konularına, bir kısmı da tedaviye dairdir. Tedaviye dair hadislerin büyük bir kısmını; bitkiler, hayvansal ürünler, hacamat ve dağlama gibi uygulamalardan bahseden maddi tedavi şekilleri oluştururken, daha az bir kısmı ise dua ve manevi tedavi üzerinedir.
Tıbb-ı Nebevi hadisleri konusunda, tarih boyunca üç kanaat öne çıkmıştır:
1. Bu hadisler vahye dayanmaktadır, dolayısı ile bilimsel bulgu ve bilgilerle kıyaslanması veya yorumlanması mümkün değildir. Bilimsel bilgilerle çelişen ve açıklanamayan hadisler zaman içinde anlaşılacaktır.
2. Bu hadisler vahiy olmayıp, zamanın geçerli bilgi ve tecrübelerini yansıtmaktadır. Peygamber Efendimiz (s.a.v) de bu bilgileri kullanmış ve etrafına tavsiye etmiştir. Peygamberimizin Kur’an vahyine aykırı olmayan eski kültürel uygulamaları devam ettirmiş olması muhtemeldir. Bu doğal bir durumdur. Kur’an’da bir atıf olmadıkça, içinde bulunulan kültürün kabul ve uygulamalarından, din devşirilemez, sevap umulamaz.
3. Bu hadislerin bir kısmı bilgi ve tecrübeye dayanıyor olsa da, önemli bir kısmı vahye müsteniddir. Bu iki grubun birbirinden ayrılması ve değerlendirilmenin ona göre yapılması gerekir.
Müslümanların İslam’ı doğru algılayıp yaşayabilmeleri, onu kendilerine tebliğ eden Hz. Peygamber’i, onun sünnet ve hadisini doğru anlayıp yorumlamaları oldukça önemlidir. Tıbb-ı Nebevi kavramı, ilgili kaynaklardaki bilgilerin ilk defa Hz. Peygamber tarafından ortaya konulmuş olan ilahi/kesin/doğru bilgiler olduğu algısı üzerine kurgulanmıştır ki bu doğru değildir. Hadisleri anlama ve yorumlamada doğru bir usul kullanılmaması halinde hatalı, yanlış ve olumsuz sonuçlara ulaşılacaktır. Bunlardan biri de Hz. Peygamber hakkında olumsuz bir imaj oluşturmaktır.
Sünnette şekil ve biçimden çok, maksat ve muhteva önemlidir. O gün hacamat yoluyla vücuttan uzaklaştırılan kan, bugün çok daha modern ve steril yöntemlerle alınmakta, incelenmekte ve bir mahzuru olmadığı anlaşıldıktan sonra, başka bir insanın sağlığını korumakta kullanılmaktadır. O gün dağlama yoluyla sağlanan hemostaz (kanı durdurma) ve dezenfeksiyon (mikropları öldürme) amacına, bugün koterizasyon ve lazer yöntemleriyle çok daha sofistike bir şekilde ulaşılmaktadır. O gün misvak kullanılarak sağlanmaya çalışılan ağız ve diş temizliği, bugün fırçalarla, macunlarla, diş ipleri ile çok daha kolay ve estetik bir şekilde sağlanabilmektedir. Cemaatin içinde, cebinden çıkardığı misvakı dişlerine sürüp tekrar cebine koyarak insanların rahatsız bakışlarına muhatap olmak mı sünnete daha uygundur, yoksa abdest alırken lavaboda misvakla, fırçayla, macunla, iple, çalkalama suları ile bu temizliği yapmak mı? Peygamberimizin bu kadar önem vermesine rağmen bugün diş çürüklerinin ve diş eti hastalıklarının en fazla halkı müslüman ülkelerde görülmesi, onun sünnetine ne ölçüde uyduğumuzun acı bir göstergesidir.
Maalesef, her alanda olduğu gibi, bu alanında da amaçlar gözden kaçırılmış, araçlar ise neredeyde kutsallaştırlımış ve dondurulmuştur. Bu hatalı ve yanlış Tıbb-ı Nebevi anlayışı, bugün maalesef çok geniş çaplı ve rahatsız edici boyutlarda bir istismar ve suistimal sahası açılmasına yol açmıştır. Ortalık, ayet ve hadisler eşliğinde bal satandan, çörek otu pazarlayandan, sülük satandan, hacamat yapandan, mühr-i şerif, nalin-i şerif, tılsımlı dua, kutsal taş, bitki ve diyet reklamlarından geçilmiyor. Sırf bu amaçlarla kurulmuş sayısız radyo ve televizyon istasyonu mevcut. Türkiye çapında 4.000 civarında hacamatçının var olduğunu söyleyelim de varın gerisini siz hesabedin! Diğer taraftan, istismarcılara kolaylıkla inanan, kanan ve bu alanda devasa bir pazarın oluşmasına zemin hazırlayan büyük bir kitlenin varlığı da ayrı bir realite ve hal-i pür melalimizin acınası öbür yüzü!
Hedefler sabit, vesileler değişkendir. Vesileler, asırdan asıra, çevreden çevreye değişir ve hatta değişmesi gerekir. Dolayısıyla hadis, onlardan herhangi bir şeyi tayin etmişse, bu, onunla bizi bağlamak, onun yanında bizi dondurmak için değil; ancak o zaman ve mekanda olan vakıanın beyanı içindir. Tıbb-ı Nebevi kavramı, hicri üçüncü, miladi dokuzuncu yüzyıldan itibaren kullanılmaya başlanmıştır. Tıbb-ı Nebevi konusunda yaşadığımız sorunların arkasında, Peygamberimizin hayatına bir fotoğraf olarak bakılmasının ve aynen taklit edilmeye çalışılmasının, yani doğru olmayan bir sünnet anlayışının yattığı düşünülebilir. Peygamberimizin sünnet olarak telakki edilecek davranışlarına ait temellerin Kur’an’da aranması gerektiği gerçeğinin gözden kaçması, Tıbb-ı Nebevi konusundaki problemlerin de ana sebebidir. Hz. Peygamber döneminde uygulanan tüm folklorik tıp uygulamalarını Tıbb-ı Nebevi olarak değerlendirmenin ve İslam tıbbının yapılanmasında ana unsur olarak kullanmanın doğru olmadığını düşünmekteyiz.
Öncelikle bu müktesebat, Hz. Peygamberin sahih sünneti ve geleneksel tıbba ait veriler olarak ayrılmalı ve folklorik veriler 6.000 yıllık tıp tarihi içinde arkeolojik ve kültürel veriler olarak incelenmelidir. Yani, elimizdeki bilgiler ne kutsanmalı ne de çöp sepetine atılmalıdır. Şu an elimizde olan ve büyük bir kısmı kadim dünya medeniyetlerine ait olan Hz. Peygamber dönemi tıp müktesebatının, Tıbb-ı Nebevi başlığı altında toplanmasının uygun olmadığı kanaatindeyiz.
Bugün gelinen noktada Tıbbı Nebevi’nin bir mucizeler harmanı olduğu algısı üzerinden yapılan araştırma inceleme, sempozyum, kongre vb. çalışmalar, Hz. Peygamber’e olağanüstü güçlerle donatılmış bir astronom, embriyolog, anatomist, biyolog, tabip vb. bilimsel bilginin hakikatine ulaşmış bir beşer imajı yüklemeye yönelmiş görünmektedir.
Kasten, ya da bilgisizlikle yapılan bu yanlış yorumlar neticesinde, Kur’an dışında da sürekli vahiy alan, dolayısıyla her söz ve davranışı mucize sayılan, insanüstü bilgilerle donatılan bir peygamber imajı oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu, Kur’an’ın şiddetle reddettiği cahili algının ürettiği peygamber imajından çok ta farklı değildir.
Hz. Peygamber’e izafe edilen söz konusu rivayetlerin anlaşılması ve yorumlanması konusunda atılması gereken ilk adım bunların gerçekten ona ait olup olmadıklarının tespit edilmesi olmalıdır. Zira bunlardan bir bölümünün başka kültürlerden nakledildiği izlenimini oluşturan bilgiler bulunmaktadır. Ona aidiyetinde sorun olmadığı düşünülebilecek olan rivayetlerdeki bilgilerin de, vahiy ürünü olduklarını düşünmek yerine Hz. Peygamberin kendi döneminin bilgilerinden yararlanmasının tabii bir sonucu olduğunu ifade etmek daha yerinde olacaktır.
İnsan ve çevresinin temizliğine ve sağlığına İslam tıbbında verilen önem, aslında doğrudan doğruya İslam öğretisinin bir sonucudur. Hz. Peygamber’in bu konudaki örnekliğinin, yöntem ve araç ihdasından ziyade, vakıaya ve onun misyonuna daha uygun bulunan; tedavi olmaya ve hekime başvurmaya teşvik, tıbbi etik, beslenme tavsiyeleri, hijyen ve koruyucu sağlık tedbirleri yönünden öne çıkarılmasının ve değerlendirilmesinin daha doğru olacağını düşünüyoruz.

Öneriler

Âyinesi işdir kişinin lâfa bakılmaz
Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde (ZiyaPaşa)

Kainattaki tüm varlıklar ve sistemler bir bütündür. Bedenimiz de, kainatın bir misali olarak yaratılmıştır. Yaratılış kanunlarını ne kadar iyi anlarsak, o kadar sağlıklı ve doğru bir şekilde yaşama imkanını buluruz. Kainat ile insan, diğer bir deyişle makro kozmoz ile mikro kozmoz arasında zaten varolan uyum, anlaşılmaya ve korunmaya çalışılmalı, bu uyum bozulmuşsa dengenin yeniden kurulmasına gayret edilmelidir.
Her insan mutlu ve mesut yaşamak, başkalarının beklediği gibi değil kendisi gibi varolmak, sağlıklı, özgür, yaratıcı ve anlamlı bir ömür sürdürmek ister. Bizler, bu dünyaya ikiz iki kardeş olarak geliriz. Bir yanda bedenimiz vardır, diğer yanda ruhumuz. Ruh ve beden sağlığı bir bütündür. Beden ve ruh o kadar iç içedir ki, birinin hastalığı veya sıkıntısı diğerini hemen etkilemektedir. Pek çok ruhsal belirti bedensel bir hastalığa, pek çok bedensel belirti de ruhsal bir hastalığa işaret edebilir. Ruh ile beden arasında uyum sağlanamadığında, huzursuzluklar, mutsuzluklar, acılar yaşanır.
Günümüz tıbbı, bilimsel gerçekleri yok sayarak, bedensel ve ruhsal hastalıkları iki ayrı alan olarak tanımlamaktadır. Artık, insanı ruh ve beden diye ikiye bölmenin, günlük hayatın sıkıntılarını, üzüntülerini, basit endişelerini hastalık diye nitelemenin ve bunları ilaçlarla tedaviye kalkışmanın, bilimsel geçerliliği olmayan bir yaklaşım olduğu gerçeğini kabul etmeliyiz. Hüzünlerimiz, bizi ilk varoluşumuza, yani İlahi bilince yaklaştırır. Hüzün üzere olmakla, hırslarımızı ve tamahkarlığımızı dizginleriz. Bu sebeple, hüznü bir tedavi nesnesi kılmayalım, kendimizden uzaklaştırmaya çalışmak yerine, onu özenle koruyalım. Bize maveradan değerli bağışlar getiren bir misafir gibi ağırlayalım. Bu noktada sapla saman, hastalıklı olan ile doğal olan birbirine karışıyor ve hüzün veya yas gibi doğal süreçler de ilaç tedavisine maruz bırakılabiliyor. Hayatlarımızdan hüznü ve ıztırabı kovduğumuzda ne kalır geriye? Saman tadında hayatlar!
Bütüncül sağlıkta doğru yaklaşım, hastanın bedensel, ruhsal ve sosyal şartlarını çok iyi değerlendirip, varsa bedensel sorunların tedavisi ile sürece başlamaktır. Şimdiye kadar bedenimizin ihtiyaçlarını çok önemsedik. Bedenimizin en önemli ihtiyacı havadır. Sonra su gelir ve sonrasında ise besin, yani yemek. Uyku ve temizlik de temel ihtiyaçlarımızdandır.
İnsan, çok boyutlu ruh ve beden insicamından ziyade, enerji üreten bir makine olarak görülünce, gıdalar da, hesap yoluyla ele alınan bir yakıt biçimini aldı. Sağlıklı bir hayat sürdürebilmenin temel şartlarından biri, insanın doğal gıdalarla beslenmesidir. Yani helal ve harama dikkat ederek yaşamaktır. Haram, insanın vücuduna ve ruhuna zararlı olan herşeydir, helal ise insanın sağlığına ve ruhuna faydalı olan şeylerdir. İslam geleneğinde acıkmadan sofraya oturmak yoktur, doymadan önce de kalkmak vardır. İslam medeniyeti, yemek için yaşamak değil, yaşamak için yemek prensibini kabul eder. Zannedilenin aksine, besin kaynaklarının sınırlandığı durumlarda, canlıların ömürlerinde artış eğilimi görülmektedir.
Psikoloji ve psikopatolojinin tespitlerine göre, insanda ortaya çıkan ruhi hastalıkların ve rahatsızlıkların temelinde; kendini, eşyayı ve kainatı tanımamak yahut yanlış tanımak, asılsız inanışlar, gerçekçi olmayan beklentiler, güvensizlik, yalnızlık, içine kapanıklık ve benzeri hususlar bulunmaktadır. Ruhumuzun en temel ihtiyaçları; sevgi, ilgi ve takdir görme isteğidir. Psikoloji bilimi, ruhun en derin ihtiyacının sevgi olduğunu söylüyor. Hayatımızın maddi olanla değiş tokuş edilemeyen, onunla kabil-i telif olmayan başka zenginlikleri olmalı değil mi? Aylaklığı, sessizliği, kainata hayret nazarı ile bakabilmeyi, telaştan ve gürültüden uzaklaşarak kendi içinde derinleşebilmeyi satın alamayız. Seheri görmek için para ödememiz gerekmiyor, bir dağ yolunda yürümek, bir muhtacın elinden tutmak veya sevdiklerimize sarılmak için de! Sevgisizliğin bedene, sigara içmekten, obeziteden ve hareketsizlikten daha fazla zarar verdiği görülmüştür.
Ruhumuzun ikinci önemli ihtiyacı ilgidir. Sevgi, beraberinde ilgiyi getirmezse o ruhta yine değişik problemler ortaya çıkıyor. Ruhumuzun bir diğer önemli ihtiyacı ise takdir edilmek, yani değerli olduğunu hissetmektir. Takdir edildikçe değerli olduğumuzu hissediyoruz, bu his bizi ayakta tutuyor.
İçinde yaşadığımız kültürel sistem, bizi tam anlamıyla değer eksenli bir hayata davet etmiyorsa da, şefkat ve merhamet eksenli yeni bir bakış açısına duyulan ihtiyaç açıktır. İnsani yaklaşım, insanların değer sistemlerini dikkate alan bir bakım önerir ve ruhun bakımını yeniden öne çıkarır. Ancak neyi sunarsak sunalım, müdahalelerimiz, sadece insan hayatının büyük amaçlarına hizmet ettiği kadar anlamlıdır. Böylelikle insan ruhunun en derinlerine dokunmuş oluruz. Bu hedefin gerçekleşebilmesi için, hastalık ve şifa mefhumlarının yeniden yorumlanması gerekmektedir. Kültürümüzün şifaya ilişkin boyutlarını küçümsemiyelim. Hastahanelerimizi yeniden şifahanelere dönüştürmeliyiz. Hastanelerde, ölümü kabullenmeyi kolaylaştıracak ve hastaları bu yönden takviye edebilecek bir manevi rehberlik sistemi kurulmalı, bu alanda psikiyatristler ile ilahiyatçılar birlikte çalışmalıdır. Son zamanlarda, özellikle Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Psikolojisi Bölümü’nün, Sağlık Bakanlığı ile işbirliği içerisinde yürüttüğü çalışmalar, bu açıdan sevindirici ve ümit vericidir.
Vücut, sanıldığından çok daha güçlüdür, inanılmaz bir iç şifa potansiyeline ve muhteşem bir iyileşme-iyileştirme yeteneğine sahiptir. Kendi başına kesikleri onarır, kırıkları kaynatır, mikroplara direnir. Sağlıklı bir immün sistemin ana fonksiyonu da, sadece mikroplarla mücadele değil, vücudun dış dünya ile uyumunu sürdürmesini sağlamaktır. Bağışıklık sistemi canlandığında kimseye ihtiyaç kalmıyor, süreç kendi kendine işliyor. Bize düşen, gerekli durumlarda onun bu gücüne destek olmaktır. Aslında iyileşme, vücudun rutin işlevlerinden birisidir ve her an tekrarlanmaktadır. Hipokrat’ın; “Herkesin içindeki doğal iyileştirici güç, bütün yöntemlerden daha güçlü bir iyileştiricidir” sözü, bu gerçeği çok güzel açıklamaktadır.
Bugün çok sayıda tıp araştırmacısı ve uygulayıcısı, hastalıktan kurtulma, hastalıkla baş etme ve onları önlemede dini ve manevi bağlılığın olumlu etkisini onaylamaktadır. Modern tıbbın/doktorların asıl görevi, doğuştan gelen ve insanın içinde var olan, sağlığı koruyucu ve hastalıkları tedavi edici bu esas gücü harekete geçirmek ve ona yardım etmekten ibarettir.
Birçok hastalığın sebebi, sürdürülen hayat tarzıdır. Hayat tarzını düzeltmeden hastalığı tedavi edemezsiniz. İyileşme sistemlerimiz, zihin yapımız ve dünya görüşümüzle çok yakından ilgilidir. Bu sistemleri optimal düzeyde tutabilmek için, hayat şeklimizi değiştirmeli, mümkün mertebe doğal bir hayata dönmeliyiz. Mutlulukla haz arasındaki ayırımı bilerek yaşamalı, haz peşinde koştukça, bizden hazzın da, mutluluğun da, huzurun da kaçacağını bilmeliyiz. Günümüz insanının mutsuzluğunun temeli; almayı ve tüketmeyi, benseverliği ve bencilliği önde tutmasından kaynaklanmaktadır. Oysa mutluluk, tüketmekten değil, vermekten, paylaşmaktan, hizmet üretmekten beslenmektedir. Duygularımız olumluysa; vücut savunma sistemimiz olumlu etkilenmekte, en üst düzeyde aktif hale gelmekte ve vücudu canla başla savunmaktadır. Tersi de geçerlidir. Yani, mutsuz ve depresif bir insan beyninin salgıladığı proteinler, vücut savunma hücrelerini baskılamakta ve böylece vücudu enfeksiyon ve kanser gibi olumsuzluklara karşı savunmasız hale getirmektedir.
Hızlı yaşıyoruz, çok acelemiz var, biraz yavaşlayıp düşünmeye mecalimiz yok! Daima daha fazlaya, daha büyüğe, daha hızlıya! Fakat hız bizi uyuşturuyor. Aynı anda o kadar çok şey yapıyoruz ki insani ilişkilerimiz, gün içinde hallediliveren işlerden sadece biri haline geliyor. Artık her yerde ve hiçbir yerdeyiz. Aslında bütün varlığımızla hiçbir yerde değiliz, parça parça orada ve buradayız. Hızlandıkça zaman kazanmıyor, sadece parçalanıyoruz. Bu koşuşturma içerisinde ruhumuzu nasıl hırpaladığımızın farkında bile değiliz. Kişi çok yük yüklendiğinde, kendini bile duyamayacak kadar hızlandığında, gereksiz bir gelecek kaygısıyla iş yükünü arttırdığında, yavaş yavaş fıtratından da uzaklaşmaya başlıyor. Bu da ruhun devamlı alarm vermesine sebep oluyor. Ama günümüz insanı o kadar hızlı yaşıyor ki, ruhunun çığlıklarını duymayı bile başaramıyor. Ne yazık!
İçinde bulunduğumuz çağ, şimdiyi yaşamamıza fırsat vermiyor, her şey gelecek için yapılıyor. Gelecek kaygısı ve endişesi, bugünün insanının günlük doğal bir rutini oldu adeta. Hepimiz bir yerlere yetişme, bir şeyleri yakalama veya kaçırmama telaşıyla günlerimizi geçiriyoruz. Sayıya gelmez hedeflerin peşinde koşturulan, yığınla ihtiyacın ve hesabın önüne bırakılan gencecik insanlar, yetemedikleri ve yetişemedikleri bir hayatı yaşamakta zorlanıyorlar. Kendilerini hayata ilikleyecek, bağlayacak bir anlam bulamıyorlar. Halbuki insan, ancak anlamı bulunmuş bir hayatla teselli bulabilecektir.
“Her şey çok hızlı gerçekleştiğinde, kimse hiçbir şeyden emin olamaz, kendisinden bile” diye yazmıştı Kundera. Kendimizi bulmak için, hayatın kendi ritmine geri dönmeye ihtiyacımız var. İşte bu yüzden, kendi kendimize “yavaşla” dememiz lazım! Çünkü yavaş güzeldir! Bu dünyadan bir kere geçeceğiz! Yavaşlamanın ilk adımı, kişinin ruhuna dönmesi ve iç sesini duyabilmesidir. Ruhunun ihtiyaçlarını, en az bedeninin ihtiyaçları kadar önemseyebilmesidir. Yavaşlamak, fıtrata dönmektir!
İnsan olmak sınırlı bir varlık olmak demektir ve insana bakım veren meslekler de mütevazı olmalı, insanın sınırlarını kabullenmesine kılavuzluk etmelidir. Hekim, tıbbi hizmetlerin tam ortasında; algılarıyla, inançlarıyla, değerleriyle, ruhsal ve sosyal gerçekleriyle insanın bulunduğunu hiçbir zaman aklından çıkarmamalıdır. İnsanlara değerli ve yeterli olduklarını hatırlatıp, özgüvenlerini kazanmalarına yardımcı olmalıdır. Çok kıymetli olan teknik donanımının yanında, psikoloji, sosyoloji ve antoropoloji gibi alanlardan da destek almalıdır. Hastalarının tamamlayıcı ve alternatif tıp yöntemlerini kullanmalarını, yargılayıcı olmaktan uzak bir dille sorgulayabilmeli, eldeki deliller ışığında hastalarına adıgeçen yöntemi kullanmalarını veya kaçınmalarını önerebilmelidir.
Geleneksel tıp, hastalanmış bir bünyenin onarılması ve mevcut patolojinin zararsız hale getirilmesi konusunda eksikli. Bu bakımdan geleneksel tıbbın, modern tıptan öğreneceği çok şey var. İnsana saygı ve bedenin işlevselliği konusunda da, mevcut tıp anlayışının geleneksel tıptan öğreneceği çok şeyler var. Modern tıp, insanın sadece maddeden ibaret olmadığını itiraf etmeli, geleneksel veya alternatif tıbbı savunanlar da, insanın maneviyat yönü yanında, fiziki ve kimyevi temellerinin de bulunduğunu gözden uzak tutmamalıdır. Modern tıbbın sınır darlıklarının dikkate alınması ve bu sınırları aşmak için modern tıbba, beden-ruh münasebetlerini dikkate alan ve güçlendiren yaklaşımların dahil edilmesi gerekmektedir.
Günümüz tıp bilimi, biyolojik âlemin önümüze serdiği değişik fırsatlara kulak tıkadıkça, hem bizler tedavi olmak için binlerce yan etkiye katlanmak, gittikçe direnci artan mikrorganizmalarla savaşmak ve kronik hastalıkların tedavisini unutup belirtileriyle uğraşmak gibi bir çıkmaza saplanıp kalıyoruz, hem de ortada fırsat kollayan bir çok iyileştirme şarlatanına, kapısı ardına kadar açık bir pazar bırakıyoruz. Modern tıbbın, insanı kişiliksizleştiren katı kalpli bakış tarzının, özellikle alternatif tıp şarlatanları tarafından çok iyi kullanıldığı unutulmamalıdır. Bu alandaki kafa karışıklığının en yoğun yaşandığı fitoterapiye, Sağlık Bakanlığı ve üniversiteler sahip çıkmalı ve acilen bir “Fitoterapi Enstitüsü” kurulmalıdır.
Ne modern tıp geleneksel tıbbın, ne de geleneksel tıp veya onun alt dalları olan ve bugün alternatif tıp adı altında yapılan uygulamalar, birbirlerinin alternatifidir. Bunlar, birbirini tamamlayan, insanın hayatına kolaylıklar sağlayan çabalar olarak görülmelidir. İnsan hayatıyla ilgili bu sahada, çatışma yerine işbirliği ve yardımlaşma gerekmektedir. Bu yardımlaşmanın sağlıklı bir şekilde olması, modern tıbbın bu sahayı ihmal ederek yaptığı yanlışın tashih edilmesi ve alternatif tıp adına yapılan bazı şarlatanlıkların engellenebilmesi için, bu işin acilen kurumsallaşması gerekiyor. Üniversitelerin tamamlayıcı tıp bölümleri açmaları, hastalar için iyi bir güvence, insanlık için ise doğru ve yararlı yaklaşımlardan biri olacaktır. Bu konuda bazı üniversitelerde başlatılan öncü çalışmalar umut vericidir.
Sağlığımıza zarar veren sebepleri düzeltmek için yeterince özgüvene, öz değere ve geniş bakış açısına sahip değiliz, sağlığımız için umutsuzca çareler arıyoruz. Kaybettiğimizi yeniden kazanmak için emek harcamazsak, bu tembellikten, bu bilgi ve bilinç eksikliğinden birileri kazançlı çıkmaya devâm edecek. İnsan ilmi, bütün öteki ilimlerden yararlanır. Yaşadığımız çağdaki gelişmeleri; pratik düzeyle birlikte, teorik olarak metafizik, felsefi, dini ve ahlaki düzeylerde de tartışmamız gerekiyor. Olmakta olana şüpheyle yaklaşan, nereye gidiyoruz sorusunu kendisine ciddi bir şekilde soran düşünür ve bilim adamlarının her zaman varolması gerekiyor.
Biyoteknoloji; siyasi, toplumsal, iktisadi ve ahlaki pek çok boyutu olan bir takım uygulamalardan oluşmaktadır. İnsan hayatıyla ilgili olan hiç bir şey, sadece teknokratik ve teknolojik bir sürece emanet edilemez. Bu husus, hem siyasetin, hem felsefenin, hem dinin, hem de hukukun konusudur. Bildiklerimiz arttıkça bilmediklerimiz daha da çok artıyor. Şayet bilimi bu kadar yüceltiyorsak, onun yol açtığı sonuçlara ilişkin de yeni bir ahlak anlayışı, yeni bir kozmoloji, yeni bir varlık anlayışı geliştirmek zorundayız.
Hasta-hekim ilişkileri, biyomedikal araştırmalar, tıbbi uygulamalar, doğum kontrolü, tüp bebek, klonlama, genetik çalışmalar, kök hücre, aşılar, organ nakli, estetik, nanoteknoloji, ötenazi… konularında hergün yeni değişikler olmaktadır. Birkaç farklı ebeveynden embriyo üretmek, insan embriyolarını yedek parça deposu gibi kullanmak, çocukların karakterini ve cinsiyetini seçmek… bunlardan sadece birkaçı. Üremenin üretim haline gelmesi, yani doğal bir sürecin, insan kontrolünde teknolojik bir sürece dönüşmesi pek çok toplumsal, kültürel, hukuki ve ahlaki probleme yol açacaktır ve açmaktadır. Bu sebeplerle, organ naklinden embriyonik kök hücre tedavisine, genetik müdahaleden beyin kimyasını değiştiren nörolojik tedavilere kadar pek çok konuyu, sadece pratik düzeyde değil, tam aksine ve özellikle teorik düzeyde, metafizik, felsefi, dini ve ahlaki düzeylerde tartışmamız gerekiyor. Bu konularda yeni felsefi yaklaşımların geliştirilmesi gerekiyor. Topluma güven verecek hususlardan biri de, doktorların kendi içlerinden bir etik hareket üretmeleridir. Dolayısıyla, sivil toplumcu doktor hareketlerine, ideolojik anlamda sınır tanımayan doktor hareketlerine ihtiyaç var.
Cemiyeti etkileyen en büyük kurumun din olduğu kabul edilmektedir. Bu açıdan dinin, özellikle biyoteknoloji ve etik alanındaki tartışmalara dahil olması gerekiyor. Müslümanlar olarak bu konuda söyleyebileceğimiz şeyler var. Ama bunun için de bir birikim ve donanım gerekiyor. Hamasi bir yaklaşım, birkaç kalıp cümle, tabii ki yeterli değil, anlamlı da değil! Bugün, modern tıbbın uygulamalarına şerh koyabilecek yegane etkin güç, herhalde dini otoriteler olmalı. Fakat İslam alimlerinin çoğu, bilimsel gelişmelere hâlâ İslam topraklarının gerileme dönemindeki refleksler ile yaklaşıyor ve bugün doktorlar ve bilim insanları neye doğru derse, ona göre fetva veriyorlar. Tıbbi bir uygulamanın İslam’a ve dahi vicdana uygun olmadığını söyleyebilmek için, hem tıbbi konuları kavrayabilecek ilmi bir donanıma sahip olmak, hem de çağ dışı, gerici ve yobaz gibi ithamlara göğüs gerebilmek icab ediyor.
Türkiye ilahiyatı bir özgüven eksikliği yaşıyor. Neredeyse 200 yıldır, ilerlemeye karşı oldukları suçlamasıyla töhmet altında bırakıldılar. Onlar da bu darboğazdan kurtulmak için, pozitivist paradigmanın da etkisiyle, İslam teknoloji ile çelişmez düsturunu benimsediler. Bu alanda ümitsiz bir tablo çizilmesi de, belki hakim stratejinin gereği! Yapılabilecek hiçbir şey yok algısı, sonuç olarak mevcut sistemi besliyor.
Türkiye’de hekimler bir ikilem içerisinde. Birçoğu yaratılmaya inanıyor, fakat yaratılmayı kabul etmeyen bir insan anlayışıyla hastalara yardım etmeye çalışıyor. İslam tıbbının bütünleştirici bakışı çerçevesinde, modern tıbbın verilerini de kullanarak yeni bir tıp anlayışı geliştirmemiz gerekmektedir. Modern tıbbın sorgulandığı, alternatif tıp, geleneksel tıp, Doğu-Uzakdoğu tıbbı, holistik tıp, halk hekimliği, bitkisel tıp, sufi tıbbı gibi birçok terimin piyasada bolca dolaştığı bir ortamda, kafalarımız oldukça karışık durumda.
Acilen, sistem ve karmaşıklık meselelerini anlamış, canlılık denen şeyin karmaşıklığının ve boyutlarının farkında ve karmaşıklığa saygılı bir hekim ve araştırmacı nesline ihtiyacımız var!
İslam toplumunun, ilkeleri tamamen kendisine ait olan ve yeniden inşa edilecek bir İslam tıbbı kavramı kesinlikle olmalıdır. Asırlarca önce bu konularda Batı Medeniyetine ışık tutan ve kaynaklık yapan müslüman ecdadımızın sahip olduğu sağlıklı din ve bilim anlayışına ve bunun sağladığı özgüvene bugün her zamankinden daha çok muhtacız.
Kur’an ve sünnet ışığında İslam tıbbının üzerine kurulması gereken ana unsurlardan bazıları şöylece sıralanabilir:
1. Günümüze kadar geçen süre içerisinde, tam anlamıyla İslam’a ait olan bir tıptan bahsedilmesi mümkün görünmemektedir.
2. Tıbb-ı Nebevi müktesebatının büyük kısmı Arapların folklorik tıbbıdır ve bu temel üzerine İslam tıbbını inşa etmek uygun değildir.
3. İslam tıbbının ana unsurları Kur’an ve sahih sünnetteki sağlıkla ilişkili değerler üzerine oturtulmalıdır.
4. İslam kültürüne ait olarak kaydedilmiş, ancak temel ilkelere uygun olmayan uygulamalar cesurca literatürümüzden temizlenmelidir.
5. Aksine kadim geleneklerden veya çağdaşımız olan medeniyetlerden devraldığımız ve İslam’a aykırı olmayan bütün sağlık uygulamaları ise bizim medeniyetimize dahil edilmelidir. Unutulmamalıdır ki her iyi, doğru ve güzel, özde İslam’a aittir. Diğer bir deyişle, hikmet bizim yitik malımızdır.
6. İslam tıbbında insan sağlığı hiçbir koşul aranmaksızın (renk, ırk, din gibi) en temel faktördür.
7. İnsan sağlığı devletler tarafından hiçbir şart olmadan garanti altına alınmalıdır.
8. Tıp eğitiminde ve tıp hizmetlerinde tıp ahlakı öne çıkarılmalı; aklı vahiy tarafından inşa edilmiş hekimler yetiştirilmelidir. Tıp, ancak bu şekilde yetişmiş hekimler tarafından yeniden sağlıklı bir şekilde yapılandırılabilecektir.
9. Çağımızda sağlık alanının en büyük sorunlarından olan, tıp ve endüstri (tanı ve tedavi endüstrisi) ilişkisi konusunda dikkatli olunmalı; İslam tıbbı, Batı tıbbının aksine endüstri eksenli değil, insan eksenli olmalıdır.                                10. Tıbbı, ait olduğu hikmetli ve muteber konumuna tekrar getirebilmek, teknisyen doktorlar yerine bilge hekimler yetiştirebilmek için; tıp eğitimine insani, biyolojik ve ekolojik bir bakış açısını kazandırmak zorundayız.
11. Ürettiğimiz tüm bilgiler hızla ve hiçbir bedel olmadan insanlığın hizmetine sunulmalıdır.
12. Kadınlara İslam tıbbında layık oldukları yer verilmelidir. Tıp, özünde şefkat ve sevgi kaynaklı olmalıdır.
Geleceğin tıbbında hekim; insanı bir bütün olarak ele alacak, onun kendisini geliştirmesi için bedeni ve ruhi becerilerini arttıracak, içinde yaşadığı toplumun, bireyi hastalandıran olumsuzluklarıyla mücadele edecek bir eğitmen ve önder olacaktır.
Modern insan her gün yeniden tasarlanıyor. Yapması, görmesi, tatması gereken şeylerin listesi, her geçen gün farklılaşıyor, uzuyor. Tıp, bu modernliğin çocuğu olduğu ve modernlik algısı değişmediği sürece de hiç bir şey rayına oturmayacak. Sonuçta, hayatını lineer ve determinist reflekslerle yaşayan; sağlığı sadece boğazından geçen besinlerin kalori değerleri ve çeşitliliğinde aramaya alışmış, hayatının ruhsal yönüne yabancı insanların, alternatif tedavi yöntemlerinden fayda görme şansı da zayıf olacaktır. Zira, doğrusal yaşayan birine doğrusal olmayan yöntemler önermek ve uygulamak, olsa olsa “uyumsuzluk” yaratır, çare değil!
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz; tıbbi alan dışındaki diğer bilgi, düşünce ve felsefe alanlarında da alternatif paradigmalar ortaya çıkmadıkça, sadece sağlık alanında ortaya konulan alternatifler uzun süre yaşayamazlar. Yani, eğitimde, kültürde, hukukta… vs. yeni anlayışlar ve alternatifler ortaya konulmadıkça, alternatif tıbbın da bir geleceği olmayacaktır! Yeni ve kapsamlı bir medeniyet tasavvuru geliştirmeye şiddetle ihtiyacımız var!
Modern toplumun doğmalarından hiçbiri yıkılmaz bir güçte değildir. Ne dev fabrikalar, ne gökdelenlerdeki ofisler, ne devasa büyüklükteki şehirler, ne endüstri ahlakı, ne de üretim-tüketim çılgınlığı, ilerlememiz için vazgeçilmezdir. Başka bir medeniyet ve yaşayış tarzı pekala mümkündür. Elinde yularını tuttuğu keçinin, hayatını idame ettirmek için kendisine kafi geldiğini söyleyen Nehru’yu hatırlayalım! Dünyanın, yetinme ahlakını ve kanaat duygusunu yeniden keşfetmesi gerekiyor.
İslam’ın gözettiği ana hedeflerin en önemlilerinden birisi, sağlıklı insanlardan oluşan mutlu bir toplum oluşturmaktır. Dolayısıyla, insan sağlığını tehdid eden her tehlikenin, gecikmeksizin bertaraf edilmesi esastır. Kadim hikmet geleneğine uygun bir hayat tarzı öneren, öncelikle koruyucu sağlık tedbirlerine, temizliğe, yeme-içme hususlarına, tedavi olmaya ve tıbbi etik kurallarına dikkat çeken İslami-Nebevi tıbbın da yeniden konumlandırılmasına şiddetle ihtiyacımız var. Kendisine yiyecek birşeyler getirilmesi talebine, ev sahibinin büyük bir mahcubiyetle, evinde kuru ekmek ve sirkeden başka bir şey olmadığını söylemesi üzerine, “sirkeden güzel katık mı olurmuş” diyerek iştahla yiyen Rasulullah’ın (A.S), bu davranışından çıkarılacak ve örnek alınacak asıl sünnet, acaba sirkenin tıbbi faydaları mı, yoksa O yüce gönüllü insanın, elindekini ikram eden muhatabını mahcub etmemek için gösterdiği alicenap tavır mı?

Ölüm

İnsan, ruhunda açılan yaradan ölür (Balzac)

İnsan, bir başlangıcı olan ve mekanda yer işgal eden bir varlıktır. Bu varlık, bir takım eylemleri yapabilecek özellikteki organların uyumlu bir şekilde birleşiminden oluşmuştur. Bu özellikleriyle beraber, insan ölümlü bir varlıktır. Canlılık, düşünmek ve ölümlü olmak insanın temel özellikleridir. Ölüm yoksa insan da yoktur. Zira bir varlık ölümlü değilse, o insan olamaz. Yok olmak her canlının kaçınılmaz sonudur. Hayat bir şeyin varlığa geçirilmesi, ölüm de bir şeyin varlığının veya sıfatlarının yok olmasıdır.
Özellikle felsefe, insanın ölümle ilgili merakını canlı tutarken, din bu konudaki sorulara cevaplar üretmek adına pek çok görüş geliştirmiştir. İnsanoğlu tarih boyunca, ölümle birlikte çürüyüp toprak olan cesedinden ayrı, ölümsüz bir yanının bulunduğu fikrine hep sahip olmuştur. Alınan her bir nefesin yarısı hayat, yarısı ölüm için alınır. Her insanda varolan ölümsüzlük duygusu, ona başkası tarafından telkin edilmediğine göre, bunun İlahi Kudret tarafından mayamıza katılan, fıtri ve temel bir duygu olduğunu kabul etmek gerekir.
Ömür, anne rahmi ile toprak altındaki iki karanlık arasında yakılan bir kibrit alevi gibidir, alev almasıyla sönmesi an meselesidir. Geleneğimizde ömür, doğunca kulağımıza okunan ezan ve ölünce üzerimize kılınan cenaze namazı kastedilerek; “namazsız bir ezanla, ezansız bir namaz arası kadardır” şeklinde özetlenmiştir. Hayat, önceleri hızla akan, engebeleri aşan ve çağlayanlar oluşturan bir ırmaktır. Bu ırmak giderek genişler ve daha sakin akmaya başlar. En sonunda, görünür bir sınır olmaksızın denizle birleşir ve böylece varoluşunu yitirir. Artık nefs ölmüş, zaman boyutundan çıkmış, zaman algısı kaybolmuştur.
Hayat, ölüm hedefine doğru koşulan bir yarıştır. Ölümden dolayı hayat sona ermez; dünyevi hayatın sona ermesine ölüm denir. Ölüm, hayatın ikiz kardeşidir ve bizimle birlikte doğar. Ölüm bir hastalık değil, bir kaderdir. Ölüm biyolojik olarak varolmalıdır, çünkü her yeni ölüm, yeni bir doğum için fırsattır. Niçin ölüyoruz sorusuna verilebilecek en özlü cevap, “ölmek zorunda olduğumuz için” şeklindedir. Ölüm, hayatın bir gerçeğidir ve korkmayı gerektirecek hiçbir unsur içermez. Mevlana, “telaşlanma, hastalandığın için değil, doğduğun için öleceksin” der!
Marcus Aurelius: “Ölüm, gençliğe, yaşlılığa, büyümeye, olgunlaşmaya, dişlerin ve sakalın çıkmasına, saçların beyazlamasına, çiftleşmeye, hamileliğe ve hayattaki diğer doğal şeylere benzer. O halde aklı başında bir insanın ölüme kızmayıp, onu doğal bir süreç olarak beklemesi gerekir. Nasıl bir çocuğun doğumunu bekliyorsak, ölümü de aynı şekilde beklemeliyiz” der! Epiktetos: “Kötü olan ölüm değil, utanç verici bir ölümdür” diyerek ölüme bakış açısını özetlemiştir! Sevdiklerimizden kısa süreliğine uzaklaşmaktır ölüm!
Uyku, dinlenmek için, ölüm de bozulmayan, ihtiyarlamayan ve hasta olmayan, yani ahiret hayâtına uygun bir vücuda sahip olmak için zorunludur. Çünkü insan, sonuçta bedeniyle değil, ruhuyla insandır ve ruh da ebedilik üzere yaratılmış bir varlıktır. Ölüm, insanın manevi benliğinin, Hakk tarafından kendisine çekilmesidir. Ölüm, maddi âleme ait olan ve artık gerekmeyen beden elbisesinin çıkartılmasından başka bir şey değildir.
Kainat; içindekileri kuşatan büyük bir enerji; varlıklar ise bu enerji içerisinde birer sinyaldir. Kainatı kuşatan Sonsuz Kudret, sinyal üreten bu varlığa, yani yaratılmışa, dünyadaki dolaşımını bitirdikten sonra başka bir hayatta varlığını devam ettirmesi için izin vermektedir. İnsan için enerji bandının önceliği, hayat devam ettiği sürece maddi boyutta, öldükten sonra ise anlam boyutundadır. İnsan öldüğünde, sadece enerji bandını değiştirmiş olur. İnsanın sinyali, parmak izi gibidir ve onu kainattaki enerjiden bağımsız düşünmek mümkün değildir. Bu sebeple hiçbir canlı, sinyali sönmedikçe yok olmayacaktır.
Ruhsal anlamda ölüm değil, değişim ve geçişler vardır. Eğer mutlaka bir ölümden söz edeceksek, bunun aynı zamanda bir başka plana doğum olduğunu söylemek zorundayız. Ölüm anında beyin çılgın gibi bir bilgi işleme içine giriyor. Hayati bir tehlike atlatanların çoğunlukla söylediği; ”hayatım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti” sözü, herhalde bu durumu ifade ediyor. Çok kısa süren bu bilgi işlemenin ardından ölüm gerçekleşiyor. Belki de beyne ait tüm bilgiler, bu aşırı bilgi işleme döneminde başka bir boyuta aktarılıyor, bunu bilemiyoruz. Beynin durmasıyla birlikte, vücuda yayılan biyoelektrik enerji kesildiği için; beden, ruhu kendisine bağlı tutan elektromanyetizmasını yitirir. İşte bu olay ölüm kelimesiyle anlatılır. İnsan, ölüm denen olayla, madde bedeni terk ederek, ruh denilen holografik dalga yapısıyla hayatına farklı bir boyutta devam eder!
Bilimsel dünya görüşünün kaçınılmaz sonuçlarından biri de ölümün sekülarizasyonu olmuştur. Böylelikle, tıpkı tabiat gibi, adeta ölümün de tılsımı bozulmuştur. Tıp, günümüzde hayatı uzatmaya çalışmıyor, aslında ölümü uzatıyor. Uzun ömür, ancak gençliği uzatabiliyorsa arzu edilebilir, ihtiyarlığı uzatıyorsa arzu edilmez. Tıp bilimi, insanın ölümlülüğünü kabullenmekte ayak direttiği oranda, “bir can çekişme olarak hayat” uzuyor. Ölüm korkusu ölümü durduramaz ama, hayatı durdurur. Ölümden en çok korkan kimseler, yaşamaktan en fazla korkanlardır. Bu nedenle; ölümü, anlamdan yoksun, basit bir durum olarak görmektense, hayatın anlamını tamamlayıcı olarak görmek, insanın ruh yapısına daha uygundur. Ölüm, profesyonel tıbbi bakışı aşan bir merhametle ele alınmayı hakeden bir süreçtir.
Biyolojide genel olarak kabul edilen ölüm tanımı, bir organizmanın, bünyesindeki tüm hücrelerle birlikte işlev göremeyecek şekilde bütünlüğünün bozulmasıdır. Yüzyıllardır ölüm, solunumun ve kalbin durması (klinik ölüm) olarak tanımlanıyordu. Bugün bu kavram, yerini beyin ölümü (biyolojik ölüm) kavramına bırakmıştır. Beyin ölümü, beynin elektriksel potansiyelinin izoelektrik hatta düşmesi demektir. Ölüm ne şekilde olursa olsun, biyolojik ölümün, klinik ölümden 6-8 dakika sonra gerçekleştiğini biliyoruz.
İnsanoğlunun varlık serüveninin; önce dünya âlemi, ardından berzah âlemi ve nihayet ahiret âlemi olmak üzere üç etaptan oluştuğu söylenebilir. Ölüm, bu dünyadan berzah âlemi denen özel bir boyuta intikal vesilesidir. Ölümle birlikte ruhlar bedenden ayrılsa da, insanoğlu benliğini kaybetmemektedir. Bedenler çürüyüp toprağa karışsalar da, insanoğlu ruhsal kimliğini, varlığını ve kendi farkındalığını sürdürmektedir.
Berzah, insanoğlu için herşeyin askıya alındığı bir fetret değil, bilakis bu dünyadaki hayatın iyi veya kötü sonuçlarının görüleceği bir âlemdir. Bu intikal âlemindeki azap ve mükafat ruhsal olmakla birlikte, bedensel gibi hissedilecektir.
Modern toplumların ölümle olan ilişkisi anlaşılmadan, bu toplumların kimliği tam olarak anlaşılamaz. Bunu anlamadan da modern tıbbın hastalık ve sağlıkla ilgili yaklaşımını kavramamız mümkün değildir. Modern toplumlarda insanın ölümü, tabiatın ağır bir cezası olarak algılanmaktadır. Ölüm, modern toplumların kaçtığı, yenmek ve ortadan kaldırmak istediği bir şeydir. Özellikle ölmek için doğduğuna inandığı halde, bir başka hayata doğmak üzere öldüğüne inanmayanlar açısından ölüm, gerçekten korkunç bir olaydır. Benlik bütünlüğü; olumlu-olumsuz, acı-tatlı yönleriyle bütün bir hayatın olduğu gibi kabul edilmesidir. Benlik bütünlüğüne ulaşmış güçlü ve olgun kişiler, ölümü hayatın doğal bir parçası olarak görür, doğallığı içinde kabullenir ve korkmazlar.
Kabristanlar, salâlar ve hasta ziyaretleri, ölüm denen hakikatin hatırlatıcılarıdır. Modern insan ölümden korkuyor, ölmek istemiyor, değil ölümü düşünmek, hatırlamak bile istemiyor! İhtiyarlamak da istemiyor. Ölümü bu soğuk ve korkulu algılayış, kendimizi merkez olarak almamızdan, yalnızlığımızdan ve sevgisizliğimizden kaynaklanıyor. Hayatın ölümle iç içe olduğunu, ölümün hayatın devamı olduğunu ve burada yaptıklarımızın, ölümden sonra bize yol göstereceğini veya bizi karanlığa duçar edeceğini biliyor ve buna inanıyorsak, ölümsüz bir hayatı düşünmememiz lazım.
Ölüm, üstünlükleri ortadan kaldırarak herkesi eşit hale getirir. Yaşlanma ve ölüm gibi iki hakikatin, insan denilen canlının zorbalığını önleyen iki sigorta olduğunu fark eden, onları yok etmeye değil, anlamaya ve yaşamaya çalışan bir anlayışa sahip olmamız gerekiyor. Diğer bir deyişle; ölümle savaşan değil, hayatı insanileştirmeye çalışan bir tıbba ihtiyacımız var. Güzel ölmek, her insanın hakkıdır!
Geçtiğimiz çağlarda, ecel saati çalana kadar, insanın geride bıraktıklarıyla helalleşmesine, onlarla son bir paylaşım yaşamasına izin verilirdi Modernlik öncesinde, insanın öleceğini bilmesi, gayet doğal bir şey olarak tasavvur edilirdi. Pek azımız sevdiklerimizin ölümüne tanık oluyoruz artık, ölüm ânı itina ile gözlerden uzak tutuluyor. Ailesi, onun yapmak ve bilmek zorunda olduğu şeyleri ondan daha iyi bilmektedir ve böylelikle hasta kendi ölümüne hazırlanma, onu bilme ve düzenleme hakkından mahrum bırakılmaktadır. Bugünün insanı, ölümü yeterince sık ve yakından göremediği için unuttu, ölüm insana yabancılaştı. Modern toplumda, insanın ölüm üzerine düşünerek, aile fertleri tarafından sevgiyle kuşatılmış olarak kendi yatağında ölmesi adeta haram edildi.
Doğmak gibi ölmek de irade dışı, kaçınılmaz bir gerçek olduğuna göre, hayatı anlamaya çalıştığımız gibi onun ikizi olan ölümü de anlamaya çalışmak, herhalde akıllıca bir tavırdır. Hayat gibi, ölümde de nice hikmetler gizlidir! Ölüm yoksa tarih, kültür ve insanlık da yoktur. Sahip olduğumuz medeniyet birikimi, ölümlü olduklarının farkında olan insanlar tarafından gerçekleştirilmiştir. Ölümün olmadığı bir dünyada insan sevemez. Yokluğun olmadığı bir dünyada, varlığın da bir anlamı olmaz. Hayatın meselesi; bu dünyadaki varoluşumuz sonlanmadan ve can, ten kafesinden uçup gitmeden önce, hayatın ve ölümün neye hizmet ettiğini keşfedebilmektir.

Yaşlılık

İhtiyarlarda maziyi görürüz;
halbuki iyi baksak, istikbalimizi görürdük (Cenap Şahabettin)

Yaşlanma, hayat boyunca meydana gelen bedensel, ruhsal ve manevi değişimler ile birlikte, doğumla başlayan ve ölümle sona eren gelişim sürecini ifade eder. Başka bir deyişle yaşlanma, ölümle sonuçlanacak biçimde, canlılık etkinliklerinin azalması şeklinde tanımlanabilir. Dünyaya geldiğimiz gün, bir yandan yaşamaya, bir yandan da ölmeye başlarız! Çünkü insan doğar doğmaz yaşlanmaya başlamaktadır. Başka bir deyişle, doğduk doğalı yaşlanmaktayız. Örnek vermek gerekirse; beyin ve göz hücreleri, doğumdan itibaren eskimeye başlar.
Kainatta hiçbir şey bir anda olmaz, her şeyin kademeli ve belirli süreçlerden geçerek, yani tedricen oluştuğu gözlenir. Doğumla başlayan ve ölüme doğru giden biyolojik yolculuğumuzda da, kademeli bir değişim geçirmekteyiz. Bu süreçte, vücudumuz belirli bir olgunluğa erişir, bir noktadan sonra ise ölüme doğru değişim başlar. Yaşlanmayı, sadece orta yaştan sonra ölmeye doğru işleyen bir süreç olarak düşünmemek lazımdır. Yaşlanma, eskime, canlı-cansız bütün varlıkların kaderidir. İnsan farkında olmasa da, zaman ölümün lehine işlemektedir.
İnsanın tabiatı gereği; doğacağı, olgunlaşacağı ve öleceği kabulüne karşılık, günümüz insanı çoğunlukla bu gerçeği kabul etmemekte, insanlar, genç bir vücuda sahip olabilmek ve yaşlanmayı mümkün olduğu kadar geciktirmek, zamanın izlerini silmek için çok değişik arayışlara itilmektedir. Tabii ki bu isteklerin de, tüketici kültüründe yer almak ve gerekli harcamaları yapmak şeklinde bir bedeli olacaktır. İki insan çeşidi çok kötüdür: Biri gençliğe özenen yaşlı, diğeri ise, yaşlılığa özenen genç.
Hayatın mevsimleri olduğunu ve yaşlılığın tedavi edilmesi gereken bir mevsim olarak değerlendirilmemesi gerektiğini kabullenemiyoruz. Hayatın akışı içersinde, her yaşın kendine göre birçok özellikleri ve güzellikleri vardır. Yaşlılığın, sadece güçlük ve zorlukların olduğu bir dönem değil, hoş yanlarının da olduğu bir hayat kesiti olduğunu düşünmek, yaşlıyı mutlu edecektir, ruhundaki fırtınaları dindirecektir. Hayattan çok şey istemeyeceğiz, bize verdiklerinin kıymetini bileceğiz. İnsan için önemli olan, ecel vakti gelip çatana dek anlamlı bir hayatın izini sürmektir.
Yaşlılıkta zeka parlaklığı azalır, yeni şeyler öğrenmek zorlaşır, hafıza zayıflar, girişim ruhu ve ataklığı geriler. Bilgelik ve ağırbaşlılık belirginleşir, mantıklı ve doğru düşünme daha sağlıklıdır, muhakeme güçlüdür, isabetli hükümlere daha kolay varılır. Demek ki yaşla kaybolan kabiliyetlerin yanında, önemli kazanımlar da varsa, kişi keyifli bir yaşlılık geçirebilir.
Yaşlılarda saçın ağarması ile beraber ruh da ağarmaya başlamaktadır. Yalnızlık duygusu, yaşlı bir insanın en önemli psikososyal problemidir. Ölüme yaklaşmakta olan bir ihtiyarı rahatlatan en önemli şeyler, aile-çevre desteği ve iyi bir hayat felsefesidir. Gerçekçi hayat felsefesine sahip olan insan, en ufak şeylerden bile mutlu olabilir. Kendisini yalnız hissetmeyen, ailesinin, çocuklarının, yakınlarının yanında olacağını düşünen yaşlı birey, kendisini çok daha güçlü hissedecektir.
Bu zaman dilimi, aynı zamanda içe dönüş ile, duyguların sakinleşmesinin yaşandığı bir dönemdir. Bu özellikleri açısından bakıldığında, yaşlılığın ürkülen, korkulan, kaygıyla beklenen bir mevsim olmaktan çok, bilgelik ve üretkenlik özellikleriyle, toplum açısından ne kadar önemli bir dönem olduğu görülmektedir. Bilge sözüyle; doyumlu, kendisiyle barışık, olgun ve kamil insan anlatılmaktadır. Yaşlılık, bilge olmayana, bolluk içinde yaşasa bile ağır gelir. “Alimin kocası koç olur, cahilin kocası heç olur” atasözümüz bu gerçeği veciz bir şekilde özetlemektedir. Bu çağın en önemli tehlikelerinden birisi, umudun yitirilmesi ve ölüm korkusudur.
Maneviyat ve din, yaşlılıkta ruh sağlığımızı destekler. İbadet edenlerin, yaşlılık ve ölüm konularında kendilerini daha iyi hissettikleri anlaşılmıştır. Birey, din sayesinde yalnız olmadığını hisseder. Kendini yaratan bir Güc’ün var olduğunu ve o Güc’ün, her konuda kendisine yardım edebileceğini düşünür.
Yapılan araştırmalar, beynin yeni şeyler öğrenmesinin uyarıcı bir etki yaptığı ve hücre yaşlanmasını yavaşlattığını göstermektedir. Gücü nispetinde çalışan, üreten, düşünen, henüz ideal ve planları bitmemiş olan insanların yaşlılık dönemi daha dinç ve daha canlı geçmekte, hastalıklar karşısında da daha dayanıklı olmaktadırlar. Yaşlıları oturdukları yerden kaldırmayarak, yapmak istedikleri her şeye, “sen dur, ben yaparım” denirse, işe yaramadıkları ve lüzumsuz bir hayat yaşadıkları hissine kapılabilirler. Halbuki, onlardan bir şeyler istemek, basit taleplerde bulunmak, onlara hala ihtiyaç duyulduğunu hissettirmek, onlar için pozitif bir enerji ve motivasyon olacaktır.