Hastalık

Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir?
Mübtelâ-yı gâma sor kim giceler kaç saat! (Sâbit)

Belki de dünyevi manada en büyük zenginliğimiz sağlığımızdır, ama kaçımız sağlığımızın kıymetini biliriz? Sağlık, gerçekten paha biçilmez bir nimettir, onu korumanın tek yolu, ruh ve bedene bakım yapmaktır. Çoğu zaman, maddi şeylerin derdine düşmemiz sebebiyle sağlığımızdan oluruz. Yeniden kazanmak için de peşinde koştuğumuz parayı pulu sarf ederiz.
Vücudun iç ortamını sabit tutabilme (homeostazis) yeteneğini sekteye uğratan ve dinamik dengesini bozan uzun süreli değişiklikler, hastalık olarak tanımlanır. Hastalıklar, çeşitli iç ve dış faktörlerin etkisiyle oluşabildiği gibi, genetik ve yapısal bazı eksikliklerden ve kusurlardan da kaynaklanabilmektedir.
İnsan vücudu bir enerji kütlesi olarak algılanırsa; vücutta dolaşan enerjinin dengede olması sağlıklı olmak, dengenin çeşitli sebeplerle bozulması ise hastalık olarak kabul edilebilir. Hastalık bir enerji bozulmasıdır. Dört bin yıllık Çin tıbbına göre, tüm hastalıkların sebebi zihinseldir. Hastalıklar önce enerji seviyesinde başlayıp daha sonra bedene yansır. Psikosomatik kelimesiyle anlatılmak istenen de bu durumdur. Kanser siz kendinizi yok etmek istediğiniz için ortaya çıkmıştır. Tedavinin ilk şartı, sizin hayattan keyif almaya başlamanız ve yaşamak istemenizdir! Dolayısıyla her hastalığı enerji terimleri üzerinden tanımlamak ve iyileştirmek mümkündür. Bunun üzerine hiçbir şekilde gidilmedi. Hasta edici uygarlık ise, kendi tedavisini yine kendi yöntemleriyle, biyomedikal tıp üzerinden çözmeye girişmiştir.
Günümüzde ölüm ve hastalık, modern hayatın akışını bozan, yok edilmesi gereken, eğer edilemiyorsa gözlerden uzak tutulması gereken unsurlar olarak görülmektedir. Modern tıbba göre hastalık, “makina”nın arızalanmasıdır. Makinada bir arıza meydana gelmişse, bunun altında yatan sebep araştırılır. Yani etyolojisine bakılır. Sonra bu hastalığın patofizyolojisi, yani oluş mekânizması değerlendirilir. Yalnızca görünen nedenler araştırılır. Hayat dediğimiz karmaşık serüvende yolunda gitmeyen neler vardır, bunlar hiç sorgulanmaz. Ya da, bu hastalıkla imtihan edilip edilmediğimiz hiç sorgulanmaz, hastalıkla bize hatırlatılmak istenen nedir, hastalığın bize bir mesajı mı var soruları hiç akla getirilmez!
İslam’da, sağlık da, hastalık da Yaratıcı’nın takdiri olarak kabul edilir. Ya hediyedir, ya da imtihan vesilesi! İnsan hasta olduğu zaman, üzerine bir melal çöker ve o melalin sahibi de Cenab-ı Hakk’tır. Hastalık bir zayıflık, ölüm ise nihai bir başarısızlık olarak telakki edilmemelidir. Iztıraplar bizi insan kılar. Esas problem, hastalığı bir bela olarak, bir felaket olarak yorumlamaktır. Kadim kültürümüzde hastalık, Cenab-ı Allah’ın kuluna verdiği bir imtihan olarak algılanırdı. Tabii ki şifa aranırdı ama, şifadan önce sabır aranırdı!
Hastalıkları düşman, hastalık etkenlerini ise düşman askeri olarak gören çarpık anlayış sayesinde, içinden geldiğimiz doğal canlı örtüsünü de kendimize düşman etmeyi başardık. Halbuki, hayatın tamamı karşılıklı iyi geçinme ve faydalanma (simbiyoz) üzerine kuruludur.
Neden hasta oluyoruz sorusuna, aşağıdaki cevapları sıralayabiliriz:
Stresten korunma yollarını yeterince özümseyemeyip, muhabbetsiz bir hayat tarzı ve manevî yoksunluklar içerisinde boğuşarak, doku ve hücrelerimizin hasarlanmasına sebep olmak. Kendisine ve insanlara güven duygusunu kaybeden insanların, önce psikolojik, ardından da psikosomatik hastalıklara yakalanması kaçınılmaz olacaktır. Stresli haberlerin, beyinde stres tepkilerini harekete geçirdiği ve uzun dönemde bütün vücut fizyolojisini bozarak, yüksek tansiyon gibi birçok hastalığa zemin hazırladığı bilinmektedir. Endişelendirecek şeyler yerine mutlu edecek şeylere odaklanmak önemli! Bu dünyada sahip olunabilecek en büyük nimet, huzurdur.
Hayatı yaşamayı zorlaştıran her türlü düşünce ve saplantıdan uzaklaşılmaya çalışılmalıdır. Aşırı sağlıklı olma çabaları, zararlı etkenlerden korunma saplantıları gevşetilmek zorundadır. Hasta ancak hayatın yaşamaya değer güzel bir deneyim olduğunu idrak edebildiği zaman, iyileşme süreci başlamış demektir.
Gözümüzün ve midemizin doymasına zemin hazırlayacak bir hayat tarzımız olmadığı için, robot gibi çalışmak zorunda kalmak, hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışırken, hemen yarın ölebileceğimizin hiç aklımıza gelmemesi ne büyük tenakuz!
İçtiğimiz sudan, yediğimiz yiyeceklerden, soluduğumuz havaya kadar her şeydeki kirlilik. En önemlisi, insani ilişkilerimizdeki kirlilik ve sunilik! Hava kirliliği, sudaki ağır metaller ve çevremizi kuşatmış elektronik ve manyetik kirlilik ve radyasyon. Trafik, şehrin gürültüsü, beton yığını kentler! Hepsi de insan fıtratına aykırı!
Fast food, rafineri gıdalar ve katkı maddeli yiyecekler, tatlandırıcılar, beyazlatılmış unlu gıdalar ve beyaz şeker, tuz ve katı yağlar, hormonlu gıdalar, sigara, alkol, uyuşturucu… Hepsi köşebaşlarını kesmiş birer canavar!
Hareketli birer varlık olarak yaratılmamıza rağmen, nerede ise hareketsiz bir hayat tarzını benimseyerek, tembellik, uyuşukluk ve pısırıklıkla savunma sistemimizin iflâsına zemin hazırlamak. Modern hayatın ortaya çıkardığı; yürümeyen, çalışmayan ve bedenini kullanmayan, yağlı, göbekli, yumuşak dokulu, ince bacaklı ve kaba yüzlü, bitmez bir koşunun pençesinde zamanla yarışan stresli insan tipi, hastalıklara alabildiğine açıktır.
Hastalıklar ve hastalığa sebep olan faktörler genel bir bakış açısıyla ele alınmamalıdır, çünkü her hastanın, her hastalığın kendine özel çevresel şartları vardır. Eğitimsizlik, kötü hayat şartları, sağlıksız işyerleri, olumsuz bir sosyal ve ekonomik yapı, işsizlik, ekolojik problemler gibi pek çok faktör hastalıklarda rol oynar. Dolayısıyla, hastalık yok, hasta vardır kuralı her zaman geçerlidir.
Hastayı doğal ortamından koparmadan, vücudun hastalık üzerindeki etkisini ve doğal seyrini tamamlaması beklenmelidir. Canlı beden, karmaşık ve son derece gelişkin özdüzenleme özelliği olan bir sistemdir. Spontan iyileşme hali, hastalığa ve vücudun bağışıklık sisteminin güçlüğüne bağlı olarak değişebilirken, sanıldığından çok daha fazla oranda gerçekleşmektedir. Bu durumda hekime düşense, sadece vücudun tedavi edici gücüne yardımcı olmaktır.
Hastalığın doğal yeri hastaneler değil ailedir. Bir kişi ailesi ile yaşıyorsa hastalıkla mücadele gücü başka, yalnızsa çok başka olur. İçten bakımın yumuşaklığı, bağlılık gösterilmesi, samimi iyileştirme arzusu, hastalığa karşı mücadele eden kişiye en büyük yardımı sunar. Bu nedenle soğuk klinik ve hastaneler çoğu zaman gereksizdir, çünkü doktorun hastalığa değil hastaya yardım etmesi gerekmektedir ve bu nedenle onun görevi hastanın ve hastalığın doğasını bozmadan hizmet etmektir.
Mutlak son göründüğü halde, hastayı biraz daha yaşatmak adına bir hastanenin yoğun bakım servisine emanet etmediğinde, sanki aile de, üzerine düşen sorumluğu yerine getirmemiş gibi hissediyor veya öyle hissettiriliyor.
Sözün özü, sağlık, bize bir başkasının hediye edeceği bir olgu değil, bizim sahip çıkmamız gereken en büyük değerimizdir. Bu gerçeği unutmayalım ve yarınları beklemeden bugünden kendimize bakmaya başlayalım.

Ruh-Nefs

Nefse iyilik ve kötülük kabiliyeti Veren’e and olsun ki;
onu temizleyen kurtulmuş, kirleten ise kaybetmiştir (Kur’an-ı Kerim, 91:8-10)

İnsanın; biri maddi cevher olan beden, diğeri madde dışı cevher olan ruh olmak üzere iki ayrı cevherden mi, yoksa sadece maddi cevherden mi oluştuğu sorusu, zihin felsefesi ve din felsefesi gibi felsefe dalları açısından önemli bir tartışma konusudur. Ruh ve beden ayırımı eski Yunan felsefesine, Eflatun ve talebesi Aristoteles’e dayanır. Aristoteles: “Ruh formdur, bedeni hareket ettiren bir güçtür. O, cisim değil, bedenin içinde taşıdığı bir cevherdir. İnsanın özü, ruhun bir fonksiyonu olan akletme gücüdür. Tabiat hiçbir şeyi amaçsız yapmaz” demektedir.
Bu konuyu sistematik bir şekilde ele alan ve ruhun ezelden beri varolan bir cevher olduğunu iddia eden Eflatun ve öğrencisi Aristoteles’in, özellikle Hıristiyan ve İslam teolojileri üzerinde önemli etkileri olmuştur. Aristoteles’in ruh ve beden kavramıyla ifade etmek istediği varlıklar birbirinden bağımsız gerçeklikler değil, aynı varlığın iki farklı boyutuna verilen adlardır. Modern dönemde ise, ruh-beden dualizmi konusunda Fransız filozof Descartes’ın öne çıktığı görülmektedir. Kant’ın, ruhun ölümsüzlüğü üzerine kurduğu pratik akıl nazariyesi de, Hıristiyan dünyasında epeyce etkili olmuştur.
İslâm kelamında ve felsefesinde nefs ve ruh kavramları, insanın dünyada ilk yaratılışının ve ahirette yeniden diriltilişinin açıklanmasında etkin rol oynamışlardır. Kelamcıların ruh konusundaki düşüncelerinin temelini; dünya hayatında ve ahirette, Allah’ın kitabından sorumlu varlığın kim olduğunu tespit etmeye yönelik açıklamaların oluşturduğu görülmektedir. Bazı kelamcılara göre; insanda, bedenden ayrı ve farklı mahiyete sahip bir cevher olarak, ruh diye bağımsız bir varlık yoktur. Bu yaklaşımın ana amacının, somut ve bütüncül bir insan tarifine ulaşmak olduğu anlaşılmaktadır.
İkinci grupta ise; ruhun manevi bir varlık olduğu görüşünü benimseyen kelamcılar ve filozoflar yer almaktadır. Bu görüş sahipleri, ruhu, bedenden ayrı ve müstakil bir şekilde varlığını sürdürebilen bir cevher olarak kabul etmektedirler. Bu görüşü benimseyenler, ruhun bedenden önce de, kendi başına varlığını sürdürebildiğini savunmuşlardır. İbn-i Sînâ, ruhun bedenden bağımsız bir cevher olduğunu kabul eder ve bunu ispatlamak için çeşitli deliller getirir. İbn-i Sînâ, ahiret hayatının ruhaniliğine inanır ama, bu konudaki açıklamaları, insanı tatmin etmekten bir hayli uzaktır.
Kelamcıların büyük grubuna göre ise ruh; duyu organlarıyla hissedilen, insan bedenine girmiş, gelişebilmek için bir bedene ihtiyaç duyan, latif ve nurani bir cisimdir. İbn-i Hindû’ya göre ruh; insan bedeninde yayılmış latif bir cisim olup, kalpten atardamarlar vasıtasıyla yayılarak hayat ve nefes alıp vermeyi; beyinden ise sinirler vasıtasıyla yayılarak duyu ve iradi hareketleri gerçekleştirmektedir. Bu gruptaki ruh görüşleri, mutedil-maddeci tasavvur diye isimlendirilebilir. Bu anlayışa göre ölüm, ruhun bedeni terk etmesidir; dolayısıyla da ruh, bedenden bağımsız olarak varlığını sürdürebilmektedir.
İnsanın tanımı konusunda, İslam dünyasındaki genel eğilim, dualist yaklaşımın benimsenmesi yönünde olmuştur. Bu fikrin en etkili savunucusunun Gazâlî olduğu söylenebilir. Ayetlerden çıkartılan anlamların, İslam düşünürlerinin dualist veya karşıt düşünceden birini benimsemesinde asıl etkili unsur olmadığı görülmektedir. Kutsal metinlerdeki ifadeler, iki görüşten birinin seçilmesini mecbur etmemektedir. Burada, Kur’ân-ı Kerim’den ziyade, önceki kitaplardan, özellikle Tevrat’tan, başka düşüncelerden, felsefelerden veya kendi döneminin hakim anlayışından gelen etkiler, ayrıca ölümden sonraki yaratılışın hangi yaklaşımla daha rahat anlaşılabileceği gibi endişeler, kişilerin tercihini belirlemiştir. Tercihini belirleyen düşünürlerin, daha sonra ayetleri kendi anlayışları doğrultusunda anlamaya çalışmaları, ortaya farklı yorumlar çıkarmıştır.
Bedenin madde dışında ayrı bir cevhere sahip olamayacağı fikrini sistematik olarak ortaya koyan ilk kişinin; atomların ezeli ve ebedi olduğunu iddia eden antik Yunan filozofu Demokritos olduğu kabul edilir.
Bugün, bir elektron, ya da proton bir tanecik midir, yoksa bir dalga mıdır, karar verememekteyiz. Her yanımızı binlerce çeşitli dalga boylarında, ya da enerji düzeylerinde elektromanyetik dalganın kuşattığını biliyoruz. Bu dalgaları ister enerji taşıyan parçacıklar, isterse bilgi taşıyan paketçikler olarak kabul edelim, artık atomlar ve elementler Demokritos zamanındaki atomlar değiller!
Pozitivist dünya görüşü, ruhu beynin kimyasal faaliyetlerine indirgemektedir. Materyalist pozitivizme göre, nasıl karaciğerin salgısı safra ise, beynin salgısı da davranışlardır ve bunlar adeta beyin faaliyetlerinin birer sonucudur. Buna göre beyin, davranış, duygu ve düşüncelerimizin kaynağıdır; bunun üzerinde bir güç ve varlık yoktur. İnsan beyni, yaklaşık olarak 100 milyar kadar nörondan oluşur ve her bir nöron binlerce ayrı nöronla, 100 trilyon kadar sinaps aracılığıyla bağlıdır. Beynimizde ayrıca, sinir hücrelerinin 50 katı kadar yardımcı hücreler (glia hücreleri) bulunmaktadır. Beyin sapı bitkisel, orta beyin hayvani, üst beyin olan korteks ise, insani ve bilinçli hayatımızı yönetmektedir. Bilgi zenginliğine göre bir kişinin, günde ortalama 50.000-100.000 civarında düşünce ürettiği zannedilmektedir. Hafızanın nerede depolandığı bilinmiyor. Beynimizde bir sürü bilgi var, ama yerleri belli değil!
Beyin hakkındaki bilimsel araştırmalar ne kadar ilerlerse ilerlesin, insan zihninin sadece maddi cevherle açıklanabileceğini iddia eden yaklaşımın doğrulanması mümkün görülmemektedir. Bu, bir bilgisayarın maharetini onun hammaddesi olan demir, plastik ve kablolarda aramak gibi abes bir iştir. Her şeyden önce, zihnin en önemli özelliği olan bilinç, maddi süreçlere indirgenememektedir. Beyni sadece hücresel bileşenleri ve bunların arasındaki bağlantılardan ibaret görsek bile (ki öyle değildir), önümüzde yine tahayyül edilemez karmaşıklıkta bir sistem vardır. Kendisini gelen veriye göre tekrar yapılandıran, böylece öğrenebilen, öğrendikçe gelişen, sürekli değişen ve değiştikçe algıladığı dünyayı da değiştiren bir garip arayüzdür beyin. Beyin, kainatın bilinen en karmaşık yapısıdır!
Aslında insan dediğimiz varlığın özü, beden dışına uzanan ruh, ya da başka bir frekans yapısıdır ve beyin, onu algılayacak özelliklere sahip karmaşık bir antendir. Ruh, iyon yükünün dışında, radyo frekansı şeklinde bir sinyaldir. Muhtemelen beyin, insan ruhu denen bu madde ötesi varlığa aracılık etmektedir. Kuantum fizikçileri, kimyasal ve elektrofizyolojik şekilde çalışan beynimizin, sürücü koltuğunda oturan yönetici paralel beyne Psikon beyni ismini vermişlerdir. Psikon beyni, madde olmayan bir zihni ifade eder. Madde olmayan zihinsel birimler, üç boyutlu frekans kodlarından oluşur ve holografik olarak tanımlanabilirler. Bilimsel çalışmaların ilerlemesi, yakın zamanda insanın üç boyutlu görüntüsünü, ekran yerine ortamda izlemenin mümkün olabileceğini düşündürtmektedir.
İnsan beyni 5 farklı beyin dalgası yayar. Bunlar kısadan uzuna doğru: 1- Delta (derin uyku ve bilinçsizlik halinde), 2- teta (hafif uyku-derin gevşeme halinde), 3- alfa (uyku öncesinde), 4- beta (aktif yaşamda), 5- gama (zihnin zorlanması halinde) şeklinde sıralanır. Her insanın beyin dalgaları ona özgü ve benzersizdir. Modern yaşam, yalnızca yeme alışkanlıklarımızı ya da tedavi tekniklerimizi değiştirmedi, aynı zamanda gergin ve stresli bir dünya yarattı. Beta dalgası, stres beyin dalgasıdır ve saniye de 15 ilâ 40 hz. arasında bir frekansa sahiptir. Günde ortalama 15 dakikayla 30 dakika arasında kullanılması gereken beta dalgasını, modern hayatta saatlerce kullanıyoruz. Peki kullanınca ne oluyor?
Modern tıbbın, nasıl çalıştığını hâlâ tam olarak keşfedemediği bağışıklık sistemi, her türlü durumda, vücuttaki tüm arızaları tamir etmek üzere programlanmıştır. Beta dalgalarının hakimiyetinde, bu sistem tamamen devre dışı kalmakta ve vücut kendi kendini tamir edememektedir. Bu dalgalar, beyne hayatın tehlikede olduğu mesajını verdiği için beyin, iyileştirici hücreleri, içerideki bir hastalığı tedaviye yöneltmek yerine, bütün gücünü kaslara ve beyne odaklar. Hastalıkları tedavi etme fonksiyonu, artık 2. tercihtir.
Saniyede 9 ile 14 hz. frekanstaki alfa dalgalarının varlığında ise, immün sistem normal çalışmaya başlar. Yani iyileşmenin sağlanabilmesi için, alfa frekansına geçilmesi gerekmektedir. Modern hayat ise, bizi sürekli beta frekansında tutar. Çay, kahve, sigara ve enerji içecekleri de, adrenalini artırarak beta frekansında kalmamıza sebep olur. Öncelikle yapılması gereken, beyin dalga frekans hızlarının düşürülmesidir. Günümüzde, Uzakdoğu kaynaklı bazı tedavi yöntemleriyle bu dönüşüm sağlanmaya çalışılmaktadır.
Virüslerin bilgisayardaki programları sabote etmesi gibi, insanın ruh programını da sabote eden virüsler vardır. Yalan söylemek, hile yapmak, haksızlık yapmak, saldırganlık gibi çevreye zarar veren her şey, birer virüstür. İnsan beyni, mutlu olduğunda medeniyetin ve her türlü güzelliğin, mutsuz olduğunda ise vahşetin ve her türlü çirkinliğin kaynağı olabilmektedir.
Son yüzyılda, Hıristiyan düşünürler arasında, ruhun ayrı bir cevher olmadığı inancının, özgür irade ve yeniden yaratılış gibi temel Hıristiyan doktrinlerle çelişkili olmadığını savunanların sayısı artmıştır. Batıda son zamanlarda geliştirilen “kişi teorisi”ne göre kişi; aynı cevherin ruh ve madde olarak farklı görünümlerinden ibarettir. Ruh, bu özneden veya benden ayrı değildir. Bu ben, ne tek başına beden, ne de tek başına ruhtur.
Diğer yandan, dine saygılı bir kişi; ‘Allah isterse her şey mümkündür’ inancından hareketle, Allah’ın, yeniden yaratılış da dahil, iki cevherle yapabileceği her şeyi, tek cevherle de gerçekleştirebileceğine inanır. Bu kabulün anlamı ise, dindar bir teolojinin yeniden yaratılışın imkanı için, dualizme ihtiyaç duymaması demektir. Bir dindar açısından Allah isterse; canlılık, düşünme, hissetme ve ahlaki davranma gibi özellikleri, maddi cevherden bağımsız, ayrı bir cevher olan ruhu yaratarak, tüm bunlara imkan vermiş olabilir. Veya, daha işin başında maddi cevheri, kendisiyle “ruh sahibi insan” oluşturabilmesine imkan tanıyan bir potansiyelle yaratmış da olabilir. İlahi kudret açısından mümkün olan farklı alternatifler varsa ve bu şıklardan birisinin seçilmesinin, İlahi hikmete daha uygun olduğunu belirleyemiyorsak, Allah’ın bunlardan hangisini gerçekleştirdiği ile ilgili sorulara “bilemiyoruz” demek, hem tutarlılık, hem de teolojik tavır açısından en uygunu olacaktır. Mahiyeti bilinmezler hakkında en ileri ilim, “bilmiyorum,” kelimesinde ifadesini bulur. Böylesi bir tavır, hem Allah’ın fiillerindeki bütün hikmetler çözülebilirmiş gibi iddialarda bulunmanın yol açabileceği kibirden sakınılmasına; hem de din ve bilim arasında bu konuda çıkartılan çatışmanın, dinen bu şıklardan birinin tercih edilmesinin zaruri olmadığı gösterilerek, çözümlenmesine vesile olabilir. Şurası çok açıktır ki; İslam düşüncesinde yeniden yaratılış, ruhun ölümsüzlüğü sayesinde değil, Allah’ın ilmi ve kudreti ile gerçekleşecektir. “Gökleri ve yeri yaratan, onların bir benzerini yaratmağa kadir değil midir?” Elbette kadirdir!
İdare edenler âlemine “emir veya gayb âlemi”, idare edilenlere ise “halk veya şehadet âlemi” diyoruz. Bedenin ruh namına hareket etmesi, gayb âleminin şehadet âlemine hakimiyetini temsil ediyor. Halk âlemi, en mükemmel şeklini insan bedeninde bulduğu gibi, o bedenin idarecisi olan ve emir âleminden olan ruh da, en mükemmel bir kanun olacaktır. Ruh; hayat sahibi, şuurlu, nurani, maddi bir vücut giymiş, kainatta hüküm süren tüm sıfat ve çeşitliliklerle ilişkili ve onların örneklerini kendinde bulunduran bir kanundur. Eşyayı sevk ve idare eden matematik, fizik, kimya kanunları gibi, ruh dahi bir kanundur ki vazifesi, eşyayı canlı tutmaktır. Diğer kanunlardan farkı, şuurlu, yani kendi varlığının farkında olmasıdır.
Aristoteles, ruhu üçe ayırmaktadır: Bitkilerin büyüyen ruhu, hayvanların hareket eden ve hisseden ruhu ve insanların düşünen ruhu. Bitkisel ruh ilk mertebe, hayvansal ruh ikinci mertebe ve insani ruh son mertebedir. Bitkisel ruh tektir. Hayvani ruh kendinden önceki bitkisel ruha ve kendi ruhuna, insani ruh ise, hem bitkisel, hem hayvansal ruha sahiptir. Bundan ortaya çıkan şudur ki; bitkisel ruh, bir basamak yükseltirerek hayvansal ruha ve hayvani ruh da bir basamak daha yükseltilerek insan ruhuna ulaşılmıştır. Büyüyen ve hisseden ruhlar, bedeni idare etmez. Bunlar ayrılmayacak şekilde madde ile bitişmişlerdir ve bunun için madde ile birlikte yok olurlar. İnsan ruhu ise, gerçek anlamda maddeye bağlı değildir ve beden dağıldıktan sonra da var olmaya devam eder. İşte ölümsüz olan ruh, insan ruhunun bu üçüncü boyutudur.
Ruh kelimesinin esas anlamı “can” demektir. Ruh kelimesi, vücuh ifade eden, yani hakikat ve mecaz olarak birçok anlamda kullanılabilen bir kelimedir. Ruhsuz bir canlılık düşünülemez ama, bir bitkiyle hayvandaki ruh ile, insandaki ruh aynı evsafta değildir. İnsandaki ruh, cezai ehliyeti olan ruhtur ki, bunu Allah özellikle yaratmış olup alim, işitici, görücü gibi birtakım sıfatları vardır. Kendisine iyilik ve kötülük yapma yeteneği verilmiş olduğundan dolayı, sorumluluk ta taşımaktadır. Diğerleri ise, sadece hayat verici bir enerji mahiyetindedir, insandaki ruhun diğer özelliklerine sahip değildir. Hayvanlardaki ruh da bitkilerdeki gibi değildir, daha mütekamildir. Bu sebepten, hayvanların bazı becerileri vardır ve kararlar verip bunları uygulamak üzere harekete geçebilirler.
Ruh; insanın yaratılışı esnasında, melek (Cebrail) tarafından bedene üflenip, ölümü anında meleklerce bedeninden çıkarılıp alınan ve nesneleri algılayıp, insanın yükümlü kılınmasını sağlayan bilici hakikat olarak tanımlanmıştır. İnsanın doğumuyla beraber varlığını gösteren ve yaşanan hayatın içinde gelişebilen ruh programı, Yaratıcı İrade’nin insanoğluna ikramıdır. Allah, insanı düzenli bir şekle sokup, içine adeta, kendi sıfatlarından bir miktarcık aksettiren bir program yüklemiştir. Allah tarafından insana üflendiği söylenen ruhu, bir enerji transferi olarak tanımlamak ta mümkündür. Hayy olan Allah; hayatı, hayatiyeti, canlılığı, Ruh yani Cebrail (A.S) aracılığı ile insanlara vermektedir. Can nefesini Cebrail üflemektedir. Yoksa bizzat Allah’ın, kendi Zatı’ndan bir ruh üflemesi söz konusu olamaz. Öyle olursa insan O’ndan olur ve O olur. Bazı mutasavvıfları yanıltan, belki de bu aracı varlığın unutulmasıdır.
İnsan, bedeni ve ruhu ile, varlık âleminde çok özel bir konumdadır. Varlığının özü olarak ruh temel cevher ise de, bu cevherin olgunlaşması bakımından bedene muhtac oluşu da izahtan varestedir. Vücudun her zerresinde ruh mevcuttur. Özellikle beyin üzerinden düşünsel faaliyetlerimizi, kalb üzerinden de duygusal özelliklerimizi oluşturmaktadır. Ruhun, maddi hislerle idrak edilmesi mümkün değildir. O göz ile görülemez, bir şekli ve sureti de yoktur. Mevlana, bu konuda şöyle diyor: “Hakikatte beden ruhtan, ruh ta bedenden gizli değildir. Fakat ruhu görebilmek için hiç kimseye izin verilmemiştir”.
Ruh, zaman ve mekan kavramlarından uzaktır, hacmi yoktur, tam anlamıyla nuranidir; zaman kaydı da dahil, hiçbir maddesel kayda tabi değildir. Ruh, müşahede âlemindeki varlıkları algılamak için, her zaman vücuttaki organları kullanmaya muhtaç değildir. Mesela; insan rüyada, göz olmadan görür, kulak olmadan işitir, el olmadan tutar, ayaksız yürür, hatta kanatları olmadan uçar, hiç görmediği insanlarla konuşur. Ruh vücuttan ayrılıp seyahat edebilir ve aynı anda birkaç değişik yerde belirip görülebilir.
Seven, sevilen, âşık olan, nefret eden, nefret ettiren, gücenen ve gücendiren, kin besleyen ve intikam almak isteyen, güzel şeylerden hoşlanan ve sevinen, kötü ve çirkin şeylerden hoşlanmayan, üzülen ve tasalanan, duygulanan, etkilenen, etkileyen, mutlu ve mutsuz olan ruhumuzdur. Namus, haya, iffet, iman, sevgi, nefret… hep ruha ait özelliklerdir. Bizi hayatta bir anlam ve amaç aramaya iten şey, insan ruhudur. İnsan ruhu, şuurlu, hür ve kendiliğinden faildir.
Ruhsal gerçeklik, insanın bütün kainatla bağlantı kurmasını sağladığı gibi, kişiye evrendeki bütünlüğün bir parçası olduğunu da hissettirir. Bütün kainata tevhid nazarıyla bakmamızı emreden dinimiz, küçük kainat kabul edilen, hülasa-i kainat addedilen insanı, bu tevhidi bakıştan, bütüncül yaklaşımdan hariç tutmaz.
Ruh, yetenekler kümesidir ve bu kümedeki kimi yetenekler, kişinin kendisi tarafından geliştirilmekte ya da yarım kalmaktadır. Ruhun diğer bir özelliği de, beden sürekli değiştiği halde, ruhun değişmemesidir. Ayrıca, vücutlarımızdaki bütün fizyolojik ve biyokimyasal faaliyetler benzer olmasına rağmen, insanlar arasında akıl, irade, şuur, düşünce ve fikir farklılıkları olmaktadır. İnsan vücudundaki bu garip çelişki; insanın akıl, irade, şuur gibi yeteneklerin kaynağının beden değil, ruh olmasıyla ilişkilidir. İnsan “ben” derken, bilerek veya bilmeyerek ruhunu kastetmektedir. Her 7 yılda bir bütün hücrelerimiz değiştiği halde, yine bizim biz olarak kalmamız ve benliğimizin korunması da ancak ruhun varlığı ile açıklanabilir.
Bazı alimler, filozoflar ve sufiler, ruh ile nefsi aynı varlığın iki adı olarak açıklamışlar, bazıları ise nefs ile ruhu farklı mahiyetler olarak tanımlamışlardır.
Bizim ruh dediğimize, Kur’an-ı Kerim ‘nefs’ demektedir. Nefs; bir kimsenin kendisi veya özü, kişi, şahıs, beden ve can gibi anlamlara gelir. Kur’an-ı Kerim’de nefs; insan, tüm maddi ve manevi unsurlarıyla insanın kendisi, zatı ve özü olarak geçmektedir. Daha doğrusu; ruh da dahil olmak üzere insanın tamamına nefs demektedir. Açık ve gizli, dünyaya ve ahirete bakan duyuları, maddi ve manevi becerileri, arzu, heves ve ihtiyaçları, canı, ruhu, hayatı ve istekleriyle, kişinin bizzat kendisi demektir. Nefs; insanın maddi-manevi sahip olduğu her şeyin bütünüdür, etiyle, canıyla, benliğiyle tamamıdır.
Nefs kelimesinin; nefes almaktan türediği ve nefes alan kişi anlamına geldiği kabul edilmektedir. Kelimenin, enfüs (nefisler, canlar) ve nüfus (insanlar) gibi iki adet çoğul hali de mevcuttur. Kur’an’daki ilgili ayetlerden anlıyoruz ki, nefs, insanın kendisi, insanı insan yapan özdür, takva ve fücur ilham edilen öz, benlik. Nefse, isyanı da, takvayı da, hata yapmayı, aşırı istekleri ve Allah’a itaat etmeyi de öğreten Allah’tır.
Nefs, insanın kendisidir ve mükerremdir. İslâm fıtratıyla doğan her nefis, dünyaya şeref vermiştir. İnsan, iki yönlü bir varlıktır. İmtihan sırrı mucibince iyiye de eğilimlidir, kötüye de. İnsana dışarıdan gelen telkinler; insanların birbirlerine dostâne ve hasmane, sözlü ya da fiili tepkilerinin, insanda makes bulmasıdır. İçimizden gelen telkinler; meleğin iyiye yönlendirici, şeytanınsa saptırıcı telkinleridir. Nefs, tevhid şuuru ve Kur’an ahlakıyla hayat boyu terbiye edilecek, ama buna rağmen, ölüme kadar, imtihan sırrı gereğince fırsat buldukça kötülüğü emretmeye çalışacaktır. Böylece müslüman da, son nefesini verinceye kadar olgunlaşmaya ve derecelerini arttırmaya devam etmiş olacaktır.
Nefs, fiillerinden sorumlu ruh, yani hüküm gününde sorumlu ruh olarak da tanımlanmıştır. Dolayısıyla, insanın, ölünce de ebedi varlığını devam ettiren unsurudur. İslam inancına göre, ruh-beden bütünlüğü bakımından dünya hayatı ile ahiret hayatı arasında bir fark yoktur. Dünya hayatında nasıl ki, her iki unsur birlikte bir bütün teşkil ediyorsa, ahiret hayatı da aynı şekildedir. Ruhlar, sonradan yaratılmış olmakla birlikte, bedenin ölümü ile yok olan varlıklar değillerdir. Allah’ın emri ve izni ile, ölümden sonra semaya kaldırılmakta ve bazılarınca Berzah denen özel bir boyutta, İlahi kontrol altında tutulmaktadırlar. Ruhların, bu boyutta ya azab, ya da nimetler içerisinde kıyamet gününü bekleyecekleri kabul edilir. Yeniden diriliş gününde, yeni şartlara uygun olarak yaratılmış yeni bedenlerine iade edilip diriltileceklerdir.

İnsan

Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen!
Merdüm-i dide-i ekvân olan âdemsin sen! (Şeyh Galip)

İnsanın yaşadığı en önemli meselelerden biri, kendini tanımaması veya yanlış tanımasıdır. Günümüzde, insana ait olan her şey gündemimizde olmasına karşılık, insanın kendisi kayıptır. Rönesans aydınları, insanı yüceltme hedeflerinin evrilerek, sonunda insanın nesneleştirilmeye bile gerek duyulmadığı bir konuma düşeceğini hesab etmişler miydi acaba? Nesne konumunu elde etmiş olsaydı, hiç olmazsa incelenmeye ve irdelenmeye değer bulunurdu. Modern anlayışa göre insan canlı değildir, sadece maddeden ibarettir. Bizim anlayışımızda ise, otlar ve taşlar bile canlıdır! Yeter ki biraz kulak verelim, inanın o zaman bu âlemde varolan her şeyin nefes alıp verdiğini duyabiliriz!
Tıbbın da, felsefenin de ana konusu, insan ve hayattır. İnsan, yaratılanlar zincirinin en son ve kamil halkasını teşkil etmektedir. Bergson’a göre insan; yaratıcı-dinamik-evrimsel sürecin en nadide ürünüyken, diğer yandan bu sürece katkılar yapabilen ve bu süreci kendi hayatı ve özgür keşifleriyle, icatlarıyla, buluşlarıyla şekillendirip, zenginleştirebilen bir varlıktır. Yeryüzünde ne kadar insan yaşıyorsa, o kadar çeşit hayatın varolduğu söylenebilir. Yeryüzündeki canlı-cansız her şey, yeryüzünün hakimi olacak insan için hazır hale getirilmiştir. İnsanın orijini, diğer canlılarla birlikte hayatın orijinine kadar uzanmaktadır. Hayatın orijinini su, insanın orijinini toprak olarak belirten Kur’an, insanı, toprak ve su karışımı olarak görüyor. İnsanoğlu, belirli aşamalardan geçtikten sonra inorganik (elementer) evreden organik (canlı) evreye geçişini yapmıştır. O artık canıyla (ruhuyla) ve eti-kemiğiyle ayrılmaz, tecezzi kabul etmez bir bütündür. Kur’an-ı Kerim’de geçen tüm yaratılış ayetlerinde, insanın çamurdan, yani dünyevi bir hammaddeden yaratıldığı, zaman içinde şekillendirildiği ve en güzel bir kıvama getirildiği belirtilir. Bir kabuk olan bedenimiz; milyarlarca yıl içinde şekillendirilmiş ve en sonunda insana ev sahipliği yapacak kıvama geldiğinde, içine üflenen bir özellik (ruh) sayesinde insan olmakla şereflendirilmiştir.
Râgıb el-İsfahânî’ye göre; varlıklar sıralamasında en üst sırada ruh taşıyan canlılar yer alır, bunlar içerisinde en üstün olanlar ise irâde ve tercih sahipleridir. Tercih sahipleri içinde de en üstün olan canlı, geleceği düşünen ve gelecekte olacaklar hakkında fikir yürütebilen insandır.
Kainatta ilim yapan, bilmediğini öğrenen, öğrenmeye iştiyakı olan ve bu amaçla teşebbüslerde bulunan yegane varlık insandır. İnsan, bilmesi gereken her şeyi bilmesini sağlayacak özel melekeler ile donatılmıştır. İnsan, bildiğini bilir, bilmediğini de bilir ve bilmediklerini öğrenerek bilgisini artırır. Bunlar içinde en çok da; kendisini, ne olduğunu, özünü, zatını ve ben dediği varlığını tanımaya özen gösterir.
İnsan, sadece ânı yaşayan ve onun bilincine sahip bir varlık olmayıp, kendisini diğer varlıklardan ayıran, benlik, kendilik, bireylik ve kişi olmaklık özelliklerine de sahip bir varlıktır. Her birimiz, kainatın kendini arayan birer parçasıyız. Diğer bir deyişle insanoğlu, evrenin öz-farkındalığa, yani bilince ulaşan bir parçasıdır. İnsanı insan yapan özelliklerin başında; kendisini, hayatı, yaratılanları sorgulayabilme ve cevaba ulaşabilme özelliği vardır. Fiziksel ihtiyaçlarımız karşılandıktan sonra dahi bir şeylerin eksik olduğunu hissederiz. Eksikliği duyulan şey “anlam”dır! Gerek Antik çağda, gerek İslam düşünce sisteminde, kozmozun kendi içinde bir anlamı vardır. Bu anlam, insanın kendisine bir ideal koyabilmesidir. Çağımızda eksikliği en fazla hissedilen konu da, bu ideal yokluğudur. Kendimizi dünyanın merkezi olarak görmek kadar, benliğimizi hiçe saymak, değersiz görmek de hastalıklı bir ruh halidir. Zira anlaşılmıştır ki, anlamsız bir hayatta mutluluğu elde etmek mümkün değildir.
Bütün canlılar gibi, organlardan, dokulardan, hücrelerden, proteinlerden ve çok çeşitli organik bileşiklerden meydana geliyoruz. Vücudumuzun yapısı, bedenimizi oluşturan sistem ve organlar, hücrelerimizin bileşimleri diğer canlılarla ortak özellikler taşıyor. Ama, insanın evrensel varoluşta bir farklılığı vardır. İnsanı diğer canlılardan ayıran önemli konulardan birisi de, beynin frontal bölgesinde tespit edilen metakognisyon genleridir (anlamlılık, zaman algısı, yeniliği arama, varoluşun ve ölümün farkında olma). Bu dört genin insanda bulunması, tesadüfi varoluşla açıklanamayacak kadar karmaşık ve girift bir husustur.
İnsan; nefes almak, yemek, içmek, bunların artıklarını dışarı atmak, uyumak, örtünmek gibi birtakım fiziksel ihtiyaçlarla ve ebediyet arzusu, neslini devam ettirme, mülkiyet sahibi olma, kendinden daha güçlü bir varlığa sığınma (tapınma) gibi içgüdülerle hareket eden bir varlıktır. İnsanın bütün davranışları; bu ihtiyaçlarını ve içgüdülerini karşılamaya dönüktür. Bu davranışlar; ya kendisi ile, ya diğer insanlarla, ya da sığındığı varlıkla ilişkili olmaktadır. İhtiyaçlarının karşılanmaması durumunda hayatın devamı imkansızdır, yanlış bir şekilde karşılanması ise çeşitli fiziksel bozukluklara yol açar. İçgüdülerin karşılanamaması veya yanlış karşılanması halinde ise; hayat sona ermemekle birlikte birtakım psikolojik sıkıntılar ortaya çıkmaktadır.
İnsandan söz edilince hatıra ilk gelen, onun bedensel varlığıdır, mahiyeti, psikolojik özellikleri ve ahlâkî yapısı ise ikinci plânda kalmaktadır. Modern tıbbın temel sorunu, spiritüel bir varlık olan insanın, fiziksel bir bedende yaşadığını anlayamaması veya unutmasından kaynaklanıyor. İnsan, o fiziksel bedenin içinde düşünen, hisseden, hislenen, inanan, hayal kuran, rüya gören, tesadüflerden anlamlar çıkaran, mavi boncuk takan, şarkı söyleyen, gülen bir varlıktır.
İnsanı insan yapan şey; ruhuna ve manevi yapısına özen göstermesidir. Aksi takdirde manevi tabiatına aykırı davrandığı için, mutsuz ve eksik olacaktır. Meşhur siyahi tenisçi Arthur Ashe: “Mutluluk insanı tatlı, zorluklar güçlü, başarı ışıltılı, yenilgi mütevazı yapar. Hüzün ise insanı insan yapar” derken ne kadar haklı!
İnsan ruh ve bedenden oluşan bir varlıktır, ruhu ile yukarı âleme, bedeniyle aşağı âleme bağlıdır. Yemek, içmek, düşmanlık etmek, dövüşmek gibi fiillerde diğer canlılarla, özellikle de hayvanlarla ortak iken, ilim ve bilgi tahsili, iyilikleri hedeflemek gibi ruha özgü ayırt etme (temyiz) ve düşünme (fikir) güçlerine ihtiyaç duyan fiillerde ise, meleklerle ortaktır. Bu özelliklerini hangi yönde geliştirebileceği ve kullanabileceği hususu, insanın iradesine bırakılmıştır. Böylelikle, meleklerden üste çıkabilecek veya hayvanlardan da aşağılara inebilecektir. Bu durum, geleneğimizde; yücelerin yücesi (âlâ-yı ılliyyin) ve aşağıların aşağısı (esfel-i sâfilin) olarak tanımlanmaktadır.
İslam kültürü içinde yaşayan insanlarız. Bizim kozmolojimizde varlık hiyerarşisi tastamam olarak, bilebileceğimiz en mükemmel şekliyle kurulmuştur. İnsan da bunun değerini bilecek bir kabiliyette inşa edilmiştir. Kalu bela, Allah’ı idrak edecek şekilde yaratılmış olmamızın sembolik anlatımıdır ve her doğan çocukla bu ayet tekrar tekrar yaşanmaya devam eder. İslam kozmolojisinde; insana bir haysiyet, diğer varlıklara bir değer verildiği, her varlığın bir sınırı olduğu görülmektedir. Allah insanı, kendi güzel isimlerinin manalarıyla var etmek suretiyle yeryüzünde kendisine vekil (halife) kılmıştır. Hiç kuşkusuz, böylesine şerefli bir emaneti yüklenmiş olmanın idrakini her an zinde tutabilmek, insana büyük sorumluluklar yüklemektedir. Her insan potansiyel olarak; eşref-i mahlukat olma şerefine sahiptir ve Allah’ın yeryüzündeki potansiyel halifesidir. Ama bunu fiilen gerçekleştirebilmek herkesin kârı değildir. Aydınlanma çağı ile birlikte, insan-ı kamil düşüncesinden, yeni insan düşüncesine dönülmüştür. Artık insanın mutluluğu; fazilete, erdeme, insanın yaratılışına uygun davranmasına değil, sağlıklı olmasına bağlanmış durumdadır. Ama insan ne sadece moleküler ve biyolojik, ne de sadece psikolojik ve sosyolojik bir varlık. İnsan yükselebilen, düşebilen, güçlü ve zayıf hissedebilen bir varlık. İnsan aynı zamanda ve hepsinden önemlisi müteal bir varlık!
Mükemmel çalışan bir beş duyu, insanın bedeni avantajlarını oluştururken, akıl, irade, hayal gücü, düşünme kabiliyeti gibi hususiyetler, onun ruhi özelliklerini meydana getirmektedir. Şu önemli bir husustur ki, tek başına bedeni özellikleri veya yalnızca ruhi avantajları insana yeterli değildir. Bunlar bir bütün olarak düşünüldüğünde ise, insan mükemmel bir varlık olmaktadır. Bunların birbirinden ayrılması insanın, insan olmaktan çıkması demektir.
İbn-i Sînâ’ya göre; “İnsan madde ve ruhtan müteşekkil bir bütündür. Esas yapı (öz) ruh, beden ise araz’dır. İnsanı diğer canlılardan ayırt eden özellikler; akıl yürütme, kıyas ve temyiz yetenekleridir. İnsan, ruhuyla ve ruhun özellikleri olan aklı, vicdanı ve iradesiyle insandır. İnsan, duyu organlarıyla elde ettiği bilgileri değerlendirip davranışlarını değiştirebilen bir canlıdır. Yüce Yaratıcı, her canlıya ve onun her bir organına, en uygun ve onun tabiatıyla, işleviyle ve şartlarıyla en uyumlu mizacı bahşetmiştir.”
İnsanı araştırmayı üstlenen özel bilimlerin durmadan çoğalması, insana ilişkin düşüncelerimizi aydınlatmaktan çok karıştırmış ve belirsizleştirmiştir. Alexis Carrel’in deyişiyle, “insan, kendi dışındaki dünyaya yöneldiği ve orada kaydettiği gelişme ölçüsünde kendisinden uzaklaşmış ve kendi gerçekliğini unutmuştur.”
Tüm diğer alanlarda olduğu gibi, tıp sahasında da yaşanan aşırı uzmanlaşma yüzünden hekim, bazen insanın bir organizma olduğunu unutacak kadar derinlere dalmış ve insanın bütünlüğü ile bağını kesmiştir. Vücudumuzdaki enzim ve proteinlerin yüzde 80’inin ne işe yaradığını halen bilmiyoruz. Bilmediğimiz bir şeyle uğraşıyoruz ve biliyormuşuz gibi davranıyoruz. Bu, fazla kibirli bir bakış! Bir sürü şeyi aslında çok da iyi bilmediğimizi, bilinmediğini itiraf etmek durumundayız. Belki de insan vücudunu tam olarak anlamamız hiçbir zaman mümkün olmayacak.
Evrimci biyoloji, insanla hayvan arasındaki farkı ortadan kaldırmıştı. Bugün biyoteknoloji ve gen mühendisliğinin yaptığı ise, insanla makine arasındaki sınırı belirsiz hale getirmek olmuştur. Biyoteknoloji, insanı bir parçası bozulduğunda yedeği takılabilen makinelere çevirmeye hizmet ediyor ve insanı insan yapan varlığı, yani ruhu, diğer bir deyişle insanın kudsiyetini göz ardı ediyor.
Etrafımızdaki mükemmellikler ile ilgilenmeye ne vakit bulabildik, ne de onlara hak ettikleri biçimde değer verebildik. Oysaki, farkında olmadığımız ancak maddi hiçbir değer ile kıyas edilemeyecek sayısız güzellik ve özelliğe sahibiz. Aldığımız her nefes, hayata dair bize bahşedilen ikinci bir şanstır! Biri çıkıp; “Bence dünyanın yedi harikası: Bedenimizin kontrol merkezi beynimiz, vücudumuza kan pompalayan kalbimiz, görebilen gözlerimiz, işitebilen kulaklarımız, dokunabilen ellerimiz, hareket eden ayaklarımız, konuşabilmemizi ve tat almamızı sağlayan dilimiz” dese, herhalde çoğu kimse şaşırırdı. Oysaki, dünyanın gerçek harikaları, çoğu zaman önemsizleştirdiğimiz, ama her biri birbirinden değerli mükemmelliklerimizdir.
İnsan hakkında doğru olduğuna inanılan bilgilerin çoğu, ruhun hamallığını yapan vücut hakkındadır. Ruh hakkında ise, çok az bilgiye sahibiz. Esas unutulan ve gözden kaçırılan nokta burası! Ruhun varlığı bilinmeden veya kabul edilmeden, hiçbir iyileştirici müdahale olamayacağı gibi, kendi kendine iyileşmeden ve denge kurulmasından da söz edilemez.
Acaba ruh, herhangi bir şekilde bilgimizin konusu olabilir mi, yoksa o, beşeri bilgi ve idrak vasıtalarıyla mahiyetini bilemeyeceğimiz metafizik bir problem olarak mı görülmelidir?

Hayat

Ana rahminden geldik pazara
Bir kefen aldık döndük mezara (Yunus Emre)

Canlılığı araştırırken, daha önce hiç bir insanoğlunun tecrübe edemediği, tekrarlayamadığı ve ilk oluşumuna şahitlik edemediği; ama aynı zamanda kendisinin varlık sebebi olan bir olayı sorgulamaktayız. İnsanoğlunun, kainat bilimi ve tüm pozitif bilim dallarında elde ettiği başarılar, elbette küçümsenemeyecek büyük başarılardır. Buna rağmen, canlılar âleminden bir canlı olarak insan, kendisinin de kurallarıyla bağlı olduğu canlılık denen hadiseyi tam olarak anlama konusunda yetersizdir. Yıllardır sürdürülen araştırmalara ve günümüzdeki baş döndürücü teknolojik gelişmelere rağmen, halen canlılığın ne olduğu sorusuna tatminkar bir cevap verilememiş olması da bundandır. Sözgelimi, canlılığın maddi dünya dışında bir faili, bir sebebi varsa bile, bugünkü paradigmamız ona bakmayı yasak ettiği veya önemsemediği için, onu görebilmemiz de imkansızdır. Belki de her şeyin ana sebebini, merkezinden çok uzaklarda, yanlış yerlerde arıyoruz!
Canlıların kökeni ve canlılığın tarihsel seyri üzerine yürütülen tartışmalarda zorunlu olarak bilimsel verileri kullanmamız gerekmektedir. Materyalist bakış açısına göre canlılık, yeterli karmaşıklık düzeyine ulaşmış madde parçacıklarının, son derece kompleks ama anlaşılabilir ilişkilerinin doğal bir sonucudur. Yani canlılığın sürdürülebilmesi için ruh gibi metafizik kavramlara veya fizik âlemin ötesinden müdahalelere gerek yoktur. Canlılığın meydana gelebilmesi için bir maddesel çorbanın varlığı yeterlidir; belirli bir süreç içerisinde hayat bu çorbadan kendiliğinden doğar.
Bahçenizdeki bütün taşların, bir sabah toprağın üzerinde adınızı ve soyadınızı yazacak şekilde dizilmiş olduğunu görseniz, hemen bunu “kimin yaptığını” merak edersiniz. Hayatın, kaya ve sulardan meydana gelen bir karışımdan tesadüfen oluşma ihtimali, bir çantada çalkalanan bir yığın harfin Shakespeare’in eserlerini ortaya çıkarma ihtimalinden daha azdır. Tesadüfi varoluşta üç şey açıklanamıyor. Bunlardan birincisi; sembolik düşünce, ikincisi; kavramsal düşünce, üçüncüsü ise; anlamlılık arayışıdır.
Kainat aslında bilgi ve bilginin çeşitli şekillere bürünmesi demektir. Bugün astrofizikçiler arasında, kainatın, hiçlikten, sıfır enerjiden ve maddeden, öncesinde herhangi bir zamanın olmadığı bir anda yaratılmış olduğu düşüncesi, genel kabul görmüştür. Kainat, kuşatan büyük bir enerji, varlıklar ise bu enerji içerisinde birer sinyaldir. Bu bilgiler, kainat eşittir bilgi tezini doğurmaktadır. Kainat muazzam bir bilgi kümesidir ve bu bilgi tüm evrene yayılmaktadır. Maddenin yaratılışı da matematik ifadelerle programlanmıştır; kişi bunları çözdükçe kainatın nasıl yaratıldığını da genel hatlarıyla çözmüş olacaktır.
Kainatın bir başlangıcı olduğu fikri, günümüzde Big Bang (Büyük Patlama) teorisi çerçevesinde ele alınmaktadır. Buna göre; yaklaşık 14 milyar yıl önce ne yıldızlar, ne galaksiler, ne gezegenler ve ne de içerisinde bulunduğumuz evren diye bir şey vardı. Her şey bir hiçlikten ibaretti. Ortada sadece toplu iğne başı kadar, çok küçük hacimde, sonsuza yakın bir kütle ve sonsuza yakın sıcaklıkta bir enerji vardı. Var olan herşey işte o noktadan var oldu.
Kainat, Big Bang ile oluşan tek bir başlangıca sahiptir, sadece bizim evrendeki özel yerimiz değil, evrenin tüm yapıları, bu gezegende hayatı ortaya çıkaracak şekilde, en doğru ve mükemmel yapısal düzenlemelere sahiptir. Tabiattaki bütün temel sabitlerin ortak paydası ve hedefi, biyolojik hayatı oluşturmak olmuştur. Big Bang, kainatın ve tüm kanunların bir başlangıcının olduğunu, evrenin Üstün bir Kudret’in kontrolü altında işletilip muhafaza edildiğini, genişleyen sınırlarıyla sonlu bir yapısı olduğunu, bütün bunların da kudretli, bilinçli, her şeyden haberdar bir Yaratıcı tarafından tasarlandığını ortaya koymaktadır. Büyük Patlama; son derecede zarif, simetrik ve düzgün biçimli bir başlangıca karşılık gelmektedir.
Fizik ötesi tahliller yapabilmek için, fiziksel dünyânın işleyişindeki görkemli inceliği ve sistemi görmek şarttır. Maddenin katılık oranı milyarda bir bile değildir. Kütlesiz, sıfır ağırlıklı foton, kainatın devasa boyutlarını ortaya çıkarmıştır. Varoluşun her parçası, en başta yaratılmış bir alt tabakadan, yani enerjiden oluşmaktadır. Planck boyutları denen ölçeğe ve sınıra inince, kainatın ve zamanın başlangıcına inmiş oluruz. Bu ölçekte uzay ve zaman anlamsızlaşır. Görünen fiziki evren, diğer bir deyişle her şey, Planck ölçeğinde geçersiz olur. Planck ölçeğinin ötesinde fizik yasaları çalışmaz. Planck-altı ölçek, maddeyi ve kainatı oluşturan, ancak madde olmayan “karanlık enerji alanı”dır. Kainâtın %99,999’u, boşluk denen bu enerji alanından oluşur.
Bilim, Big Bang anında ne olduğunu henüz bilmiyor. Dolayısıyla Big Bang‘den öncesi hakkında da henüz hiçbir bilgimiz yok. Büyük Patlama modelinin tam olarak manası ve gereği, yoktan yaratılıştır. Big Bang’ten önce hiçbir şey yoktu. Madde yoktu, enerji yoktu, uzay yoktu, zaman yoktu, mekan yoktu… Zamanın 0 olduğu anı, Allah’ın “ol” emrini verdiği an olarak kabul ediyoruz. Maddenin yaratılmaya başladığı an, zamanın da yaratıldığı andır. Big Bang teorisi, kainatın başlangıçta akıl almaz derecede sıcak olduğunu, bu çok yoğun ve çok sıcak başlangıcın, uzay genişledikçe daha az yoğun ve daha az sıcak bir duruma geçtiğini söylemektedir. Dünyamız da zamanla soğumuş, 3,5 milyar yıl önce yeryüzünde hayatın ilk emaresi olan mikroorganizmalar-yeşil algler görülmeye başlanmıştır. İlk insan da, yaklaşık olarak 40 ile 100 bin yıl kadar önce ortaya çıkmıştır.
Bugün modern fizikte, canlı-cansız madde ayırımı kalkmış gibidir. Bir tek hidrojen atomu, yüzlerce atomu ve elementi, hatta yüz binlerce son derece karmaşık molekülleri oluşturabilecek bilgiye daha baştan sahiptir. Bir tek elektron ve protondan oluşan bu en basit atomun, bu korkunç bilgiye sahip olması, muazzam bir sanat eseridir. Tek hücreden oluşan döllenmiş yumurtada, bir insanın 70-80 yıllık hayatının özet halde bulunması da buna benzetilebilir!
Artık kütle, yoğunlaşmış enerji, enerji ise çözülmüş kütle demektir. Enerjiyi dondurduğumuzda maddeyi, maddeyi ışık hızında harekete geçirdiğimizde enerjiyi elde etmekteyiz. Atomaltı parçacıklar, sadece hareket ediyor değiller, bizzat hareketten ibarettirler. Her iki durum da, aynı mekan-zaman gerçeğinin, farklı iki cephesini oluşturur. Yani, atomaltı parçacıklar mekan açısından “kütleye sahip nesneler” olarak, zaman açısından ise; “enerjiye sahip hareketler” olarak değerlendirilmektedir.
Kainatın başlangıcını oluşturan Büyük Patlama, gördüğümüz pek çok maddenin kaynağı olmasının yanı sıra, aynı zamanda, göremediğimiz maddenin de kaynağıdır. Artı elektrik yüklü parçacıklar maddeyi, eksi elektrik yüklü parçacıklarda anti maddeyi temsil ederler. Gördüğümüz madde, gerçekte varolması gerekenden çok azdır. Modern fizik; maddeye neredeyse “kütlesiz kütle” olarak bakmakta, maddi parçacıkların, uzayda sadece kuvvet alanları sayesinde kütle kazandığını düşünmektedir. Kuantum fiziği, nesnelerin kütlelerini içinde bulundukları alandan aldığını ifade eder. Örneğin; proton, kütlesinin hemen hemen tamamını, protonu oluşturan üç kuarkın kuvvet alanlarının enerjisinden alır.
Bunları uzatabiliriz. Sonuç itibariyle; madde nedir, enerji nedir, hayat nerede başlar ve nerede biter? Canlılığın başladığı sınır neresidir? Atomlara ya da atomaltı parçacıklara kim cansız diyebilir? Artık “zaman”, o eski zaman değil! O da canlandı! Zaman, her daim yeniden yaratılıştır. Yerçekimi, elektromanyetizma, güçlü nükleer ve zayıf nükleer kuvvetlerden oluşan dört temel etkileşmeyi sağlayan ara parçacıklar, sürekli yaratılıp yok edilmektedir. Artık kütleyi bile ışık hızının karesi cinsinden, zamanla tanımlıyoruz.
Akıllı Tasarım; evrenin ve canlıların, doğal seleksiyon gibi modern bilimin kabul ettiği süreçlerle oluşabileceğini, fakat bu süreçlerin zeki ve bilinçli bir Varlık tarafından tasarlandığını iddia eden bir teoridir. Akıllı Tasarım, dine dayanan bir düşünce değildir, ancak dindar insanlar, bu teoriden kendi argümanları için yararlanabilirler.
Kainatın oluşmasındaki sebepler zinciri, her aşaması ve ortaya çıkan madde kümelerinin ve canlı topluluklarının her özelliği, sonsuz boyutlu Yüksek bir Akıl’ın, sonsuz incelikteki planının ince birer ayarıdır. Tüm bilimsel kanıtlar, bize varlıklar-âlemler üstü, sonsuz boyutlu bu Akl’ı ve planlamayı işaret etmektedir. Bu sonsuz boyutlu Üstün Bilinç, hem kainatın fiziksel yapısında, hem de canlı organizmalarda, varlığını ve kudretini açıkça ilan etmektedir. Sayısız âlemlerin, muazzam bir estetik, düzen ve karmaşıklık içeren ilmi, akledenleri o Sonsuz Akıl’a çağırmaktadır.
Modern bilimin verilerinin ortaya çıkarmış olduğu kainat tablosunun bizi ulaştırdığı sonuç, yalnız tabiat kanunlarında müşahade edilen düzen değil, söz konusu bu kanunların oldukça kritik ayarlar ve matematiksel kesinlikler taşımasıdır. Kainat, süper hesaplama yapan bir Entellektüel Güç tarafından yaratılmıştır. Aksi takdirde, bu kadar çok ilgisiz ve imkansız tesadüfün, muhteşem bir şekilde bir arada işleyip, hayatı mümkün kılan bir kainatı meydana getirmesi beklenemezdi. Paul Dirac, “Tanrı üst düzey bir matematikçidir ve evreni yaratırken en ileri düzeyde matematik kullanmıştır” derken bu gerçeği ifade etmektedir. Kainatın tamamını oluşturan atomik düzeydeki parçacıkların her biri ve bunlar arasında varolan olağanüstü derecedeki karmaşık ilişkiler, matematik prensiplere dayalı, dantel gibi örülmüş düzenlemelerin, yasalaşmış örnekleri ile doludur. Bu öylesine ahenkli, öylesine muhteşem ve öylesine harika bir sistemdir ki; burada şans ya da rastlantılara asla yer yoktur. Modern dönemdeki önemli ve saygın pek çok bilim adamı, tabiatın kanunlarını yani tabiattaki tasarımı, Yaratıcı bir Akıl’ın yansımaları olarak görmüşlerdir. Gazâli, “Tabii âlemde varolan her şey, daha üst âlemdeki bir şeyin sembolüdür” derken herhalde bunu kastediyor olsa gerek!
Kainat, bir çeşit çok ince ayarlı, mükemmel bir makinedir. Bilim adamları kainata, karakteristik özünü veren 20 kadar sayıyı, tabiatın 20 temel sabitini tespit etmişlerdir. Kainatın oluşumu için olmazsa olmaz nitelikte olan bu 20 evren sabiti, gerçeğin cüz’i bir kısmıdır. Bu sabitlerin dışında sayısız parametreler sistemi ve sabitler de söz konusudur. Eğer makinedeki ayarlara uygulanan bu değerler, gerekenden çok az farklı olsa, makine, çok farklı bir evren yapısı olarak ortaya çıkacaktır. Örneğin, elektromanyetik kuvvetin değeri çok az artırılsa, atomlar birbirlerini daha fazla iter ve yıldızların parlamasını sağlayan nükleer fırınlar oluşmaz. Yıldızlar, güneşimiz, ezcümle bilinen kainat oluşamaz. Kütle-çekim kuvvetinin gücü, olduğundan daha zayıf olsaydı; madde, bu kuvvetin etkisi ile bir araya gelerek yıldızları, gezegenleri ve galaksileri oluşturamazdı. Daha güçlü olsaydı, kainat, gelişme sürecinin belli bir aşamasında, henüz daha akıllı ve şuurlu bir hayatı oluşturacak şartlar oluşmadan, kendi üstüne çökerek yok olurdu. Temel fiziksel sabitler, elektronun ve protonun yükü veya diğer kuvvetler, zayıf elektromanyetik ve nükleer etkileşimler, ölçülen değerlerinden çok daha az farklı olsaydı; yıldızlar, nükleer tepkimeler yaparak enerji üretemezlerdi. Neticede, yerküre de dahil, gezegenlerde bulunan ağır metaller meydana gelemezdi.
Karanlık madde ve karanlık enerjinin ne olduğunu hala tam olarak bilmiyoruz. Kainatı genişleten karanlık enerji değeri, 10-123 olarak ölçülmüştür. Bu, inanılmaz derecede küçük bir orandır. Karanlık enerjinin, teorik olarak hesabedilen ve tahmin edilen değerinden bu kadar farklı ve küçük olması, akıllara durgunluk vermektedir. Karanlık enerjinin teorik tahminleri ve astronomların yaptıkları ölçme arasındaki bu büyük sapma, bugün bilimin yüzleştiği en büyük gizemlerden birisidir. Karanlık enerjinin bu değerini, sadece 4-5 tane sıfırı paydadan silerek artırırsak, elde edilen bu küçük sayı, evrenimizi kökten değiştirir. Evrendeki her şeyi, o kadar büyük bir hızla parçalar ki; yıldızlar, galaksiler, gezegenler, asla oluşamaz. Bu durum da, hiç varolamayacağımız anlamına gelir. Neden karanlık enerjinin büyüklüğü, tamı tamına kainatımızı oluşturacak değerde acaba? İşte bütün bunlar, son derece hassas bir ince ayarın sonuçlarıdır.
Biyoloji ile ilgilenen hemen herkes bilir ki, canlılık bir bütündür. İnsan, bu koskoca canlılar âleminin saadece, önemli de olsa, minik bir parçasıdır. Karşımızdaki akıl almaz büyüklükteki devasa âlem, mekanik ve yeknesak bir düzeneğin tıkırtılarından ziyade, dev bir orkestranın senfonisini icra etmektedir. Tolstoy, “Hayat, kainat ile bir ilişki içinde olmak demektir. Hayatta rastlanan bütün değişim ve dönüşümler, kişi ile kainat arasında daha yüksek bir ilişkinin kurulmasından ibarettir” diyerek konuyu özetliyor.
Canlı bedenler, ister bitki, ister hayvan, ister insan olsun, son derece karmaşık, farklı düzeylerde çok farklı görüntüler veren, çok düzeyli bir hiyerarşiye sahip karmaşık sistemlerdir. Biyoloji biliminin bize söyleyebildiği en net gerçek, canlı bedenlerde lüzumsuz hiç bir şeyin varolmadığıdır. Canlılardaki bütün sistemler ve bileşenler, organizmanın, yaşadığı çevre şartlarına en iyi şekilde uyum sağlamasına yönelik, son derece dakik ayarlamaların ürünüdür. Canlılar, hayatlarını sürdürebilmek için gereken kimyasalları üretip tüketirken, maksimum veya minimum oranları gözetmezler; onların temel hedefi, optimum noktayı yakalamaktır ve bunu da çok mahir bir şekilde yaparlar.
Kainatın ve hayatın işleyişine bakıldığında, birbiriyle son derece uyum içinde işleyen milyarlarca programın kusursuz bir şekilde işlediği görülmektedir. Hayat, birbirine bağımlı olarak devam eden bir tasarımlar bütünüdür ve son derece karmaşık ve şuurlu bir programlar sarmalı sayesinde sürüp gitmektedir. Kainattaki tüm oluşumlar, yeryüzünde hayatın ortaya çıkabilmesini mümkün kılacak özelliklerde varedilmişlerdir. Diğer bir deyişle; kainatın temel yapı özellikleri, hayata imkan verecek şekilde, mükemmel bir incelikle ayarlanmıştır. Bizim varolabilmemiz için evrenin kütle yoğunluğu, olması gereken kritik değerde tutulmuştur. Kainatın yaratılışından itibaren bütün oluşumlar, insanı ortaya çıkaracak bir tarzda gerçekleştirilmiştir. Burada dikkat çekilmek istenen, kainattaki varlıkların, en küçüğünden en büyüğüne kadar, hayat için tam da olması gereken şekilde varedilmiş olduğu ve evrende gözlemlenen sayısız hassas ayarın, bizi Yüce bir Yaratıcı’nın varlığına ulaştırdığıdır.
Dünyamızın hayata uygunluğu için, çok sayıda etken bir arada bulunmaktadır. Bunların arasında; yerçekimi, elektromanyetizm, güçlü ve zayıf nükleer kuvvetler gibi dört temel kuvvetin göreceli dengesi, kainatın genişleme hızı, süpernovaların frekans ve mesafeleri ile bazı atomların nükleer enerji seviyeleri sayılabilir.
Fizikçi ve astronomlar tarafından, kainatın çok kritik sınırlar içinde yaratıldığı ve insanın sadece bunun gibi bir evrende varolabileceği öngörülmektedir. Bu yaklaşıma göre, insanın evrendeki yeri, çok çok özel bir konumdadır. Bu sonuç, antropik (insancı) ilke olarak isimlendirilmiştir. Antropik ilkeye göre, evreni yürüten yasalar ve sabitler; Planck sabiti, Hubble yasası, Newton’un yerçekimi sabiti, ışık hızı, elektronun yükü vs. öylesine ince bir Akıl ve İlm’in ürünleridir ki, bu yasalarda meydana gelebilecek en küçük değişiklikler, kainatta hayatın oluşumunu imkansız kılar. Bu demek oluyor ki, kainattaki varlığımız, Yüce Yaratıcı’nın planında merkezi bir yer işgal etmektedir.
Antropik ilkeye göre, kainattaki insan ve insan dışı hayatın ortaya çıkması, sayısız ve muazzam karmaşıklıktaki fiziksel ve kimyasal şartlara bağlıdır. Yıldızlardaki karbon üretimi, bütün hayatın sırrıdır. Vücudumuzda bulunan karbon, milyarlarca yıl önce, şu anda çoktan ölmüş bulunan kırmızı dev yıldızların içinde, üçlü alfa süreciyle oluşmuştur. Karbon çekirdeği, üç helyum atomunun birleşmesiyle oluşur. Kainatın en uzak köşesindeki tek bir atomun varlığı ve bunun elektrik yükü hepimizi ilgilendirmektedir. Zira hepimizin hayatı, bu kozmik düzene ve dengeye bağlıdır. Madde-enerji, parçacık-dalga, uzay-zaman o kadar iç içedir ki, sürekli bir hareket, karşılıklı etkileşmeler, harika bir kombinezon halinde sürüp gitmektedir. Artık evrene mekanik bir saat nazarıyla değil, dinamik, şuurlu bir canlı olarak bakılmaktadır.
Dünya, atmosferiyle, ısısıyla, konumuyla, kütlesi ve manyetik alanıyla ve daha pek çok özelliği ile adeta hayat için donatılmıştır. Yani dünya, canlılar için seçilmiş özel bir alandır. Bu alan, Yaratıcı Kudret’in sanatını ve gücünü sergileme alanıdır. Dünyanın içindeki oluşumlar ve özellikle bitkisiyle hayvanıyla tüm canlılar, akıllara durgunluk verecek bir mükemmelliği, üstün bir sanatı ve kudreti göstermektedir.
Karanlık ve soğuk uzay boşluğu içerisinde müthiş bir hızla yol alan, dünya dediğimiz sıcak ve canlı bir yuvanın içerisindeyiz. Bizim için hazırlanmış bu uzay gemisinde, eksikliğini hissettiğimiz hiçbir şey yok. Burada ne aşırı soğukluk, ne de aşırı sıcaklık var. Ilıman ve hoş bir iklim hüküm sürüyor. Yüzyıllar boyunca dinamik bir denge içinde tutulmuş ortalama bir sıcaklık değeri var. Kısacası dünya tam bize göre hazırlanmış bir misafirhanedir.
Bitki olsun hayvan olsun, her canlı türü neticede, yeryüzünde insanın yaşamasına en uygun biyolojik şartları sağlayacak tarzda fonksiyon gören eko-üniteler olarak yaratılmıştır. Kainattaki tüm fiziksel, biyolojik ve kimyasal değerler, insanın varolması için vardırlar. Diğer bir deyişle, kainat insan için vardır. Bu neticeye, antropik ekolojik prensip denmektedir.
Başka bir ifadeyle; kimilerinin sandığı gibi, içinde canlı hayat mümkün kılınan dünyamız, koca kainat içinde önemsiz bir toz zerresi olmayıp, aksine adeta tüm evren, söz konusu toz zerreciğinin varlığını sürdürmesi için yaratılmış gibidir. Kainatın büyüklüğü, insanoğlunun küçüklüğünü göstermekle birlikte, aslında bu devasâ büyüklük, onun varlığına imkan verecek şekilde belirlenmiştir. Diğer bir deyişle; dünyada hayatın ve insanın oluşabilmesi için, kainatın bu yaşa, bu büyüklüğe ve bu kadar fazla boşluğa sahip olmasının gerektiği anlaşılmıştır. Bu durum, bizi o denli mükemmel bir tablo ile karşı karşıya bırakmaktadır ki, bir anlamda koskoca kainat tablosu, adeta bir insan için çizilmiş gibidir.
Hayatı programlayan Yüce Kudret’in asıl amacının, en mükemmel tasarıma sahip bilinçli bir varlığı yaratmak olduğu çok açık bir şekilde ortadadır. Zaten, bu mükemmel tasarıma sahip kainatı, canlı tabiatı ve güzellikleri anlayıp değerlendirecek idrak sahibi ve zeki bir şahit bulunmadan, kainatın bir anlam ve önem taşıması tasavvur edilemez. İnsansız bir evreni anlamlandırmak ve yorumlamak, herhalde hiç de kolay olmazdı! Bu yüzden yaratılış programı, insanın varolmasıyla en yüksek ve mükemmel zirveye ulaşmıştır.
Ernst F. Schumacher’e göre, varlık düzeyleri alttan yukarı doğru sırasıyla; cansız, canlı, şuurlu ve kendisinin farkında olan şeklinde sıralanır. Bitkiler, hayat hamlesinin uyuşukluk eğilimini, hayvanlar içgüdüsünü, insan da zekasını temsil eder. Alt varlık düzeyleri, üst düzeylerle etkileşebilir, onların tezahürlerini algılayabilir, fakat varlıklarını tam olarak kavrayamazlar. Daha da ilginci, bir varlık, ait olduğu varlık düzeyini de tam olarak algılayamaz, zira o varlık düzeyinin kurallarıyla bağlı ve sınırlarıyla da sınırlıdır. Dolayısıyla, bir varlık düzeyini tam olarak anlayabilmek için, daha üst bir varlık düzeyine ait olmak gerekir.
Varlığı yoktan var eden, her şey yokken, yoklukta Var Olan’dır. Nasıl ki, güzel bir resmi yapan ressamı, tablonun içinde aramak boşuna ise, yokluktan varlığı çıkaran Yüce Yaratıcı’yı da varlığın içinde aramak boşunadır. Varlığı algılaması, beş duyu ve bu duyularla geliştirilmiş aletlerle sınırlı olan, zaman ve mekana bağlı, bu yüzden de varlığın dışına çıkamayan insanın, varlığın dışındaki bir şey hakkında gerçek bilgi sahibi olması mümkün görünmemektedir. Bu durumda insan, ancak Yaratıcı’dan varlığa ulaşan etkilere bakarak veya O’ndan gelen bilgilere dayanarak O’nun hakkında akıl yürütüp bilgi sahibi olabilir.
Mensubu bulunduğumuz İslam dini, hayatımız boyunca 3 kitabı dikkatle okumamızı emretmektedir: Vahyedilen Kitap, kainat kitabı ve insan kitabı. Bu 3 kitabı, teferruatlı ve dikkatli bir şekilde, taşıdıkları bütün delilleri (ayetleri) inceden inceye tefekkür etmemizi, akletmemizi, araştırmamızı, incelememizi emrediyor. Kainattaki ilahi (fiziksel) kanunların değişmeyeceğinden hareketle, onları anlama görevi bize verilmiştir. Bilim ne bulursa o Sünnetullah’tır. Bilim, bulduğunu belki bazen yanlış anlar, ama düzeltmek de ancak bilgiyle ve araştırmakla mümkündür. Bilmek için Kur’an’ın bizi yönlendirdiği tek yer, yaratılmış ayetler, yani şu muhteşem kainattır. Bugün insanlığın elindeki, orijinalliği hiç bozulmamış olan tek kutsal metne sahip olan Müslümanların, gerçek bilim ve din hiç çatışmamış olmasına rağmen, bilimsel olanın dinle çatışabileceği yargısından kurtulmaları gerekmektedir.
Türkiye’de ne laiklerimiz ne de dindarlarımız “içeriyi” tanımıyor ve bilmiyor. Batı üzerinden körkütük bir dövüşün içine girmişiz. Onların ihtilaflarına taraf oluyor, tartışmalarını buraya taşıyıp gereksiz yere gerilim yaratıyor, birbirimizi yiyoruz. İnsan herşeyi bir anda bilemez, bilme istidadı yataydır. Yatay gördüğümüzde olayların bir sıralanışı vardır, hadiseler birbirini takip etmektedir. İbn-i Miskeveyh’ten Câhız’a, İbn-i Arabî’den İbn-i Haldun’a, İbn-i Tufeyl’den Erzurumlu İbrâhim Hakkı’ya, Muhammed Abduh’tan Elmalılı Hamdi Yazır’a kadar birçok müslüman alim, Kur’an’dan aldıkları feyz ve bilgi ile; Darwin’den yüzyıllarca önce biyolojik bir tekamül sürecinden, o zamanın bilgi ve bulguları nispetinde bahsetmiş, konunun eksikliklerini kendilerince tamamlamaya çalışmışlardır. Çoğumuzun bildiği İbn-i Tufeyl’in meşhur romanı Hay bin Yakzan, aslında Adem’in yaratılışını anlatmaktadır. Evrim ve inanç kavgasının, aslında İslam toplumuyla hiçbir ilgisi yoktur. Canlıların, insan da dahil, ortak bir atadan türeyerek dünyaya yayılmış olmalarının İslamla hiçbir problemi olmamıştır. Müslümanların evrim teorisine mesafeli duruşları, adı geçen teorinin, teorisyenini bile şaşırtacak bir şekilde, materyalizme ve ateizme malzeme yapılmasından kaynaklanmıştır. Özellikle materyalizme malzeme oluşturmadığı ilk dönemlerde, Hıristiyanlığın ve Museviliğin teolojisi için, evrim teorisi sarsıcı olmakla birlikte, İslam teolojisi ile görünür bir karşıtlığı içermiyordu. Hıristiyan inancına göre, Tanrı olan veya Tanrı’nın suretini taşıyan İsa’nın, bir başka canlıdan, hele de maymundan meydana geldiğini kabul edebilmek pek kolay olmasa gerek! Biz Batı’dan her şeyi hazır alıyoruz. Kullandığımız elektronik cihazlar gibi, evrim-inanç kavgasını da Batı’dan hazır aldık. Evrim teorisini bazı materyalist bilim adamlarının istismar ediyor oluşu, bu teoriye büsbütün sırt çevirmemizi gerektirmez. Her yönü ile olmasa da, biyolojik evrim teorisinin birçok yönü, İslam dünyası için bir tehlike değil, aksine, araştırma ve gelişme için itici bir güç bile olabilir.
Bilim adamı ile bilim ayrılmalıdır. Elbette bir sonraki, bir öncekinden istifade edecek, bir öncekinin bilgisi, bir sonrakinin bilgi birikimini oluşturacaktır. Ehl-i sünnet kelamcılarına göre, Allah Teala bütün türleri birden ve ayrı ayrı yaratmıştır. Fosil bilimcilerinin yaptıkları araştırmalar da, canlılığın aniden mükemmel bir şekilde meydana geldiğini göstermektedir. Türler arasında evrimleşme yoluyla geçişler yoktur, ama türlerin kendi içlerinde tekamül olabilmektedir. Eğer tesadüfi varoluşu değil de, tasarımsal varoluşu kabul ederse, biyolojik evrimin ilahi öğretilere ters düşmediğini söyleyen görüşler de vardır. Evrim, canlılık adına olup bitenleri tarif ve açıklama çabasıdır. Bu açıklamanın en başına “Allah böyle yarattı” parantezini açtığınızda her şey gayet İslami ve Kur’ani oluverir. Bir müslüman için önemli olan, canlıların neden yaratıldığı ve mevcut haline nasıl ulaştığı değil, tüm bu varlığı yaratanın Allah olduğunun kabul edilmesidir. Dolayısıyla, bu cansız maddeden canı Var Eden, onu çeşitlendirip dallandırarak bir tekamül süreciyle terbiye etmeyi ve neticede insanı da bu kökten (topraktan, çamurdan) yaratmayı dilemiştir. Faraza, insan ve maymunun ortak bir atadan geldiği iddiasını ispat eden deliller bulunsa, bu durum haşa, Allah’ın yokluğunu değil, sadece yaratma sanatında nasıl bir yol izlediğini ortaya koyar. Özetlersek; önce kainat yaratıldı. Çok uzun bir süre boyunca insan ortada yoktu. Sonra dünya yaratıldı ve insanın oluşumu için gerekli süreç başlatıldı. Önce bitkiler, sonra hayvanlar, en sonunda da insan devreye alındı. Yaratma işleminin evrimsel bir süreç üzerinden gerçekleştiğini kabul edersek dinle bilim üst üste çakışır.
Vücudumuzda muazzam bir iç denge ve işleyişi kontrol mekanizması çalışmaktadır. Tüm organlarımız, sahip oldukları mükemmel kabiliyet ve işlevsellik sayesinde, biyolojik hayatımızın devâm etmesini sağlamakta; bunu yaparken de, tıpkı dinleyenleri hayran bırakan, büyük bir uyum içinde, birlikte hareket eden eşsiz bir orkestra edasıyla işlemektedir. Hayat boyu maruz kalabileceğimiz her türlü tehlikeye karşı, muhteşem bir savunma sistemi ile korunmaktayız. Hayat çok değerli bir bağıştır. Her gün dolulukla, merakla, hayret ve haşyetle yaşanması gereken büyük bir şölendir!
Bugün, en basit canlılara, mesela; sıradan bir hücreye, bir bakteriye, bir virüse baktığımızda hayretler içinde kalmaktayız. 20 kadar aminoasit, 5 nükleotid ve bir kaç basit şekerin (monosakkarit) bir araya gelmesiyle; nükleik asit, protein ve polisakkarit gibi moleküllerin oluştuğunu görüyoruz. Bu moleküllerin mükemmel bir organizasyonuyla, organeller (hücre içi birimler) ve hücreler meydana gelir. Vücudumuzda, en az 100 trilyon hücre vardır. Bu hücrelerden, her saniye 300.000 tânesi programlı bir şekilde ölmekte, yerlerine yeni hücreler geçmekte; yeni gelenler, eskilerini aratmayacak şekilde, devir aldıkları tüm görevleri ve işlevleri aynen sürdürmektedirler.
23 kromozomlu bir sperm hücresi ile 23 kromozomlu bir yumurta hücresi birleşerek, bir insanı oluşturacak olan o ilk hücreyi ortaya çıkarırlar. Bu tek hücrede, oluşacak olan canlının bütün hayatı (cinsiyeti, boyu, posu, parmak izleri, ten rengi, saç rengi, göz rengi, geçirebileceği hastalıklar, karakteri, ömrü, bir anlamda kaderi…) kayıtlıdır.
Hücreleri; enerji merkezleri (mitokondriler), yönetim merkezleri (anayasası DNA olan çekirdek) ve sindirim merkezleri (lizozomlar) gibi temel öğeleri olan ve sınırları içinde birçok etkinliğin yapıldığı şehirlere benzetebiliriz. Tabii ki, en modern şehirler bile bu hücrelerin yanında çok ilkel kalmaya mahkumdur.
Genetik bilgilerimizi içeren kromozomların bulunduğu hücre çekirdeği; milimetrenin yüzde biri çapındadır. Hücrenin karakutusu olan DNA; enformasyonun, kendini kopyalamanın, üremenin ve cinsiyetin temsilcisidir ki, biyologlar buna genotip derler. DNA molekülleri sarmal şeklinde kıvrılmış iki zincirden oluşmuştur, yani çift sarmaldır. Kendi kendini kopyalayarak çoğalan DNA, hayatımıza yön veren, bütün organlarımızın oluşmasını sağlayan en önemli yapı, bedenimizin bilgisayar programı ve hafızasıdır. Bir DNA molekülü, yaklaşık olarak 3.2 milyar harften oluşmakta olup, bu harflerin takriben 250 milyonu (%8.2’si) kullanılmaktadır. Geri kalan kısmın önemi ve fonksiyonu henüz bilinmiyor. Kromozomlardaki DNA molekülleri uç uca eklense, iki metre uzunluğunda bir zincir elde edilir. Başka bir ifadeyle, çekirdek, kendi çapından iki yüz bin kat daha uzun olan DNA sarmalını, çok rahat bir şekilde içine sığdırabilir. DNA’nın diğer bir özelliği de, kendi kendini kopyalayabilmesidir. Bu öyle olağanüstü bir kopyalama işlemidir ki, akıl sır erdirmek mümkün değil! Tek bir DNA molekülümüzde, tam bir milyon ansiklopedi sayfasını (ortalama 1000 kitap) dolduracak miktarda bilgi bulunduğunu, yani her bir hücrenin çekirdeğinde, insan vücudunun işlevlerini kontrol etmeye yarayan, bir milyon sayfalık bir ansiklopedinin içerebileceği miktarda bilginin kodlanmış olduğunu düşünün. Kainatta DNA molekülünden daha fazla bilgiyi, daha verimli bir şekilde depolayan ve işleyen başka bir yapı yoktur.
DNA ve genlerin esas amacı proteinleri oluşturmaktır. DNA’da bulunan dört harfli hayat kodu ile yazılmış genlerimiz, 20 kadar aminoasidi uygun sıralarla birleştirebilmek ve proteinlerimizi üretebilmek için, her bir harfi yerli yerinde olması gereken milyarlarca harfe ve milyonlarca cümleye sahiptir. Vücudumuzu oluşturan en önemli malzeme, proteindir. Her bir hücre binlerce farklı proteine sahiptir. Diğer yapı maddelerimiz; su, tuzlar, vitaminler, metaller, karbonhidratlar ve yağlar, proteinlere destek olmak üzere bulunurlar. Proteinler ve genler arasında çift yönlü bir etkileşim vardır. Protein; kimyayı, yaşamayı, nefes almayı, metabolizmayı ve davranışı simgeler ve biyologlar buna fenotip derler.
Vücutta asıl işi proteinler yapar. Protein moleküllerini; vücudumuzda, yürümek, görmek, işitmek, kalbin atışı, sindirim, solunum, atıkların uzaklaştırılması gibi her işin üstesinden gelen ustalara benzetebiliriz. Enzimler, kimyasal reaksiyonları kontrol eder, hormonlar sinyalleri taşır, antikorlar mikroplarla savaşır, hemoglobin oksijen taşır… Protein sentezi için, 20 farklı amino asit kullanılır. Vücudumuz; yaklaşık olarak 150 oktilyon (150.000.000.000.000.000.000) adet aminoasidi dikkatle organize ederek; yapılandırılmış proteinleri oluşturur. Bu her gün, her dakika, her saniye yeniden gerçekleşir. Bir örnek vermek gerekirse; hemoglobin, 574 tane amino asidin arka arkaya gelmesi sonucunda oluşur. Bir insanda 60 oktilyon civarında hemoglobin molekülü bulunur.
Bakteri yahut mikrop deyince aklımıza genellikle hastalık yapan, gözle görülmeyen, minicik düşmanlar gelir. Halbuki genel olarak mikroorganizma dediğimiz bu canlılar, bütün çeşitlilikleri ile hayatın devamını sağlayan en önemli unsurlardandır. İnsan vücudunda kendi hücrelerinin 10 katından fazla bakteri bulunur. Yetişkin bir insanın bağırsaklarında ortalama 500 farklı tür bakteri yaşar. Son yıllarda yapılan çalışmalar, bakteri ve diğer mikroorganizmaların; beslenme, sindirim, emilim, immüniteye katkı gibi iyi bilinen fonksiyonları yanında, ruh sağlığımız ile de doğrudan ilişkili olabileceğini göstermektedir.
Bakteri hücreleri oldukça küçük olmalarına rağmen, her biri sahip oldukları etki itibariyle, eşsiz bir şekilde tasarlanmış ve içinde binlerce karmaşık moleküler mekanizma barındıran mikro minyatür bir fabrika gibidir. 100 milyar civarında atomdan oluşan bu fabrika, insanoğlu tarafından üretilmiş olan bütün makinelerden daha kompleks olup, cansızlar dünyasında da bir benzeri bulunmamaktadır.
Bir yönüyle canlı, diğer yönüyle cansız olarak kabul edilen virüsler ise, en basit canlı türlerinden bile daha basit bir yapıya sahiptir. Tek bir hücreden oluşan bakterilere karşılık, virüslerin vücudu bir hücreden bile oluşmaz. Hücreyi oluşturan temel yapıtaşlarının yalnızca üç tanesinin (protein, enzim ve nükleik asitler) kompleks bir yapı oluşturmasıyla meydana gelmişlerdir. Bakteriler, besin ve diğer hayati moleküllerin yokluğunda hayatlarını kaybederken, virüslerin ölmesi diye bir durum söz konusu değildir. Az sayıda molekül grubundan oluşan virüslerin, bir hedef hücreye girip onu emri altına alma gibi son derecede kompleks işleri başarmaları karşısında hayrete ve haşyete düşmemek mümkün değil!
Bu listeyi çok daha fazla uzatmak mümkündür. Kısacası; inanmak, inanmamaya göre çok daha akılcı, rasyonel, mantıki ve vicdanidir. Ama biz sözü fazla çoğaltmadan, bir yönüyle yeryüzündeki yaklaşık 10 milyon türden bir tür (homo sapiens, düşünen insan), diğer yandan canlılık ağacının en mükemmel meyvesi (zübde-i âlem, âlem’in özü) olan insana geçelim.

Tıp felsefesi

Melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz (Ahmed Haşim)

İnsanlık tarihi boyunca kainat, insan, tıp, felsefe ve manevi değerler arasında hep bir yakınlık olagelmiştir. Eski Mısır’da, sağlık bilgi ve uygulamalarının merkezi konumunda olan “Tebb” şehrinden adını alan tıp, ilk insanla birlikte varolan ve tarih boyunca kutsal kabul edilen bir özelliğe sahiptir. İnsanlığın ilk dönemlerinden beri hastalık ve şifa ilahi kaynaklı kabul edildiği için, doktorlara da bir nevi kutsallık veya ruhani güçler atfedilmiştir.
Tıp genellikle; hastalıkları önleme, teşhis ve tedavi bilim ve san’atıdır, şeklinde tanımlanır. Tıp aynı zamanda, bir yönüyle de insanlarla ilgilenme san’atıdır. Bu mesleği icra eden seçkin kişilere; tabip, hekim, doktor gibi özel sıfatlar verilmiştir.
İbn-i Sînâ: “Tıp, insan vücûdunun sağlık ve hastalık durumunu, onu sağlıklı durumda koruma ve sağlığını kaybettiğinde tekrar nasıl kazanacağı konularını ele alan bilimdir” şeklinde bir tanımlama yapmaktadır.
Hikmet kökünden gelen hekim kelimesi, “doğru ve yanlışı bilgece birbirinden ayırabilen” anlamına gelen bir sıfattır. Hakîm (filozof), makrokozmoz olan kainatı, hekim ise mikrokozmoz olan insanı araştırır, onun künhüne varmak ister. Gerçek hekim, sadece bir şifa vasıtası olabilir. Bunun için de, akıllı ve erdem sahibi olmalıdır.
Batı zihniyetinin felsefi temeli olan aydınlanma, insan ile alemi birbirinden kesin çizgilerle ayırmıştır. Böylelikle, tıp-felsefe bütünlüğü bırakılıp, tıp-fizik-kimya doğrultusu tercih edilerek, insan ruh ve beden boyutlarından soyutlanmıştır. Aydınlanma öncesi dönemlerde, insan ile âlem arasındaki ilişki, daha çok insanın âlem ile barışık ve birleşik bir hayat sürmesi sonucunu doğurmuşken, aydınlanma sonrası modern düşünce, tabiatı insana tabi kılmıştır. Âlemin bir parçası olan insan, böyle yapmakla kendisine de yabancılaşmış oldu.
Felsefi anlamda tabiata hakim olma duygusu, sosyolojik olarak insanlar üzerinde iktidar sahibi olmayı da beraberinde getirir. Günümüzde, küresel ölçekte hakimiyet iddiasında bulunan, hatta bu iddiasını büyük oranda gerçekleştiren modern Batı tıbbının sorgulanması zorunlu hale gelmiştir. Tıp adamları, pozitivizmin insana sadece kuru bir akılcılıkla bakan tek yönlü anlayışından vazgeçerek, insanı; duygu, düşünce ve ilgileri ile birlikte bir bütün olarak ele almalıdır.
Modern tıp, kaynak aldığı pozitivist dünya görüşüne tamamen uygundur, metodolojik olarak da indirgemecidir. Kabullenilmesi gereken nokta, tıp ve teknolojik ilerlemenin aynı şey olmadığıdır. Tıbbın günümüzde vardığı nokta, modern tıp değil, tıp endüstrisidir. Bugün tıbbın hangi alanına bakarsak bakalım, Batı’nın söyleyebileceği yeni bir şey yoktur. Tıp, bu çıkmazdan kurtulmak istiyorsa bakış açısını değiştirmek zorundadır.
Bilim alanında son 50 yıldaki gelişmelerden en az pay alanı, sanılanın aksine tıptır. Tıp, bugün vardığı noktada, insan vücudunun nasıl çalıştığına dair, çok az yeni şey söyleyebilmekte, hastalıkların nasıl ortaya çıktığı sorusuna doyurucu bir açıklama getirememektedir. Modern tıp, hastalığın esas sebebini değil, hastalık oluştuktan sonraki işleyişini merak eder.
Modern tıp, insanın dokulardan, organlardan ve sıvılardan müteşekkil olduğunu bilmektedir ama, şuur nedir, düşünme nedir, akıl nedir, ruh nedir, hayat nedir, ölüm nedir, sorularını bilir görünmemektedir! Tıp; insan denen varlığı bütün yönleriyle tanıyarak, beşeri ve tabii bilimlerin bütün çeşitleri ile dirsek temâsı kurarak oluşturacağı bir tıp felsefesi ile bu sorulara ve sorunlara cevap verebilecektir.
Tıbbın bir ana fikri yok, temel olarak yok! Yani nesnesiyle ilgili bir felsefesi yok. Bu felsefe meselesi, önemli bir mesele! Bugünün tıp felsefesinde, sağlık hizmetlerinin sunulmasında fikir birliğine varılamamış; “doktor”, “hasta”, “kanıt”, “müşteri”, “anlaşma”, “sözleşme”, “ortaklık”, “akrabalık”, “komşuluk”, “onam”… merkezli bakış açıları, belirgin bir karmaşaya yol açmıştır.
Tıp fakültelerinde, bilim kisvesi altında tek tipçi bir eğitim verilmektedir. Hekim adaylarına bilim felsefesi eğitimi verilmediği için, gerçekte bilimin ne olduğu sorusu da boşlukta kalmaktadır! Yapılan şeye bilim denmekte ve onun dışındaki her şey de bilim dışı olarak yaftalanmaktadır!
Günümüz tıp eğitiminin, hastalarıyla iletişim sağlayamayan, insanının dilinden anlamayan, toplumunun önceliklerini bilmeyen, tedavinin geleneksel ve yerel kodlarından habersiz bir tabip nesli yetiştirmek dışında, çok kayda değer bir başarısından söz etmemiz mümkün değildir. Sağlıklı yaşamayı bir kaç beslenme rejimine indirgemekte, ölümü unutmakta ve canın kıymetini bilmemekte bir sakınca görmeyen yüzlerce genç insan, artık bizleri tedavi etmek üzere diploma almaya hazırdır!
Bu noktadaki en tehlikeli şeylerden birisi de, müşteri merkezli bir hasta anlayışının kabul edilmesidir. Birçok sektörde olduğu gibi sağlıkta da Copernic devrimi oldu. Yani, hasta (müşteri) odaklı bir yaklaşım benimsendi. Doğrudan telaffuz edilmese de, çağdaş sağlık sistemleri içinde “sağlık, doktorlara bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir” anlayışının yerleştiği görülüyor. Tıbba ve doktorlara taşıyabileceklerinden fazla sorumluluk yükleniyor. Doktorlara da yazık, bu sektöre de!
İnsanoğlu bugün, tıbbi bilgi üretmede son derecede ileri bir kapasiteye sahipken, hakkında emin olunan bilgi artmıyor ve sağlık daha iyiye gitmiyor. Aksine bu gelişmeler beraberinde cevap bekleyen yeni sorular, daha hasta nesiller ve ahlaki endişeler getiriyor.
Bilimin son elli yılındaki derinliksiz gelişmeler, bize insanın ve diğer canlıların sadece yapı taşlarının ne olduğunu anlama şansını verdi. Büyük umutlarla başlanan İnsan Genom Projesi bitince, milyonlarca protein çeşitliliğine karşılık, insanda sadece 22.000 civarında gen bulunduğu ve protein kodlamada kullanılan genlerin, mevcudun sadece %2’si kadar olduğu keşfedildi. Bilim camiası, toplam gen sayısı ve protein çeşitliliği arasındaki bu orantısızlığı henüz açıklayamadı.
Bir çok eski kültürde; yaşam enerjisi, derin düşünce biçimleri (meditasyon ve dua), duygular, sezgiler, hayal gücü, irade ve benzeri birçok ruhsal faktör, insan sağlığını korumak ve hastalıkları tedavi etmek için başarıyla kullanılmıştır ve halen de kullanılmaktadır.
Holistik (bütüncül) tıp; çevreyi ve çevrenin insanlar üzerindeki etkilerini de hesaba katarak, optimum iyilik hali için beden ve aklın çevreyle uyum içinde olmasını isteyen antik tıp görüşünü devam ettirmektedir. Holistik model, hekimi bir müdahaleci olmaktan çok, bir eğitimci rolü üstlenerek, hastanın içindeki iyileştirici güçleri harekete geçirecek şekilde davranmaya teşvik eder.
Bugünkü tıbbın, yıllara hayat ekleyen değil, hayata yıllar ekleyen bir tasavvuru vardır. Tıbbın, insanları daha uzun yaşatmak gibi bir amacı var mıdır? Daha uzun yaşamak bir erdem midir? Önemli olan, kısa fakat sağlıklı bir hayat mı, yoksa uzun ve eziyetli bir hayat mıdır? Aslında mutluluk ve sağlık çok kolay elde edilebilir olgulardır. Mutlu olmak problemsiz bir hayat demek değildir. Çoğu zaman şikayet ettiğimiz çeşitli bedensel acılar ve ağrılarımız dahi, esasen vücudumuzda doğru gitmeyen bir şeylerin olduğunu anlamamız için mucizevi belirtiler değil midir?
İnsana bilgiden çok bilgelik lazımdır. Bilgelikle birleşmeyen bilgi tehlikelidir. Her hekim, insanı doğru tanıyacak derecede bir felsefi sorgulama kapasitesine sahip olmalıdır. Felsefesi olmayan, hikmetin uzağına düşmüş bir tıp bilgisi felaketlere yol açar. Zaten açmakta da! Hekimler hastayı tanır, hakîmler ise insanı! Hekim, hakîm olmalı ki insanın iskeletini tanıdığı kadar, onun özünü de tanısın. Hastasının klinik verilerine atfettiği değer kadar, bakışlarındaki hüzne de değer atfetsin! Kimbilir bir gün o hüzünlü bakışlarda kendi özünü, insanın özünü, tıbbın özünü, hikmetin özünü de görebilir. İnsanımız, reçeteye uzanmadan önce hastasının gözlerinin içine bakan, ona dokunan, onu fark eden doktorlarla muhatap olmayı hasretle bekliyor!
Bir doktoru “hekim” yapacak özellikler nelerdir? Bir kere alim olacak, hikmet sevdalısı olacak, feraset sahibi olacak, insanı kainatın merkezine koyacak, kendisini insan canına ve bedenine müdahale etme yetkisiyle donatan mesleğini canından aziz bilecek, ilmin izzetini her şeyden üstün tutacak.
Doktor hayatla, canla, ölümle en yakın ilişki içerisindeki meslek sahiplerinden birisidir. Hekim için laboratuvar ve görüntüleme tekniklerinden daha önemlisi; hastaya dokunma, onu dinleme ve anlamaya çalışmaktır. Hekim hiçbir zaman bir insanı makina olarak göremez, vefat eden hastasına da eks oldu diyerek yabancılaşamaz. Hastalıklarla değil hastalarla uğraşır. Hastası için ilk yaptığı şey, ona moral vermek ve dua etmektir. Hipokrat, “hekimin görevi hastayı nadiren iyileştirmek, çok kere ağrısını gidermek, fakat her zaman için teselli etmektir” derken, herhalde bunu kastediyordu. Eğer ortada tıp ahlakı yoksa, tıp tedavi etmez, hasta eder, diriltmez, öldürür!
Tabiplerimizi hekimlere dönüştürebilmek için, onlara insanı olduğu gibi, her yönüyle tanıtabilmemiz lazım. Onlara yaşamın ve ölümün, hastalık ve sağlığın, iyinin ve kötünün, aynen gece ve gündüz gibi, tabii düzenin tabii birer parçası olduğunu, düşman olmadıklarını anlatabilmemiz lazım. Hekimin işinin; hastayı iyileştirmekten ziyade, sağlıklı bir hayat sürdürmesine katkı sağlamak olduğunu ve sağlığın sadece yenilen-içilen şeylerle ilgili olmadığını anlatabilmemiz lâzım.
İnsanı tabiatıyla birlikte algılayabilen, ona bu koskoca evrenin bir misali gözüyle bakabilen ve insanı her şeyiyle mesleğinin merkezine oturtabilen bir tabip, gerçek anlamda bir hekimdir. Daha entellektüel, daha az teknik, tekniği çok iyi kullanan, ama daha az teknik düşünen bir hekim profilinin, birçok konuda, özellikle etik problemlerin çözülmesinde, hasta doktor ilişkilerinde, bedene yaklaşım tarzında çok önemli olduğu göz ardı edilmemelidir.
Bir medeniyetin, kendi dünya görüşüne dayalı dinamik bir sağlık sistemi ve tababeti olmadan yaşayabilmesi, fiziksel, psikolojik ve bilimsel olarak mümkün değildir. İslam tıbbı kendisini ticari bir meta olarak değil, topluma karşı ifa edilmesi gereken dini bir sorumluluk olarak tanımlar. Müslümanlar için tıpta çağdaş mesele, kendi zihniyet, felsefe ve anlayışlarına uygun bir sistem oluşturmaktır. Elbette Batı’da elde edilen tıbbi birikimden, tıpkı seleflerimizin kadim tıbbi mirasdan faydalandıkları gibi, biz de faydalanacağız. Ancak bunu, İslami karakterli tabiat-insan ilimlerimizin mantığını, felsefesini ihya edip, bunun üzerinden neyi alıp neyi reddedeceğimize karar vererek yapmak durumundayız.

 

Felsefe

Usûl erkan bilmez nâdân elinden
Usûl ağlar, erkan ağlar, yol ağlar (Şah Hatâyi)

İnsanoğlu, etrafında olup bitenleri anlamaya, merakını gidermeye, kainat ve hayatın anlamını sorgulamaya, varoluşundan beri hep ihtiyaç duymuştur.
Felsefe; hayatın sorgulanması, görüntülerden ziyade, eşyanın hakikatinin ve olayların perde arkasının irdelenmesi, diğer bir deyişle; kainatı kavramaya ve anlamaya yönelmiş zihni faaliyetler bütünü olarak tanımlanabilir. Sokrates: “Sorgulanmamış bir hayat, yaşanmaya değmez!” diyerek aslında konuyu özetlemiş olmaktadır.
Felsefe; “Evrenin kaynağı nedir, yapısı ve şekli nasıldır?” sorusu yanında, “Ben kimim, insanın mahiyeti ve anlamı nedir? Nereden geldik, nereye gidiyoruz?” gibi sorulara cevap bulmaya çalışır. Bunu yaparken de; eleştirel olmaya, sistemli düşünmeye ve hepsinden önemlisi, olaylara bütünsel bir tarzda bakmaya özen gösterir.
Felsefe; varlık nedir, dışımızda bir evren var mıdır, varsa nasıldır, ruh nedir ve beden ile ilişkisi nasıl açıklanabilir, âlemin bir yaratıcısı var mıdır, varsa bu yaratıcının varlığını kavrayabilir miyiz, bilgi nedir, kaynağı nedir ve neyi bilebiliriz sorularını da araştırır.
Genellikle hükema sıfatıyla anılan İslam filozofları, felsefeyi; “insanın gücü nispetinde, varlığın varlık olma hasebiyle araştırılması” şeklinde tanımlarlar. Bunların en başta gelenlerinden İbn-i Sînâ, “Felsefe, bilgiye duyulan ve hiç bitmeyen bir sevgidir” der.
Kainatın varoluşu, sadece fizik kanunları ile açıklanamamakta, metafiziksel bir izahı da gerektirmektedir. Yaşadığımız evren; biz Müslümanlara göre Yüce Yaratıcı’nın “ol (kün)” emriyle, ateistlere göre tesadüfen, agnostiklere göre ise bilemeyeceğimiz bir sebeple oluşmaya başladı. Evrenimizden önce de, ebedi ve ezeli metafizik bir Güc’ün varolduğu, çoğunlukla kabul edilen bir gerçektir.
Kainat, bir düşüncenin, diğer bir deyişle metafizik olanın fiziksel ifadesidir. Eğer evren bir fikrin ifadesiyse, beyin, bu fikrin sinyallerini almaya ayarlanmış tek anten, metafizik gerçeklikle aramızdaki yegane bağ olabilir. Yaratıcı hakkındaki her şey, fiziksel yaratılışın içinde gizlenmiştir ve zamanı gelince bu gerçeklik bulunacaktır. İslam’da bilginin, dünya ve ahiret mutluluğunu sağlayan bir fonksiyonu vardır. Sadece kalbimiz değil, aklımız da ikna olsun ve yatışsın diye bilim ve felsefe bilmeliyiz. Bu husus, Kur’an’ın bizden en önemli beklentilerindendir.
İslam âleminin bugünkü durumunun en öncelikli sebeplerinden biri de, aklın terk edilmesidir. Akıl, Allah’ın bir ayetidir. Allah, akıl ayetini, indirdiği ayetler yani vahiy ile ve
evrende yarattığı ayetler yani bilim ile uyumlu kılmıştır. Yaratılışımıza kodlamış olduğu bilgi
ve din ayetlerini hatırlatmak için bize vahiy ayetlerini bildirmiştir.
Hikmet… Yitik malımız! Onu bir türlü sahiplenemedik. Kendimiz harmanlayıp, kendimiz şekil verip kendi doğrularımızı oluşturamadık. Halbuki kendi alt yapımıza sahip olabilsek, geri de kalmış olsak ‘hikmet bizim malımız’ deyip, günümüz bilimini de yavaş yavaş sindirir, hazmeder, ona yetişir ve de artık kendimiz yönlendirir hale getirebilirdik.
Felsefe ve bilim ile dinin hiçbir yanı çelişmez. Allah’ın emir ve yasaklarından oluşan gerçek din ile, yine Allah tarafından yaratılan kainat kanunları arasında herhangi bir tenakuzun varlığından söz edilemez. Böyle bir durumda, ya din anlayışımızda, ya da bilimsel yöntemimizde bir arıza var demektir.
Vahye uzak duran ve sahih bilgi kaynaklarından kendini soyutlayan kişiler tarafından yapılan insanı tanımlamaya yönelik felsefi araştırmalar ve üretilen fikirler, konuyu açıklığa kavuşturmak yerine tam bir kargaşaya sürüklemiştir. Bilimlerin felsefeden ayrılmalarını sağlayan ana nedenlerden birisi, Descartes’den sonra, tabiata sorulacak olan temel sorunun “neden” ve “niçin” değil, “nasıl” sorusu olmasıdır. Çünkü “neden” ve “niçin” sorularının nihai hedefi, eşyanın tekil niteliklerini öğrenmek değil, onun künhüne vakıf olmaktır ki, bu sorular da ancak felsefe tarafından sorulabilir.
Bugünün genel geçer felsefesi; “düşünüyorum, öyleyse varım!” yerine “tüketiyorum, öyleyse varım!” haline dönüşmüştür. Hep bir adım ilerde olmak için; önündekini geçmek, üzerine basmak, ne pahasına olursa olsun köşeyi dönmek zorlaması ile, düşünmeksizin ezber hayatlar yaşamaya mecbur edilen insanların, felsefenin sunduğu iyi-kötü ve güzel-çirkin gibi kavram çiftlerinin anlamlarını içselleştirmelerini nasıl isteyebiliriz ki?
Felsefe insan olmaya çağrı ise ve tıp sadece teknik bir uygulama alanı değil de bir bilim, bir sosyokültürel çalışma ve bir sanat alanı ise; bizi uygar köleler haline getiren ellerimizdeki, ayaklarımızdaki, zihinlerimizdeki zincirleri bize göstermek ve bu sayede tıbbın yeniden insana dönmesini sağlamak için felsefenin, diğer bir deyişle hikmetin ışığından ve yol göstericiliğinden daha çok yararlanmamız gerekmez mi?
Hakikatin değerlendirilmesi, tıptan ziyade dinin ve felsefenin konusudur. Tıp felsefesi kavramı, felsefenin tıp bilimi üzerindeki yorumlarını içermekte olup, insanı korkuları, inançları ve duyguları ile daha iyi tanımayı hedefler. Ortak alanları insan olan tıp ve felsefe, insanlık durduğu sürece hep birlikte, hep insan için var olacaklardır.

Ne hâldeyiz

Rûhun acısı hiçbir şeye benzemiyor (Kemal Sayar)

Bilenlerce malumdur ki, bir medeniyetin akıl düzeyi, şu üç varlık kategorisini hangi sıraya göre dizdiğine bakarak anlaşılır: Mâfevk (üstün), mâdun (aşağıda) ve hemcins (eşdeğer) olan. Mâfevk; Yaratıcı’dır, mâdun; dünyadır, tabiattır, diğer canlılardır, hemcins ise; insandır. Dolayısıyla Yaratıcı’yı, insanı, tabiatı; bu üç varlığı siz hangi sıraya göre dizerseniz aklınız ona göre kimlik kazanır. Yunan-Batı aklına göre bu üç varlıktan en önemli ve öncelikli olanı insandır. Bu akıl, tabiatı, insanın hemen arkasına koyar. Çünkü bu ikisi elle tutulan, gözle görülen, özgül ağırlığı olan, dokunulabilen somut materyallerdir. Özü itibariyle materyalist olması da bu yüzdendir. Tanrıları bile materyaldir. Batı aklı, en ihmal edilebilen sıraya da Yaratıcı’yı koyar. Çünkü onun varlığı veya yokluğu fazla belli değildir ona göre; elle tutulamıyor, gözle görülemiyor. Materyal değil. O zaman onu nereye koyalım? Mesela Aristo onu nereye koymuş? Yaratıcı’yı, önce pasifleştirmiş, sonra lütfedip üçüncü sıraya koymuş. Spinoza ise daha da ileri giderek; “Tanrı âlemi yaratmamıştır, tanrı evrenin kendisidir. Nesneler onun görüntülerinden ibarettir” demiş. Panteizm denen şey, işte tam da budur.
Peki, İslam aklı varlıkları nasıl sıralar? Bir numaraya Allah’ı koyar. İki numaraya insanı koyar. Üç numaraya tabiatı, dünyayı koyar. Dünya budur işte, sıralamada en aşağıda yer alan varlık, deni olan şey!
Avrupa’daki “insan hayvandır” diye başlayan aforizmaların ve tanımlamaların babası Aristo’dur. Mesela Politika’sında; “insan politik hayvandır” der. Descartes “insan düşünen hayvandır” der. Marx, “insan alet kullanan hayvandır” der. Durhkeim, “insan sosyal hayvandır” der. Sartre, “insan isyan eden hayvandır” der. Yani herkes nereden bakıyorsa onu söylüyor. Ama değişmeyen temel bir kabulleri var: insan hayvandır. Buradaki hayvan ile kastedilen canlıdır diye düşünülebilir. Fakat bu kadar masum değil. Yunan-Batı aklı, insanı artıları olan hayvan olarak görüyor, başka değil. Bu, indirgemeci bir yaklaşımdır.
Parçalanan hakikat, hakikat olmaktan çıkıyor. Dolayısıyla, insan, insan olmaktan çıkıyor. Freud, kendi baktığı yerden indirgedi; insanı şehvet içgüdüsüne, libidoya indirgedi. Marx, kendi baktığı açıdan indirgedi; insanı diyalektik materyalizme, sadece üretim ve tüketime, sınıfa indirgedi. Darwin, insanı biyolojik bir varlığa indirgedi. Nietzsche’ye göre ise; insan doğuştan eksiktir, dolayısıyla kendi gerçekliğini kendisi kurmak, yani kendini yeniden yaratmak zorundadır. Evet, insanda şehvet vardır, insan üretir ve tüketir, insan biyolojik bir canlıdır, ama insan bunlardan ibaret değildir. İndirgemeci her mantık parçalayıcıdır. Bu parçalayıcı anlayış, halen postmodernizm adıyla, bireylerde ve toplumlarda parçalanmışlık duygusu yaratmaya devam ediyor.
Doğu medeniyeti geneller, Batı medeniyeti ise indirger. Yani doğunun zaafı genellemedir, batınınki ise indirgemedir. Bu bakış açısı, aynı zamanda bir bütünü anlamak için parçalarına ayırmayı da içerir. Aristo atomcudur, bir şeyi incelemek için en küçük parçalarına kadar parçalamayı teklif eder. Batı medeniyeti, bütünü parçalarına indirgediği için, sonuçta bütünün hakikatini kaybetti. Kartezyen düşünce de bu aklın devamıdır. Kartezyen düşünce, sanıldığı gibi Descartes ile başlamadı, Yunanla başladı. Mesela Yunan’da çok keskin bir ruh-beden ayırımı vardır. Eflatun’un, ideler âlemi fikri üzerinden geliştirdiği düalist idealizmi de, Aristo’nun, aşkın olanın maddede içkin olduğunu söylediği maddeci realizmi de bu indirgeme üzerine inşa edilir. İnsanı aşağıdan yola çıkarak tanımlamanın zaafı, insanı aşağıya çekmektir.
Yunan-Batı anlayışı insanı hep aşağıya çekiyor. Aşağıya çektiği zaman, insan eşrefiyetini ve kerimiyetini kaybediyor. Sonuçta, istatistiksel bir varlığa indirgeniyor. O zaman, Aristo’nun yaptığı gibi, köleleri tabiatları gereğince köle ilan etmek daha kolay oluyor. Böylelikle, toplumu oluşturan sınıfları, efendiler ve köleler ayrımını, vicdanına daha kolay anlatıyor. İnsanı öldürmek daha kolay olabiliyor. Oysaki insanın üstünlüğü kerimiyetinden, kerimiyeti ise, insanı Yaratan’ın ona yüklediği anlamdan kaynaklanıyor. Peki, İslam ne yapıyor? İslam insanı yukarıdan tarif ediyor. Eşref-i mahlukat, ahsen-i takvim, yani Allah’ın şaheseri! İnsanı, Hâlık’ına nispetle tarif ediyor. Hâlık’ına nispetle tarif edince, insan muhterem, hürmet sahibi ve hürmete layık bir varlık oluyor. İşte iki ayrı bakış açısı, iki ayrı yaklaşım!
İnsanı bir numaraya koyduğunuz zaman; “insan her şeyin ölçüsüdür” diyen, teosantrik (Tanrı merkezli) bakışın zıddı olan, hümanizme (insan merkezli bakış) ulaşırsınız. İslam’da varlık Allah merkezlidir. Varlığın merkezinde Allah, mahlukatın merkezinde ise insan vardır.
İnsan tasavvuru bozuk uygarlıkların temel problemi, insanı üst bir referansa göre tanımlamamaları. İşte o üst referans Allah’tır. Allah insanoğluna tariflerini vahiy yoluyla bildirmiş. İnsanı insana tanımlatmayacaksınız; insanı Allah’a tanımlatacaksınız. Yani Allah tanıtacak insanı, siz de tanıyacaksınız. Yok, insanı insana, beşeri beşere tanımlatırsanız, tanımlayan, kendinde peşinen tanımlama ayrıcalığı vehmeder. Kendini tanıma değil de, tanımlama makamına koyar, sorun da işte tam burada başlar. Kendisini ayrıcalıklı ve diğerlerinden üstün gören bir sürü insan ve bunların yaptığı sayısız tanımlama!
Modern dönemler, insanlık tarihinde bir yol kazası, bir kafa karışıklığı dönemidir. Maalesef, insanlığın son üç yüz yılına, tam anlamıyla bu kafa karışıklığı hakim olmuş durumda. Batı modernizmi her açıdan bir kafa karışıklığıdır. Modern çağlarda, artık istatistiğe, haz ve hız merkezli bir hayata indirgenmiş bir insan türü görüyoruz. Kadim geleneklerde, her şeye rağmen bir soyluluk, bir asalet ve ciddiyet vardı. Bir gelenek, batıla inanırdı, ama inandığını da ciddiye alırdı. Ciddiye alır ve icabında bedelini de öderdi. Muhtemelen bunun sebebi, batıl da olsa tüm kadim geleneklerin arka planında ilahi vahyin bulunmasıdır. Mesela Sokrates’te vahiyden kaynaklanan ciddi bir ahiret inancı ve derin bir faziletin izlerini görüyoruz. Savunmasındaki son sözleri, tam inanmış bir adamın sözleridir: “Şunu iyi bilin ki, bir değil bin kez ölmem gerekse bile, asla yolumu değiştirmeyeceğim”. İşte Sokrates, sistemi eleştirdiği ve ciddi bir şekilde salladığı için, sistemin efendileri tarafından öldürüldü. Sokrates liyakati ve ehliyeti asaletin önüne koydu. Bunun cezasını da canıyla ödedi.
Dünyada barış ve iyi niyetin hakim olması amacına, tek başına ne din ulaşabilir, ne de bilim! Batı dünyasında kilise ve bilim arasındaki çatışma; insan bedeninin bilime, ruhunun da kiliseye bırakılmasıyla sonuçlanmıştır. Modern tıpta insanın sadece bedeni vardır; o da bu güne kadar anlaşılabildiği ve anlatılabildiği kadarıyla. Descartes: “Ben insan vücudunu bir makina olarak düşünüyorum. Kafamda, hasta insanı bozuk bir saate, sağlıklı insanı da iyi çalışan bir saate benzetiyorum” demektedir. Bu saatin çalışabilmesi ve çözümlenebilmesi için, olabildiğince çok parçalara bölünmesi kadar doğal bir şey olamaz.
Decartes’ın kartezyen felsefesine göre; bütün, parçalara ayrılmalı, her bir parça çözülmeli, analiz edilmeli, daha sonra elde edilen sonuç bütüne uyarlanmalıdır. Karmaşık bir şeyin, parçalarını inceleyerek çözülebileceğini ileri süren bu mantığın bugün vardığı nokta, tam anlamıyla bir iflastır. Descartes’in zihin ve beden arasında yaptığı katı ayrım, hekimleri beden makinesi üzerinde yoğunlaşmaya ve hastalığın psikolojik, sosyal ve çevresel boyutlarını ihmal etmeye yöneltti. Artık insanın bütün hücrelerine inilmiş, adeta bütün kaleleri fethedilmişti. Hekimler artık bu indirgemeci yaklaşımla, vücudun bütün birimlerini en ince ayrıntısına kadar biliyorlardı, ama insan bu arada bütünlüğünü, gerçek mahiyetini ve değerini yitirmişti.
Batı zihniyeti, insanın gerçek konumunu hiçbir zaman keşfedemediği için, insanla irtibatlı hiçbir konuda tam anlamıyla sağlam, sahih, doğru sonuçlara ulaşmayı başaramamış, hep bir hüsrandan diğerine, bir yanılgıdan diğerine savrulup durmuştur. Ortaçağ karanlığının temel özelliği, aklı faaliyetten alıkoymak ve düşünceyi dumura uğratmaktı. Rönesans ve ondan sonraki dönemlerde ise, bu durumun tam zıddı gelişti. Akıl her alana müdahalenin tek vasıtası olarak egemenliğini kurmaya başladı. Artık aklın önünde hiçbir sınır tanınmıyor ve aklı ilahlaştıran bir rasyonalizmle, yine bir başka aşırılığa kayılıyordu. Avrupa, bu sefer de aklın üstünlüğünden tabiatın üstünlüğüne geçiş yaptı. Bu süreçte pozitif bilimlerin, kainatın sırlarını keşfetme hızı artınca, Batılı düşünürler: “başvurulması gereken, dönülmesi gereken, aslolan tabiattır” demeye başladılar. Artık batı düşüncesinin fiilen tapınılan tanrısı akıl olmaktan çıkmış, yerine Darwin’in: “Herşeyi yaratır ve onun yaratma kudretinin sınırı yoktur” dediği tabiat geçmiştir.
Daha fazla tüketmenin ve daha fazla şeye sahip olmanın insanı mutlu edeceği sanılır. Özellikle modern çağda üretimin artması ve kapitalist kaygılarla bu ürünleri pazarlama yarışı, insanların sürekli olarak tüketme hastalığına yakalanmasına sebep oldu. Materyalizm, insanı sadece üretici ve tüketici olmaya itmekte, onun sinir, kalp, ruh ve akıl sağlığını bozmakta, insana herhangi bir eşya gibi, yeri doldurulabilecek bir nesne gözüyle bakmaktadır. Halbuki sevgi, ancak insana yeri doldurulamayacak varlık olarak bakan bir toplumda oluşabilir. Postmodernizm, insan bedeninin tüketim toplumunun merkezinde yer aldığını ileri sürmektedir. Bu sebeple bütün dünyamızı madde ile doldurduk. Her gün yeni yeni ihtiyaçlar çıkardık ortaya. Bir yandan içimizi boşalttığımız gerçeğini göz ardı edercesine, tükettik dostluğu, komşuluğu, arkadaşlığı. Şimdilerde fiziksel olarak sağlığı yerinde olanlar, nice mutsuz hayatlar sürüyor, acaba farkında mıyız?
Kendimizi tükettik, beraberinde sevgiyi ve saygıyı da tükettik. Beklentisiz iyilik yapmaz olduk. Başkasında olana göz diktik hep. Paylaşma, yardımlaşma, dayanışma duygularımızı körelttik. Başkalarının derdini dert edinemedik kendimize. Hep başkalarına yükledik sorumlulukları, duyarlılıkları, anlayışları. Herkesten anlayış beklerken anlayış fakiri olduk çoğu zaman. Etrafımızdaki kalabalığa rağmen, yalnızlık ve değersizlik duygusunu yaşamakta ve çeşitli korkular içerisinde kıvranmaktayız. Bu durumun diğer adı sağlıksızlıktır. Sağlığımız, yalnızlık ve sevgisizlikten ummadığımız derecede zarar gördü.
Tıp, modern dünyada bir anlamda dinin yerine geçti. Çünkü dünyevi hayat daha önemli hale geldikçe, öteki dünya değil de bu dünya daha fazla anlam kazandıkça, bugünkü dünyada daha uzun yaşamak, daha sağlıklı, daha güzel, daha fit kalmak gibi kaygıları hayatlarımızın merkezine taşıdık. Yani eğer kişi kendine bakarsa, egzersiz yaparsa, sağlıklı beslenirse, zamanında kontrollerini yaptırırsa problem olmayacak, mutlu bir hayat sürecek.
Bedenlerimiz, bugün tamahkar bir kültürün elinde bir oyuncağa, çorak bir ülkeye dönüşmüş durumdadır. Kozmetikten diyet endüstrisine, oradan zinde yaşam alıştırmalarına kadar, beden büyük bir muhasara altında. Modern beden, kapitalizmin mantığı içinde özel mülkiyetin konusudur ve bedenin sahibine ona iyi bakma sorumluluğu yüklenir. Bu sebeple de üreten bedenin, üretim yapabilecek ölçüde sağlıklı olması gerekmektedir. Kişi hastaysa, bu onun sorumluluğudur, demek ki kendine iyi bakmamış! Bu yaklaşımın hakimiyeti altında kalan insanlarda da, sağlıklı olabilmek ve kalabilmek için aşırı bir çaba kaçınılmaz hale geliyor. O zaman, tıbbın ürettiği yeni teknolojileri sonuna kadar kullanmak da bu anlayışın bir uzantısı oluyor. Gözümüz aydın! Elbirliği ile yeni bir tüketici sınıfı daha oluşturduk! Bu yeni sınıfın mensupları, ayrılık selamı olarak“Allah’a ısmarladık” yerine “kendine iyi bak” demeye başladılar.
Artık insan bedeni, bir tüketim aracı olarak her fırsatta yeniden biçimlenmekte, moda ve hayatı yaşama biçimi buna göre değişmekte! Kişisel bakım, sağlıklı yaşam deyip bir yığın kimyasalı boşalttılar üzerimize. Her geçen gün yeni bir buluş çıktı kozmetikte. Her geçen gün daha fazla ve çeşitli formüller geliştirildi. Bu formüller, yepyeni, cicili bicili kutulara girdiler. Basit bir krem vardı eskiden. Bugün her cilt için, günün her saati için ve neredeyse giydiğiniz kıyafete göre hazırlanmış kremler var. El, yüz, vücut, parmak arası, topuk, gözaltı, kulak memesi derken, onlarca krem türü çıktı karşımıza. Aldık itina ile, her bir yerimize sürdük. Onlar olmadan yatamaz, sabah sürünmeden kalkamaz olduk. Önce boyadık yüzümüzü gözümüzü bir yığın kimyasal renk ile, sonra başka bir şey sattılar onlardan kalan kalıntıları temizleyelim diye. Aldık, hepsini aldık! Dünya genelinde kadınların bir yıllık makyaj malzemesi harcamalarının 18 milyar dolar, parfüm harcamalarının ise 15 milyar dolar boyutlarına ulaştığını gördük. İş kadınlarla da kalmadı, metroseksüalite deyip erkekleri de kattık işin içine!
Modern hayatın sonucu olarak çoğalan veya yeni ortaya çıkan hastalıklar yanında, hayatın bir parçası olan menapoz ve osteoporoz gibi normal değişiklikler dahi, korkutucu hastalıklar olarak etiketlenmiş, böylelikle devasa bir hasta popülasyonu oluşturulmuştur. Check-up, insanlara rahatsızlanmadıkları halde, kendilerini hasta hissettirildikleri bir durum sağlar. Hastalıklar ölümün habercisidir. Ölümsüzlüğe yaklaşabilmek için, bir an önce sırtımıza yapıştırılan bu illetlerin farkına varmamız ve sağlık endüstrisinin sunduğu imkanlardan faydalanarak bunlardan kurtulmamız gerekmektedir.
Neoliberal iktisadın arkasından zalim bir politik felsefe bize el ediyor. Kaybedenleri lanetleyen, her ne pahasına olursa olsun kazananları, köşeyi dönenleri ise kutsayan bir felsefe. Mutluluk endüstrisi, güçlüye zayıfın haklarını hatırlatmak yerine, zayıfa güçlü olmayı dayatmaktadır. Yeni teşhis ve tedavi yöntemleri, kök hücreler, dokular, virüsler, aşılar, hatta embriyolar, geç kapitalizmin zemininde üretilip pazarlanan birer meta haline gelmiş durumda. İleri kapitalist toplumlarda, ölümsüzlük bile satın alınabilecek bir metaya dönüşmüş durumda. Aynen sağlıklı ve genç bir görünüm gibi!
Tabiata baktığımızda, pek çok hayvanın ihtiyacından fazla tüketimde bulunmadığını, tabiattan sadece ihtiyacı kadar pay aldığını görürüz. Oysa insan, ihtiyacından çok daha fazlasını edinmek, çok daha fazlasını tüketmek ister. Batı uygarlığı, bugünün insanına bireyselciliği, pozitivizmi ve sekülerizmi miras bırakmak suretiyle insanlığı ifsad etmektedir. Modern hayat tarzının ortaya çıkardığı çevre ve tabiat tahribi, bugün büyük felaketlerle sonuçlanmaktadır. Dünya Doğal Hayat Fonu’nun, doğal kaynaklar üzerine hazırladığı araştırma raporuna göre, günümüzdeki tüketim çılgınlığının dünyanın sonunu hazırladığını öğrendik. İnsani değerleri tükettiğimiz yetmedi, doğal kaynaklarımızı da tükettik bilinçsizce. Böylelikle koskoca dünyayı da tükettik sonunda!
Çevre ve doğa felaketleri, tamahkarlığın en görünür sonuçları arasındadır. Tabiatın dengesini altüst ettik. Ekolojik dengenin bozulması, toprak erozyonu, orman yangınları, ormanların bilinçli olarak yok edilişi, biyolojik çeşitliliğin azalması, temiz su kaynaklarının hızla kirlenmesi, hava kirliliği, asit yağmurları, küresel ısınma ve iklim değişiklikleri, radyoaktif kazalar ve atıklar, büyük kasırgalar, seller, hep tüketim çılgınlığının sonuçları olarak karşımıza çıktılar. Dünyanın doğal kaynakları üzerine araştırma yapan bilim adamları, Batılılar başta olmak üzere, bütün ülkelere tüketim çılgınlığına son vermeleri çağrısında bulunuyor ve insanları uyarıyorlar.
Yeni yüzyılın en önemli sağlık meseleleri; fakirlik ve ilişkili sorunlar, kronik hastalıklar (kalp ve damar hastalıkları, kanser, metabolik bozukluklar, psikolojik problemler), küresel tehditler ve krizler olarak tahmin edilmektedir. Dünya Sağlık Örgütü, yirmibirinci yüzyılda küresel ölçekte halk sağlığını tehdit etmesi muhtemel tehlikeleri; enfeksiyonlar, toksik ve nükleer kazalar ve çevre felaketleri şeklinde sıralamaktadır.
Tüketecek bir şeyimiz kalmadı sonunda, çünkü ömrümüzü tükettik. Üstelik geri dönüşüm kutusuna koyarak geri kazandırma şansımız da yoktu artık. Eflatun; “Para kazanmak için sağlıklarını yitirirler. Sonra sağlıklarını geri almak için para öderler. Yarınlarından endişe ederken, bugünü unuturlar. Sonuçta ne bugünü ne de yarını yaşarlar. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşarlar. Ancak hiç yaşamamış gibi ölürler” diyerek durumu tam anlamıyla özetlemiş!
Günlerini fast food zincirlerinde cips yiyip, kola içerek geçiren çocukların obezite sebebini, gerçek nedeni göz ardı edip bir dolu spekülatif genetik faktörlerle açıklamaya çalışmamız; ya da insani değerlerin tümünün paraya endekslendiği, çıkarın egemen olduğu, bencilliğin yüceltildiği bu dünyada, insanların depresyona girme nedenini, bu çarpık zihniyetten soyutlayıp, sinapslardaki serotonin düzeylerinin azalmasına indirgememiz, ya da ileri evre akciğer kanserli hastaları iki-üç ay daha fazla yaşatabilmek için, kemoterapi ilaçlarını üreten şirketlerin kasalarına milyarlarca lirayı kolayca aktarabilirken, toplumda tütün alışkanlığını önleyecek projelere mali kaynak ayıramamamız, sağlığın ticarileştirildiğinin apaçık delilleri değil midir?
Batı tıbbı, daha çok tedavi üzerine yoğunlaşırken, Doğu tıbbı daha ziyade koruyuculuk ve iyileşme üzerine odaklanır. Herhalde bu yüzden olsa gerek, Batı’da hastaların bulunduğu mekanlara “hastane” doğuda ise “şifahane” denmektedir. İnsanlar, Batı tıbbından gerçek bir şifa elde edememekte, özellikle kronik rahatsızlıklarda ilaçlar tam bir iyileşme sağlayamamakta, yalnızca semptomlar kısmen düzelmekte, ama tedavi tam bir şifa ile sonlanmamaktadır. En modern tansiyon ilaçlarını kullanmamıza rağmen, tedavide başarı oranımız sadece %14’te kalmaktadır. Büyük çoğunluk ise maalesef çaresiz. Bugün toplumun neredeyse yüzde 60’ı, sürekli ilaç kullanır hale getirilmiştir. Modern tıp, bir çok gelişmiş ülkenin bile ekonomisini zorlayacak tarzda, dünya nüfusunun büyük bir kısmı için erişilemeyecek bir maliyete sahiptir. Vücudun savunma mekanizmalarını kuvvetlendirme veya desteklemeye yönelik, ucuz, güvenli ve uzun vadede daha etkili Doğu tıp felsefesi, Batı tıbbının aşağılayıcı, kısıtlayıcı ve hor görücü hegemonyasından kurtulup desteklenebilseydi, belki de bugün sağlığımız için bu kadar yüksek maliyetlere katlanmak zorunda kalmayacaktık.
Sağlık sektörü, dünyada enerji sektöründen sonraki ikinci büyük sektördür. Böyle devasa bir sektörde, zaman zaman büyük şarlatanlıklar, maalesef ki olabiliyor. Sorun, insani değerleri, maddi çıkarlara kurban etme sorunudur. Modern anlayış, insana mükerrem bir varlık olarak bakmak şöyle dursun, tıbbı belli kesimlerin daha çok kazanması için; daha çok hastaneye, daha çok muayeneye, daha çok tahlile, daha çok ilaca dayalı, son derece pahalı ve sentetik bir sektör hâline getirmiştir. Meselâ Hindistan, ilaç sanayiinin ve genetik araştırmaların uygulama alanı olmuş durumda. Bu araştırmaların kobayları Hindistan’da, tüketicileri Amerika’da. Çünkü modern tıbbın bakış açısı, sayılara, istatistiğe ve genele dayanır. Bu sebeple de hastalığın tedavisinde bireyin, onun çevresel ve kültürel şartlarının, tabiatla olan ilişkilerinin bir önemi yoktur.
Teknolojiye duyulan güven sebebiyle, yüksek teknolojik yöntemler, tıbbın temeli ve insani öğesi olan anamnez ve fizik muayenenin önüne ve yerine geçmektedir. Tıp mekanikleşince, hekim bir teknisyen, hasta ise tam anlamıyla bir cihaz konumuna düşmektedir. Hekim ile hastanın insan olarak karşı karşıya geldiği, iletişim kurduğu, belki de hasta-hekim arasında güven duygusunun en çok oluştuğu veya yok olduğu süreç olan anamnez almak, muayene etmek, hastayla iletişim kurmak, ona dokunmak gibi safhalar ortadan kalkıyor. Doktorlar artık doktor değil! Çünkü klasik doktor, karşısındaki hasta ile empati kuran, onu anlamaya çalışan, sosyal çevresi ile, gündelik alışkanlıklarıyla, bir şekilde onu kafasında yeniden inşa eden birisidir. İnsanın gerçek ihtiyaçlarından çok, modern tıp ve farmakolojiye göre eğitilmiş doktorlar ve sağlık çalışanları, hastaya faydalı olabilecek bir çok kadim uygulamanın da önüne geçmektedir.
Maneviyatı yıkabilecek en önemli şeylerden bir tanesi de, ölçme ve değerlendirmeyi, yani performans değerlendirmesini her yere yaymak. Bugün, sağlık alanında yaygınlaştırılan bu uygulamanın, altından kalkılamaz mali boyutları yanında, meslek ahlakında yol açtığı yıkımı tahmin bile edemiyoruz. Tabiatı icabı mânevî bir boyutu olan iki insanın ilişkisini, özellikle hastayla hekimin ilişkisini, ölçme ve değerlendirmeye indirgersek, ilişkinin iki tarafını da değersizleştiririz. Sevginin ölçme ve değerlendirmesini, imanın ölçme ve değerlendirmesini nasıl yapacağız?
Hastaneler ağzına kadar dolu, hapishaneler tıklım tıklım, karakol ve mahkeme koridorlarında adım atacak yer yok. Varın siz hesabedin memleketin halini! Tüketim çılgınlığı ve israf bizi bu hale getirdi. Günde 5 milyon ekmeğin çöpe atıldığı bir ülkenin iflah olacağını sanmak ne büyük safdillik!
Peki, bu sarmaldan nasıl çıkacağız? Hep beraber akletmeye çalışmak, işbirliği, elbirliği ve gönül birliği yapmakla elbette!

Giriş

Ne çok acı var (Cahit Zarifoğlu)

İnsanoğlu, kendisini kainat ve tabiat içerisinde bilinçli bir varlık olarak fark ettiği ilk günden itibaren, nereden gelip nereye gittiğini, kainatın ve bu kainat içinde kendi varlığının yeri ve anlamının ne olduğunu, nasıl bir süreç ve sonla karşılaşacağını, kısacası kendisini nelerin beklediğini sürekli merak etmiştir. Sokrates’in dediği gibi; “sorgulanmamış bir hayat yaşanılmaya değer değildir”.
İnsanlık tarihi boyunca, kainatın ve hayatın nasıl ortaya çıktığı ve bu ortaya çıkışta herhangi bir amaç olup olmadığı sorusu, bilim, felsefe ve ilahiyat çevrelerinin en temel araştırma ve tartışma konularından birisi olmuştur.
İnsanın; kendisi, diğer varlıklar ve sığındığı-tapındığı varlık ile alakalı davranışlarının, onu sağlıklı bir şekilde yaşatacak ve mutlu edecek bir şekilde tanzim edilmesi gerekmektedir. Bu düzenleme; ya insan aklının ürettiği bir fikir üzerinden, ya da insan aklına eklenen daha üst bir aklın, yani vahyin katkısıyla olacaktır.
İnsanlığın çok çeşitli problemlerini istikrarlı bir şekilde; eşyanın ve insanın tabiatına uygun, akla yatkın, kalbi tatmin edici fikir ve hükümlerin çözebileceği aşikardır. Bu özellikleri taşıyan fikirler ve düşünceler toplamına dünya görüşü veya ideoloji denildiği malumdur. Bir dünya görüşü; insan, hayat ve kainat hakkındaki temel fikirlerden ve problemlere ürettiği çözüm şekillerinden oluşur. Sağlıklı bir dünya görüşü; bilim, akıl ve ortak evrensel insanlık değerlerine dayanmak durumundadır.
İnsan aklının ürettiği çözümler; aklın, duyuların ve veri elde edilen çevrenin sınırlı olması hasebiyle, tabii olarak sınırlı ve değişken olmak durumundadır. Temel özelliği kısıtlılık ve değişkenlik olan fikirlerle, insanlığın kadim sorularına tatminkar cevaplar verebilmek ve devasa problemlerini istikrarlı bir şekilde çözebilmek mümkün görünmemektedir. Bu özellikleri taşıyan bir dünya görüşünün, tek başına insan aklı tarafından üretilemeyeceği, ilahi bir bilginin (vahyin) desteğine ihtiyacı olduğu da aşikardır. Biri diğerini tamamladığı için, din ve bilim arasında gerçek bir karşıtlığın olması mümkün değildir.
İnsanın yeryüzündeki bu serüveninde, Yaratıcı’ya, hemcinslerine, eşya ve tabiata karşı sorumlulukları ve bu çerçevede çok boyutlu ilişkileri söz konusudur. İnsan-Allah, insan-insan, insan-toplum, insan-eşya ve insan-tabiat ilişkilerini düzenlerken nasıl davranması, neleri yapıp, neleri yapmaması gerektiğinin hükmü ve bilgisi, insana vahiy yoluyla bildirilmiştir.
İnsanın tarifi ve konumunu tayinde, aklı tek otorite olarak kabul eden ve böylece büyük bir sapmaya sürüklenen Batı medeniyeti, pozitivist seküler paradigmaya dayanarak ürettiği kapitalizm ve komünizm gibi azgın sistemlerin egemenliğinde, dünyayı kan ve göz yaşına boğmuş, insanlığa büyük ıstıraplar yaşatmış ve halen de yaşatmaya devam etmektedir. Şu anda dünyanın büyük bir kısmına, bu şekilde üretilmiş iki büyük ideoloji hakimdir. Kapitalizmin, sosyalizme göre daha baskın pozisyonda olduğu günümüzde, en azından insaf sahipleri için, dünyamızın sağlıklı ve mutlu olduğunu söyleyebilmek, her halde hiç de kolay olmayacaktır.
Hıristiyanlığın, dünyevi otoritenin emrine girerek, Ortaçağ boyunca insanlara uygulanan zulme ortak olmasına tepki olarak gelişen laiklik ve onun uygulanma şekli olan kapitalizmin, dünyayı ne hale getirdiği ortadadır. Hıristiyanlık Hz. İsa’yı (a.s) ve ruhbanı ilahlaştırırken, aydınlanma, Tanrı’nın yerine insanı koyarak onu ilahlaştırdı. Kilisenin tasallutundan kurtulan insanlık, çok geçmeden, “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” diyen liberal felsefenin doğurduğu kapitalizmin boyunduruğu altına girmiştir. Kapitalizme tepki olarak gelişen ve zamanla büyük oranda kapitalistleşen sosyalizm de, insanın temel problemlerine kalıcı çözümler üretebilmekten uzak gözükmektedir.
Bir bilim adamının, aynı zamanda bir yaratıcı inancına sahip olamayacağı, başka bir ifadeyle, inançlı bir kişinin bilim yapamayacağı şeklindeki asılsız iddia ve yaklaşımlar sebebiyle, bilim ile inanç arasına kalın duvarlar örülmüş, bilimsel verilerin hiçbir şekilde bir Yaratıcı’nın var ya da yok olduğuna dair bir şey söyleyemeyeceği yargısından hareketle, din ve bilim birbirinden ayrı disiplinler olarak algılanmıştır. Oysa düşünce ve bilim tarihinde öne çıkan; Galileo, Newton, Einstein gibi en önemli sima ve dehalar, kainatı, Üstün bir Kudret tarafından yaratılan bir laboratuvar olarak algılamış ve evrenin incelenmesinin kişiyi bir Yaratıcı’nın varlığına ulaştıracağına inanmışlardır.
Astronomi, fizik, kimya ve biyoloji gibi temel bilimlerde ortaya çıkan gelişmeler, gerek kainatın, gerekse hayatın kökenine dair yapılan tüm açıklamaların, ancak Yüce bir Yaratıcı’nın varlığıyla anlam kazandığını göstermekte ve bu gerçek önde gelen ve saygın birçok bilim adamı tarafından da desteklenmektedir.
Ne yazık ki, 19. yüzyılla birlikte tıp felsefeden uzaklaştıkça ve teknolojik gelişmeler hızlandıkça, hekimlik de şekil ve anlam değiştirmiştir. Hele vahşi kapitalizmin pençesine aldığı toplumlarda, en önemli şeyin para olduğu imajı yerleştikçe, ilk günden beri kutsal olarak bilinen hekimlik mesleği de, maalesef bu yozlaşmadan kendi payına düşeni almıştır. Giderek, hastaya bir insan olarak bakmak yerine, para karşılığı işlem yapılacak bir meta veya müşteri olarak bakılmaya başlanmış, yıllar önce edilen yeminler unutularak, yeni tanrı olarak belirlenen para için her türlü olmaz iş yapılmaya başlanmıştır. Tıp etiğiyle hiçbir şekilde bağdaştırılamayacak olan bu anlayış giderek yaygınlaşmış ve sonunda hoş görülebilir bir hal almıştır. Esas hedefi, hayatı iyileştirmek olan tıbbın kutsal idealleri unutulmuş, insanın zaafları, cehaleti ve tembelliği, büyük kârlar elde etmek için kullanılabilecek fırsatlar olarak görülür olmuştur.
Bilginin, malın, sermayenin ve insanın, politika ve ekonominin sınırlarını aşan akışı olarak tarif edilen küreselleşme; coğrafi sınırları önemsiz hale getirmesinin yanı sıra, mesafeleri de inanılmaz derecede kısaltmış, bu gelişmelerden sağlığın da etkilenmesi kaçınılmaz olmuştur. Maalesef günümüzde insan sağlığı, tüketim ekonomisinin temel suistimal konularından birisi hâline gelmiş, tıp endüstri hâline gelince de, sağlık felsefesi ve etiği çökmüştür.
Bilhassa ruh ve akıl sağlığı bakımından, bugün bütün bir insanlık hastadır. Dünyada on küsur ayrı medeniyet var ama, Batı medeniyeti her yere hakim olmuş durumda. Batı; parayı, zenginliği, konforu, zevki, hazzı ve hızı ana değerler olarak kabul etmektedir. Bugün insanlığın dörtte birini oluşturan sanayileşmiş kesim, dünya zenginliğinin %85’ini elinde tutmakta, 500 civarındaki bir avuç varlıklı insan, 3 milyar dolayındaki yoksul insanın geliri kadar bir serveti paylaşmaktadır. Araştırmalara göre; bir Amerikalı, gelişmekte olan bir ülke vatandaşından 56 kat fazla enerji, 50 kat fazla çelik, 170 kat fazla kauçuk ve kağıt, 5 kat fazla tahıl tüketiyor. Bir ABD vatandaşı, bir İngiliz’in 2 katı, bir Afrikalı’nın ise 24 katı doğal kaynak tüketmektedir.
Dünya nüfusunun yarısı, günde 2 dolardan az gelir elde etmektedir. Asya, Afrika ve Güney Amerika toprakları, dünya tarım üretiminin yarısını karşılamasına rağmen, bu bölgelerde yaşayan 1 milyar insan açlıkla boğuşmaktadır. Bugün 6 saniyede bir çocuk açlık yüzünden ölüyor. Tüm bu sefaletin bitmesi ve açlık çeken bunca insanın karınlarını doyurabilmeleri, başkalarının sırtından zevk ve sefa süren toplumların gözlerinin doymasına bağlı ne yazık ki! Çoğu yerde insanların en büyük lüksü, sadece temiz su kaynaklarına ulaşabilmek oluyor. Öte taraftan, Amerika’daki golf sahalarının sulanması için sarf edilen su miktarının, Afrika ülkelerindeki su sorununu büyük oranda çözebilecek düzeyde olduğu görülüyor.
Dünyadaki araştırma kaynaklarının %90’ı, dünya nüfusunun %10’unu etkileyen sorunlar için kullanılmaktadır. Aynı adaletsiz paylaşım, sağlık sektöründe çok daha belirgindir. Bu ileri derecede dengesiz ve adaletsiz dağılım; hem zengin hem de fakir kesimlerin farklı şekillerde hastalanmalarına ve mutsuz olmalarına yol açmaktadır. Dünya, 7 milyarlık insanlık aleminin sofrasıdır. Zengin ve obur insanların bir kısmı, bu sofrada ihtiyaçlarından fazla yerse, bir kısım insanlar aç kalacak, fazla yiyenler ise obez olacak!
Güçlü sektörler tarafından beslenen tıp ve bilimin dayattığı görüşlere, ancak cılız seslerle karşı konulabiliyor. Birçok konuda tıbba yanıldığını söyleyebilecek araştırma yapmak, ekonomik ve teknik yetersizlikler sebebiyle neredeyse imkansız durumdadır.
Tıp eğitiminde sıklıkla, koruyucu hekimliğin tedavi edici hekimliğe göre daha kolay, daha etkili, daha ucuz olduğu vurgulanıp durmasına rağmen modern tıp, sağlığa değil, hastalığa önem vermektedir. O, hemen bütün mesaisini hastalıklara, onların semptomlarını belirleme ve tedavi etmeye harcamaktadır. Modern tıp, hastalıkların anormal yapısı ve gelişimiyle, geleneksel tıp ise daha çok sağlığın hastalıkları önleyici gücüyle ilgilenmektedir.
Bugün modern tıp, insanları iyileştirmek tekeline sahip olduğuna inanıyor ve bunu her fırsatta savunuyor. Modern tıbba göre iyileştirme, hastalığa ait belirtilerin ortadan kaldırılmasıdır. Sebebi bulamayıp belirtileri ortadan kaldırmak ise, çöpleri halının altına süpürerek evde çöp olmadığını, evin tertemiz olduğunu iddia etmekten başka bir şey değildir. Kullandığı modern rasyonel yöntemler dışındaki tedavi yöntem ve örneklerini hurafe veya tesadüf ilan edip, insanlığın onbin yıllık tecrübesini küçümseyen modern tıp biliminin, aslında kendisi hasta durumdadır. Biz gerçek hastalığı değil, müdahale edilmemesi gereken belirtileri tedavi ederken, daha doğrusu, vücudun gönderdiği imdat sinyallerini sustururken, hatayı insan vücudunda, vücudun sözde eksikliği ya da bozukluğunda arıyoruz. Bilimin ve modern tıbbın halktan uzak ve tepeden bakan tavırları ise, bu gelişim esnasında şarlatanlara zemin hazırlamakta, böylelikle modern tıp etkinlik ve otoritesini yitirmektedir.
Geleneksel tıbbın, bugünkü tıbba kıyasla daha az bilgi, fakat daha çok tecrübe, ilim, ahlak ve vicdan ile üstesinden geldiği sağlık sorunları için bugün modern tıp, bilgide detaycı bütünlükten uzak ve etik açıdan yüzeysel bir yaklaşım sergiliyor. Geleneksel tıptaki hekimin hastaya şefkat gösterdiği, hastanın da hekime ve ilmine hürmet ettiği tabloyla kıyaslandığında; bugün hekim-hasta ilişkilerinin, sözlü ve fiziksel şiddet düzeyinde vardığı nokta oldukça düşündürücüdür! Bu gidişat değişmezse; başhekimlerimiz makamlarında, cerrahlarımız ameliyathanelerinde, doktorlarımız muayene odalarında, sağlık personelimiz ambulanslarında saldırı ve ölüm tehdidi altında görev yapmaya, daha doğrusu yapmaya çalışmaya devam edecekler!
Dünyada yıllık antibiyotik pazarı 45 milyar doları, antidepresan pazarı ise 15 milyar doları geçmiştir. Çoğu yararlı olan mikroorganizaların tamamını düşman kabul eden, varlığını kabul bile etmediği veya önemsemediği ruhun sıkıntılarını paraya tahvil etme anlayışının sonucudur bu! Sayısız yan etkiye sahip bu ilaçların çılgınca reçete edilmesinden en kârlı çıkanlarsa, satışları akıl almaz boyutlara ulaşan uluslararası ilaç şirketleridir.
Gereksiz ilaç tedavileri, ilaçların artan yan tesirlerine ve sağlık bozucu sonuçlarına ilgisiz doktorlar, hızla artan yanlış teşhis ve yanlış ameliyat vakaları, bütün bu olaylarda tıbbın gösterdiği soğuk ve duyarsız tutum, toplumun yavaş da olsa uyanmasına yol açmaktadır. Hastalıklara çare bulunamıyor, tam tersine tıbbi tedaviler sonucunda hastalıkların direnci artıyor, daha önce hiç bilinmeyen hastalıklar ortaya çıkıyor. Günümüzde iyatrojenik hastalıklar ciddi bir problem teşkil etmektedir. O kadar çok gereksiz uygulama ve tedavi yapılıyor ki, hastaları tıptan, bazı yazarlarımızın deyişiyle “tıp tepmesi”nden koruyacak bir sistem geliştirilmeli! Çünkü insanlar, hastalık ve ölüm korkusuyla kendilerinden ne isteniyorsa yaptırmaya eğilimliler. Böylelikle tıbbi sistem, bilgisini ve etkinliğini kullanarak insanları suistimal edecek bir yapıya bürünmüş oluyor. Modern tıp uygulamalarının giderek artan, önü alınamayan zararlı etkilerini görmezden gelsek bile, artık modern tıbbın yapabileceklerinin sınırına geldiğini kabul etmek zorundayız!
Modern tıbba yönelik eleştiriler, dünya basınının ve entellektüellerin önemli bir malzemesi haline geldi. Modern tıp anlayışına ve onun ilaç endüstrisine inanmayanlar gittikçe çoğalıyor! Modern tıbbın eleştirmenlerine göre de insan, çok çok gelişmiş bir bilgisayara benzer! Onlara göre de, beyindeki nöronlar bilgisayarın kablolarından farksızdır. Organizmanın yalnızca maddi şeylere ihtiyacı olduğunu düşünüyorlar. Kısaca insan dedikleri bu bilgisayarın bir ruhu yok! İşte bizim klasik tıp eğitimi almış, ama sisteme de başkaldırmış hekimlerimizin eksik bıraktıkları nokta tam da burasıdır!
Modern tıbbın tesadüf veya münferit olay saydığı, ciddiye almadığı, hatta alay ettiği tedavi yöntemleri ve olayları o kadar çok ki, bu gerçeği sorgulamaktan imtina eden tıbbın, artık oturup kendi kendini sorgulamasının vakti çoktan geldi, hatta geçiyor!
Uygarlıktan tamamen habersiz, Amazonlar’da veya Papua’da yaşayan vahşi kabilelere mensup insanlar, doğru dürüst hasta bile olmuyorlar! Balta (modern insan) girmemiş ormanlarda yaşayan yerlilere hastalık uğramıyor! Hem de bugünün anlayışıyla hijyenik sayılmayan yerlerde yaşamalarına rağmen. Bu insanların yakalandıkları veya ölümlerine sebep olan hastalıkların tamamı altıyı-yediyi geçmiyor.
Modern tıp, insanı uzuvlarının ve organlarının bir toplamı olarak görüyor, bir bütünü olarak bile değil! Yoksa, bin türlü uzmanlık alanına ayrılmaz, esası gözden kaçırmazdı. Bugünün tıbbı, vücudu binlerce parçaya ayırır ve her bir parçaya bir uzman tayin eder. Bu yüzden asla bütünü göremez. Bütüne bakmak ve hakkında karar vermek için, onlarca uzman bir araya gelip beyin fırtınası yapmak zorundadır. Halbuki esas olan insandır, ama sadece beden olarak değil, bedeni de kapsayan, aşkın bir varlık olarak insan! Modern tıp ruhla maddeyi birbirinden ayırdığı için, hastanın ruhu ortada yok! Bundan dolayı biyomekanik süreçlerin dışında başka süreç görmediği için, bu alan üzerinde istediği gibi tasarrufta bulunuyor.
Bugün bölgesel, ulusal ya da uluslararası bilimsel toplantıların, kongrelerde sunulan bilimsel çalışmaların ve küresel hastalık tedavi kılavuzlarının içeriği, dolaylı ya da doğrudan etki ile büyük oranda ilaç endüstrisi tarafından belirlenmektedir. Bu etkinin bir yansıması olarak, ABD’de %80’i doğrudan hekimlere aktarılmak üzere, ilaç sektörünün promosyona harcadığı paranın 15 milyar dolara ulaştığı bilinmektedir. Endüstrinin, akademik tıbbın kimi alanlarında küresel düzeyde yol açtığı kirlenme o düzeye ulaşmıştır ki; New England Journal Medicine dergisinin eski editörü Dr. Angell, bir yazısında bu durumu “Akademik tıp satılık mı?” başlığı altında irdelemek zorunda kalmıştır.
Yapılan araştırmalara göre, tıp bilgilerinin yarılanma ömrü 2-3 yıldır. 20’nci yüzyılda tıp, neredeyse her 10 yılda bir temel söylemlerini reddeden ve bu kadar yanılgıya rağmen yeni yaklaşımları tereddütsüz kullanan bir sistem, daha doğrusu bir sistemsizlik haline gelmiştir. Sık sık değişen diyet önerileri, mucize diye piyasaya sürülüp, bir kaç sene sonra toplatılmak zorunda kalınan ilaçlar, her gün değişen sağlık tavsiyeleri… Finans kaynağı, tıp biliminin değişmemesini talep ediyor. Çünkü sanayi, ürettiğinin karşılığını almak ister. Patentlenme aşamasına gelinceye kadar, yeni bir ilaç veya buluş için çok büyük araştırma masrafları yapıldığı ve bunu ancak 10-15 yılda geri alabileceği için, en azından bu süre boyunca teorinin değişmemesini talep eder. Tıp bilimi de oradan gelen paralarla araştırma yaptığı için değişmiyor, aynı yerde patinaj yapıyor. Tıp dünyasının artık sistemik bir özeleştiri sürecine ihtiyacı var!
Tıp bir yandan akıl almaz seviyede, ciltler ve kütüphaneler dolusu bilgi yığınına sahip olurken, açılan her kapının ardından, pek çok yeni kapı ile karşılaşmanın sıkıntı ve şaşkınlığını yaşamaktadır. “Yayınla ya da kaybol” kıskacında can çekişen bilim insanlarının çoğu, bilimsel camiada ve dergilerde neyin geçer akçe olduğunu öğrenerek, akademik kariyerlerinde yükselmek amacıyla, özgürce (!), belirli alanlarda gereksiz yere söz söyleyerek ya da çalışma yaparak bilgi kirliliğine neden olmaktadır. Bir örnek vermek gerekirse; sadece T hücresi üzerine yapılan çalışma ve yayınlar, neredeyse orta çaplı bir şehrin alanını kaplayacak kapsama ulaşmıştır. Buna rağmen, bugün T hücresi hakkındaki bilgilerimiz, bilmemiz gerekenin %10’u seviyesinde bile değildir. Akademik yükselme uğruna bu düzeyde bilgi tüketiminin olduğu mevcut kirlilik ortamı, iddia edildiği gibi bilgi toplumunu var etmenin aksine, her türlü etik dışı yayın yapma ihtimaline kapı aralamaktadır.
Modern çağın dini olan serbest piyasanın denetimine girmiş tıp kurumu, Dünya Bankası ve Dünya Sağlık Örgütü’nün önerdiği reformlar doğrultusunda, endüstrinin daha fazla para kazanması için, hayatın kendisini tıbbileştirip bir kazanç kapısı haline getirmiş ise; bu endüstri iktidarının var ettiği bilim ve bilim insanının, dünyaya faydalı işler üretmesini beklemek fazlaca iyimserlik olmaz mı?
Bu yolla üretilen bu ve benzeri sorular, hepimizin zihnine hayatın gerçeği olarak yerleştirilen bir yanılsamadan bizleri kopararak; hayata, bilime, tıbba ve en önemlisi halen yapmakta olduğumuz işe eleştirel bakabilmemizin yolunu açabilir. Belki de o gün Bertrand Russell’ın yıllar önce korktuğu gibi, bilgelikle birleşmeyen kudretimizden ürkebilir, ancak bilgelikle birleşen bilimin insanlığa refah ve mutluluk getirebileceğini fark edebiliriz.
Modern tıbba alternatif olma iddiasıyla ortaya çıkan; fitoterapi, akupunktur, refleksoloji, yoga gibi çoğu Çin ve Hint kaynaklı tedavi yöntemleri de, kısa sürede piyasaya uyum sağlamış, yeni bir umutla çare arayan insanları suistimal etmekten ve kerameti kendinden menkul yeni uzmanlara, hayli tatlı bir kazanç kapısı haline gelmekten kendisini kurtaramamıştır. Günümüzde alternatif tedavi ile ilgili harcamalar, yılda 30 milyar doları aşmış bulunmaktadır. Her televizyon kanalının, her gazetenin, her derginin, türlü dertlere türlü devalar önermekte mahir (!) bir alternatif tıp uzmanı istihdam etmesi boşuna değil herhalde!
Her şeyde ifrata ve tefrite gitmeye meyilli olan insan tabiatı, maalesef tedavi usullerinde de aynı ifrat ve tefrit alışkanlığını göstermiştir. Bu durumdan faydalanan da yine kapitalizm olmuş, kendi krizlerini aşma noktasında yine kendi çarelerini üretmiştir. Postmodern çağda, elinde bulundurduğu en güçlü silah olan kültür endüstrisinin, toplumsal dönüştürme işlevinden de yararlanarak, ekonomik anlamda büyük bir güç olan modern ilaç sektörüne, bir noktada alternatif olarak, geleneksel uygulama ve ürünlerini sunmaktadır. Sağlık gibi toplumsal ve bireysel ölçekte hassas olan bir alanda doğallık miti kullanılarak, hedef kitleye kolaylıkla ulaşılmakta ve hızla büyüyen yeni bir sektör oluşturulmaktadır. Modernlik bizden sorulduğu gibi, doğallık da bizden sorulur, alternatif yöntemler de! Tamamen pozitivist yöntemlerle ve Batının etkisi altında sanatlarını icra eden Müslüman tabipler veya İslam alemindeki tıp bilimi de, komplekslerinden sıyrılıp kendi benliklerinden çıkmış yöntemleri ciddiyetle ele almazlarsa, pek çok yitik malları gibi onu da Batıdan almak zorunda kalacaklardır.
Felsefi bir altyapıyı kurmanın ilk şartı, sorunlar üzerine düşünmeye başlamaktır. Sorunlarınızın farkında iseniz bir derdiniz vardır, derdiniz yoksa düşünceniz, düşünceniz yoksa da felsefeniz olmaz. Derdinin farkında olmayan bir insan yahut toplum ise, karşılaştığı her türlü problemi çözmek için, en kolay çözüm şeklini uygular: İthal çözümleri alır ve olduğu gibi, hiç bir uyarlamaya gitmeksizin hayata geçiriverir. Maalesef Türk toplumu olarak, sadece eğitim alanında değil, sağlık da dahil hemen tüm hayati alanlarda, birkaç yüzyıldır bunun ötesine çok fazla geçebilmiş değiliz. Kurumlarına, siyasal yapısına ve dengelerine, dini değerlerine, ilmi zenginliğine, kültürel kuşatıcılığına karşı oynanmış bu oyunu bozmak, Doğu’nun her evladının boynuna bir borçtur. Şu anda yaşadığımız, tam anlamıyla bir kimlik problemi, bir medeniyet tasavvuru meselesidir.
En önemli ve acilen çözülmesi gereken öncelikli meselemiz; yaşadığımız ülkenin sosyal ve kültürel alt yapısına, insani dokusuna ve tarihsel mirasına uygun olmayan bir eğitim sistemini, standart olarak her kademede gençlerimize dayatıyor oluşumuzdur. Derin bir tefekkürün ürünü olan çözüm önerileri de, ithal çözümlerin geçer akçe olduğu bir toplumda, yankı bile bırakamadan boğulup gitmeye mahkum olmaktadır. İthal çözümlerin uzun vadedeki işe yaramazlığının farkına varan zihinler, artık “bizce nasıl olmalı” sorusunu daha bir ciddiyetle sorup, cevaplar üzerinde müzakere etme cesaretini gösterebiliyorlar. Bu başlangıcı bile, çok, ama çok önemli değişimlerin işaret fişeği olarak yorumlamak ve geleceğe ümitle bakabilmek mümkündür.
Bir kişinin oturup, bu devasa sağlık endüstrisini ve tıp müfredatını yepyeni bir felsefeyle baştan sona tasarlaması, tek başına yapabileceği bir iş değildir. Farklı tecrübe ve bilgilere sahip çok sayıda uzmanın bir araya gelerek yapması gereken; yeni bir insan tanımlaması ve buna dayalı yeni bir tıp felsefesi geliştirilmesi işinden bahsediyoruz.
İkinci Adem olarak da bilinen Hazret-i Nuh’un gemisi, Kitab-ı Mukaddes’e göre Ararat üzerine, Kur’an-ı Kerim’e göre ise Cûdi üzerine oturmuştur. Hangisi kabul edilirse edilsin, bizim için tarihi gerçek değişmemektedir: İnsan neslinin ve medeniyetinin ikinci defa yeryüzüne yayılması bu topraklardan olmuştur. Üzerinde yaşadığımız toprakların, bütün büyük medeniyetlere yataklık etmiş bir kültür beşiği olduğunu sıklıkla kendimize hatırlatarak, tarihi birikimlerimizi gelecek nesillere en iyi şekilde aktarabilmenin sancısını çekmemiz gerektiğini de unutmamak durumundayız. Dünya da aslında bizden bunu bekliyor, ama herhalde şu anda bunun ne onlar, ne de biz tam olarak farkındayız. Muhtac olduğumuz her şey belki de burada, bizimle beraber!
Tevhid anlayışı; insanın kendisi ve çevresiyle uyum içinde olmasını sağlayacak akıl, beden ve ruh birliğini içermektedir. İslam hükeması ve tabipleri, rönesansa kadar geçen yaklaşık bin yıl içerisinde, klinik tıptan cerrahiye, farmakolojiden eczacılığa, hastane yönetiminden tıp eğitimine kadar her alana el uzatmışlar, kalem oynatmışlar ve söz söylemişlerdir. Müslümanların, günümüz anlayışına uygun bir şekilde, bu insan merkezli yaklaşımı tıbba geri getirebilmek için, hiç bir mazerete sığınmadan, var güçleriyle çalışmaları öncelikli görevlerindendir.

Önsöz

İhtiyârımla acep ben hiç olur muydum tabîb
Ger bileydim âlemin bunca devâsız derdini (Mehmet Esat Paşa)

İnsaflı ve tarafsız bir gözle bakanların tespitlerine göre, Hazret-i İsa’dan bu tarafa iki koca milenyumu eskitip, bir üçüncüsüne yelken açan yaşlı dünyamızın sağlığı, bugün pek de iç açıcı bir görüntü vermemektedir.
Dünya Sağlık Örgütü, Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu ve CIA gibi değişik kaynaklarda küçük farklılıklar olmakla beraber; dünyada dolaşan yıllık para miktarı, diğer bir deyişle yıllık gayr-ı safi ‘dünyevi’ hasıla, yaklaşık 100 trilyon dolar olarak hesabedilmektedir. Bu miktarın yaklaşık %10’u, yani 10 trilyon dolar gibi devasa bir kısmı sağlık sektörünce harcanmaktadır. Silah sanayiinden sonra ikinci sırada yer alan dünya ilaç pazarının hacmi, bugün itibariyle, yılda 1 trilyon doları aşmış durumdadır. Uluslararası ilaç tröstlerinin, sadece pazarlama faaliyetleri için harcadığı paranın 100 milyar dolar civarında olduğunu söyleyelim de gerisini varın siz hesabedin! 2016 yılı gayr-ı safi millî hasılamızın 800 milyar dolar civarında olduğu düşünülürse, bu bütçenin 12-13 katı bir paranın büyüklüğünü ve gücünü tahmin etmek zor olmasa gerektir!
Yaklaşık 10 trilyon dolarlık dünya sağlık bütçesinin %40’ını Amerika, %40’ını Avrupa, kalan %20’sini ise dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan diğer ülkeler kullanmaktadır. Bu adil (!) paylaşım karşısında, bir şairimizin deyişiyle; “Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul! Bu taksimi kurt yapmaz, kuzulara şah olsa!” demekten kendimizi alamıyoruz!
Haydi bu devasa paraları gönül rahatlığı ile (!) harcıyorlar, karşılığında Amerika ve Avrupa’nın sağlığı yerinde olsa bari! Ne gezer! Psikiyatrik problemler, obezite, kanser türleri, kalp-damar hastalıkları, AIDS, endokrin bozukluklar ve benzerleri, neredeyse hastalık düzeyinden çıkıp salgın derecesine ulaşmış vaziyette! Dünyada 500 milyon civarında kişi, çeşitli ruh sağlığı problemleri yaşıyor. Diğer bir deyişle, her yedi kişiden biri her yıl, her dört kişiden biri ise, hayatı boyunca bir ruh sağlığı problemiyle karşı karşıya kalıyor. Dünya Sağlık Örgütü, 2020 yılında depresyonun, yetenek kaybı oluşturan hastalıkların başında yer alacağını öngörüyor. Gençlerde sık rastlanan hastalık ve ölüm sebepleri arasında psikiyatrik hastalıklar ilk sıralarda yer alıyor. Madde bağımlılığı ve kişilik bozuklukları, bugünün ve geleceğin en önemli toplumsal sorunlarını oluşturuyor. Batı dünyası, kendilerindeki bu sağlıksız yapıyı dünyanın kalan kısmına ihrac etmekten de hiç geri kalmıyor! Bu durum, tüm bu yükleri sırtımıza yükleyen kapitalist hayat tarzının, başlı başına bir hastalık kaynağı olduğunu göstermiyor mu?
Akademik kurumların olağanüstü çabalarına rağmen, son 50-60 yılda, özellikle tıp alanında esasa yönelik elle tutulur bir gelişme sağlanamamıştır. Zahirdeki pırıltılı-parlak görünüm, tıbbın kendi kerametinden değil, tıp teknolojisinden, yani mühendislik ürünlerinden ileri gelmektedir. Tomografiler, emarlar, sintigrafiler, biyokimyasal ve mikrobiyolojik tetkikler, ilaçlar, cerrahi teknikler ve benzerleri, tabii ki tıbbın yol göstermesiyle geliştirilmiş olmakla beraber, esasında mühendislik ürünleridir. Yani tıp bilimi, ancak mühendisliğin ve elektroniğin izin verdiği kadar ilerleyebilmiştir.
Teknik alandaki bu muhteşem gelişmelerin, tıbbın ana temellerinde ve felsefesinde maalesef sağlanamadığı gerçeği gözlerden kaçırılmamalıdır. Eldeki devasa bilgi birikimi ve sofistike teknolojik imkanlara rağmen, sağlığı korumada, hastalıkları önlemede ve tedavi etmede, Batı tıbbının başarılı olduğunu söylemek mümkün görünmemektedir. Geliştirilen onca ilaca ve uygulamaya rağmen; dünyamızda, ruhsal problemler ve beslenme bozuklukları başta olmak üzere, hastalık sıklığı ve çeşidi her geçen gün artmaktadır.
Peki, bu niye böyle oldu? Acizane kanaatimiz; bu sonuca, Batı tıbbı’nın, diğer bir deyişle modern tıbb’ın, “hayat”ı ve “insan”ı tanıyamaması veya yanlış tanımlaması yol açmıştır.
Tarih boyunca, hiç bir medeniyet sıfırdan gelişmemiştir. Çünkü bilgi kümülatiftir, insanlığın toplam bilgisi, biriken bir şeydir. Nöbetçi medeniyet hangisiyse, geçmişin birikimini alır, onun üzerine kendi zihniyetiyle uyumlu bir şeyler ekler. Bir önceki medeniyetin yanlışları ayıklanır, doğruları alınır, kendi doğruları bu doğruların üzerine eklenerek yeni bir medeniyet oluşturulur. Bu eklenen kısım ekleyenin zihniyeti doğrultusunda olduğu için de, onun kimliğini taşır. “Tıp yoktu, Hipokrat onu var etti; ölmüştü, Galenos diriltti; dağınıktı, Râzî düzenledi; eksikti, İbn-i Sînâ tamamladı!” sözü, bu açıdan güzel bir örnek teşkil eder.
Biz bugün İslam medeniyetini yeniden ihya edeceksek, bunu, ilmi ve hikmeti üretildikleri coğrafyalara göre yaftalayıp mahkum ederek yapamayız! Süpürerek alamayacağımız gibi, süpürerek atamayız da! Ya ne yaparız? Seçeriz! Vahyin inşa ettiği mümeyyiz bir akla düşen de budur!
Sağlık konuları, toplumsal bir zeminde gerçekleşmekle birlikte, ekonomik, kültürel ve siyasal yönleri de olan konulardır. Günümüzde, toplum bilimlerinin sağlık alanına yönelik ilgisi her geçen gün artmaktadır. Akademik çevrelerimiz, muhtemelen konunun ve öneminin farkında olmalarına rağmen, tıp felsefesi alanında ülkemiz şartlarına uygun yeterli çalışma maalesef bulunmamaktadır.
Bu çalışmada; Batı tıbbı’nın felsefi anlamdaki bu tıkanıklığını açmaya yardımcı olmak amacıyla, modern tıp felsefesine, “hayat” ve “insan”ın doğru tanımları üzerinden bir katkı sunulmaya çalışılacaktır. Ben bir felsefeci değil, tıp doktoruyum. Amacım; içeriden birisi olarak tespit edebildiğim eksiklik ve yanlışlıklara dikkat çekmek, gücüm ve kapasitem miktarınca bazı çözüm teklifleri sunmaya çalışmaktır. Kitapta rastlanabilecek her türlü hata tarafıma ait olacaktır. Her türlü yapıcı eleştiri ve katkıya açık olacağımı peşinen beyan ederim. Ülkemizin ilmî ve fikrî birikimine bir nebze de olsa katkıda bulunabilirsem, kendimi mutlu sayacağım!
Çalışmamızda pek çok kaynaktan yararlanılmıştır. Okuyucunun dikkatini dağıtmamak ve konu akışını bozmamak açısından, kaynaklar metin içerisinde değil, çalışmanın sonunda toplu olarak verilmiştir. Özellikle; Prof. Dr. Sinan Canan, Dücâne Cündioğlu, Yrd. Doç. Dr. Emre Dorman, Yrd. Doç. Dr. Şahin Efil, Prof. Dr. Mehmet Önal, Prof. Dr. Kemal Sayar, Prof. Dr. Nevzat Tarhan, Prof. Dr. Caner Taslaman ve Prof. Dr. Süheyla Ünal’ın yazılarından ve fikirlerinden oldukça faydalandım. Kendilerine ve diğer kaynaklarımın sahiplerine teşekkürü bir borç bilirim. Çalışmamın dilbilgisi açısından son redaksiyonunu yapan değerli dünürüm Prof. Dr. Hasan Kavruk’a hususen müteşekkirim.
Çalışmamın basımı aşamasında her türlü desteği sağlayan İnönü Üniversiesi Rektörü Sayın Prof. Dr. Ahmet Kızılay’a, değerli arkadaşım Prof. Dr. Cengiz Yakıncı’ya ve İnönü Üniversitesi Yayınevi çalışanlarına çok teşekkür ederim.

Prof. Dr. Mustafa Şenol
Emekli Deri ve Zührevi Hastalıklar Uzmanı

Yirminci Vizit: Battal Gâzî’nin Mezârı

  • Günaydın Yeldâ Hanım, günaydın Hamdi Bey, nasılsınız?
  • Teşekkürler Hocam, iyiyiz, siz nasılsınız?
  • Gâyet iyiyim Allah’a şükür! Müsâdenizle önce çayımızı demleyelim! İzin verirseniz ben bugünkü sınavda stajyerlerimize sosyal ve paramedikal konulardan soru sormak istiyorum!
  • Siz nasıl isterseniz Hocam! Biz tıbbî konulardan, siz sosyal konulardan, bakalım nasıl bir sınav olacak?
  • İlk arkadaşımızı alabiliriz!
  • Yazılı sınavda aldıkları notlara göre en yüksekten başlayıp aşağı doğru sıraladık Hocam! İlk sırada Zeynep Acar var!
  • Hoş geldin Zeynep Hanım! Nasılsın?
  • Çok heyecanlıyım Hocam!
  • Öncelikle tebrik ederiz, çok iyi bir puan almışsın! Oradan çikolatanı al, şimdi de yiyebilirsin, çıkınca da! Rahat ol, seninle sohbet havasında bir sınav yapacağız inşallah! Vizitler de de konuşmuştuk ama, Hocalarımız için bir daha tekrarlayalım! İsminizin anlamı neydi Doktor Hanım?
  • Babasının süsü, babasının kıymetlisi anlamına geliyor Hocam!
  • Ne güzel! Nereliydiniz Zeynep Hanım?
  • Gâzîantepli Hocam!
  • Antep ismi nereden geliyor acabâ Doktor Hanım?
  • Eski adı “Hantap”mış Hocam! Hazret-i Ömer döneminde fethedilince, bol pınarlı şehir anlamında “Ayntâb” denmiş. Zamanla Türkçe uyumla bu isim “Antep”e dönüşmüş!
  • Âferin, çok güzel açıkladın! Gâzî’liği nereden geliyor acabâ?
  • Kurtuluş Savaşı’nda Fransızlara karşı gösterdiği kahramanlıktan Hocam!
  • Âferin! Zeynep Hanım’a benden tam puan! Buyurun arkadaşlar, sıra sizde!
  • İkinci sıradaki arkadaşımız Âhu Hanım buyursun!
  • Merhaba Doktor Hanım, hoş geldiniz!
  • Teşekkür ederim Hocam!
  • Heyecanlı görünüyorsun!
  • Öyle Hocam!
  • Sâkin ol! Tebrik ediyoruz, sen de yazılı sınavdan güzel bir not almışsın! Önce çikolatanı al, sonra da senden Âhu’nun anlamını öğrenelim!
  • Kelime olarak ceylan demek Hocam! Güzel, ince, zarif kadın anlamına geliyor!
  • Çok güzel! Nereliydiniz Doktor Hanım?
  • Malatyalı’yım Hocam!
  • Hangi ilçeden?
  • Battalgâzî’den Hocam!
  • Ne güzel! Ben târihe ve târihî kişilere çok meraklıyım! Acabâ bana Battalgâzî Hazretleri’nin mezârını târif edebilir misiniz? Gidip bir ziyâret edeyim!
  • Ulu Câmi’ye yakın bir yerlerde olduğunu zannediyorum Hocam!
  • Tam yerini ricâ etmiştim!
  • Doğrusu çok emin değilim Hocam!
  • Pekî, ben târif edeyim! Otobüse binip 800 kilometre kadar Batı’ya gideceğiz. Eskişehir ilinin Seyitgâzî ilçesine varıp hazretin türbesini orada ziyâret edeceğiz! Çünkü kendisi, Bizans’la yaptığı bir gâzâ sırasında burada şehit düşmüştür!
  • Teşekkür ederim Hocam, sâyenizde ben de öğrenmiş oldum! Aynı zamanda mahcup ta oldum!
  • Bilmemek ayıp değil öğrenmemek ayıp denmiştir Doktor Hanım! Ben teşekkür ederim! Şimdi siz buyurun sayın Hocalarım!
  • Üçüncü arkadaşımız Mücâhit Bey’i ricâ edelim!
  • Hoş geldin Mücâhit Bey!
  • Teşekkürler Hocam!
  • Tebrik ediyoruz! Çikolatanı al, sonra senden isminin anlamını öğreneceğiz!
  • Din yolunda çalışan, gayret gösteren, mücâdele eden anlamlarına geliyor Hocam!
  • Çok güzel! Peki, nerelisin?
  • Dârendeliyim Hocam!
  • “Olmayasın üç beldenin birinden, Dârende’den, Arapgir’den, Eğin’den!” sözünü kim söylemiş acabâ?
  • Bilemedim Hocam!
  • Yavuz Sultan Selim, Mısır’a sefer fetvâsını veren âlime, buralardan çok âlim çıkar meâlinde ve taltif bâbında söylemiş!
  • Günümüzde negatif anlamda, hattâ Divriği ve Gürün de eklenerek, “olmayasın beş beldenin birinden” şeklinde kullanılıyor Hocam!
  • Doğrusun! Herhalde sizi çekemeyenler, uzanamadığı üzüme koruk diyen tilki misâli öyle diyorlardır!
  • Peki, bize Somuncu Baba’nın tam adını söyleyebilir misin?
  • Şeyh Hâmid-i Velî veya Şeyh Hamîdeddin Aksarayî Hocam!
  • Âferin! Teşekkür ederim! Buyurun Yeldâ Hocam!
  • Sıradaki arkadaşımız Nâlan Hanım’ı ricâ ediyoruz!
  • Hoş geldiniz Doktor Hanım, nasılsınız?
  • Teşekkürler Hocam!
  • Senden önce çıkan arkadaşların yüz ifadeleri ne anlatıyordu?
  • Neşeli çıktıklarını gördük Hocam!
  • İnşallah siz de öyle çıkarsınız! Adınızın anlamıyla başlayalım!
  • İnleyen, ağlayan gibi bir anlamı var Hocam!
  • Gerçekten de öyle misin?
  • Çabuk duygulanırım, gözlerim sık sık dolar!
  • İsmin ile müsemmâ imişsin demek ki!
  • Efendim Hocam!
  • Adının anlamına uygun bir tabiatın var demek istedim!
  • Öyle Hocam!
  • Allah ağlatmasın! Nereliydiniz Nalan Hanım?
  • Sivas’lıyım Hocam!
  • Ne güzel! Sivas isminin nereden geldiğini biliyor musun?
  • Rivayet çok ama en akla yatkını, Selçuklular döneminde kullanılan ve “üç pınar” anlamına gelen “Sebast” kelimesinden geldiği şeklindedir Hocam!
  • Sivaslı’ya Timur’un zulmünden bile ağır gelen zulüm nedir acaba?
  • İki saat senfoni orkestrasını dinlemek zorunda kalan dedenin: “Sivas Sivas olalı, Timur’dan bu yana bele zulüm görmedi!” dediğini duymuştum Hocam!
  • Âferin! Teşekkür ediyorum! Buyurun Hamdi Hocam!
  • Hoş geldin Şemsettin Bey, nasıl geçti stajınız?
  • Çok yoğundu Hocam!
  • İleride çok yarârını göreceksiniz! Adınızın anlamını merak ediyoruz!
  • Dînin güneşi demek Hocam!
  • Ne güzel! Sizin memlekete niye Adıyaman demişler acabâ?
  • Rivâyet muhtelif olmakla birlikte, Arap orduları tarafından fethedilince, şehrin Perre olan adını “Vâdi-i Leman” yani güzel vâdi olarak değiştirdikleri, zamanla bu ismin Adıyaman’a dönüştüğü sanılıyor Hocam!
  • Adıyaman otobüsü, Abuzer isimli bir suçluyu arayan jandarma tarafından durdurulup, “Abuzerler insin” denince 39 kişi inmiş, bir kişi inmemiş derler! Niye inmemiş acaba?
  • O “Hacı Abuzer”miş de ondan inmemiş Hocam!
  • Sizdeki bu Abuzer sevgisi nereden geliyor dersin?
  • Şehri fetheden İslam ordusu içinde büyük sahâbe Ebû Zerr’il Gıffârî de varmış ve burada bir süre ikâmet etmiş. Halkımız ona hürmeten çocuklarına Ebûzer adını vermişler Hocam!
  • Âferin! Târihine ve geçmişine saygılı olmak güzel bir meziyettir. Teşekkür ederim!
  • Hoş geldin Nâdire Hanım!
  • Hoş bulduk Hocam, teşekkürler!
  • Adının anlamını sormayacağım, çünkü çok açık!
  • Hakîkaten az rastladığımız isimlerden! Nerelisiniz Doktor Hanım?
  • Kahramanmaraş’lıyım Hocam!
  • Ne güzel! Sütçü İmam’ın memleketinden! Sütçü İmam hangi câminin imamıymış acabâ Doktor Hanım?
  • Din görevlisi değil Hocam, süt satarak geçimini sağlayan ve adı İmam olan Maraşlı kahraman! Fransızlara ilk kurşunu atmıştır!
  • Allah mekânını Cennet etsin! Maraş adı nereden geliyor acabâ?
  • Genel kanaat, şehri kuran Hitit komutanı Meraj’ın isminden geldiği şeklindedir Hocam!
  • Teşekkürler Nâdire Hanım!
  • Hoş geldin Mehmet Bey, nasılsın bakalım?
  • İş güveyliğinden hallice Hocam!
  • Doktor Bey, evli ve çocuk babası arkadaşlarımızdan Yeldâ Hanım! Hayrola Mehmet Bey, evde bir sıkıntı yoktur inşallah!
  • Sizden öğrendiğimiz bir sözü mecâzi anlamda kullanmaya çalıştım Hocam!
  • Âferin, demek ki konuştuklarımız boşa gitmiyor! Bize adının anlamını açıklar mısın?
  • Muhammed isminin Türkçe’de kullanılan şekli olup çok övülen demektir Hocam!
  • Ne güzel! Nerelisin Mehmetciğim?
  • Muş’luyum Hocam!
  • Muş adının kökeni konusunda bilgi verebilir misin?
  • Kabul gören iki rivâyet var! Biri; şehri kuran Urartu hükümdarı “Muşet”in adından, diğeri ise; Süryânîce, suyu bol yer anlamındaki “Muşa”dan geldiği şeklindedir Hocam!
  • Âferin! Yemen türküsündeki Muş hakkında ne dersin?
  • Bu türkü özbeöz Muş türküsü olup, bâzılarının iddia ettiği gibi Yemen’in Huş şehri ile herhangi bir alâkası yoktur Hocam!
  • Âferin Mehmet! Ben de öyle biliyordum! Teşekkür ederim!
  • Hoş geldin Ayşe Hanım!
  • Teşekkürler Hocam!
  • Adının anlamı ile başlayalım mı?
  • Tabii Hocam! Arapça kökenli bir isim olup bolluk ve huzur içinde yaşayan anlamına geliyor Hocam!
  • İnşallah ismin ile müsemmâ bir hayat geçirirsin! Memleket nere Doktor Hanım!
  • Malatya’lıyım Hocam!
  • Hangi ilçe?
  • Kernek’de doğmuşum Hocam!
  • Ne güzel! Derme suyunun hikâyesini senden dinleyeceğiz demek ki!
  • Derme İlkokulu’ndan mêzunum ama bahsettiğiniz hikâyeyi hiç duymadım Hocam!
  • Rivâyet olunur ki; sıcak bir yaz günü Hazret-i Mesih, arkadaşları ile berâber, Gündüzbey Kasabamız’ın üst taraflarında gezinirken oldukça susamışlar. Mesih Aleyhisselam, âsâsını yere vurunca kayaların arasından bir pınar fışkırmış, doya doya içmişler!
  • Mesih kim Hocam?
  • Hazret-i Îsâ Doktor Hanım!
  • Îsâ Peygamber Malatya’ya gelmiş mi Hocam?
  • Halkın muhayyilesi her şeye kâdirdir Ayşe Hanım!
  • Hazret-i Îsâ oradan ayrıldıktan sonra, bölge halkı ona hürmeten suyun çıktığı yere küçük bir kilise (deyr) yapmışlar ve Deyr-i Mesih (Mesih Kilisesi) adını vermişler. Deyri-i Mesih adı, zamanla “Derme”ye dönüşmüş. İşte bugün içme suyu olarak kullandığımız, artanı da şehrin ortasındaki kanaldan akan suyumuzun hikâyesi budur Doktor Hanım!
  • Çok teşekkür ederim Hocam! Sâyenizde kültürümüz zenginleşti!
  • Ben teşekkür ederim!
  • Hoş geldin Bülent Bey, nasılsın?
  • Teşekkürler Hocam! Sınav iyi geçerse daha iyi olacağım inşallah!
  • Ondan şüphemiz yok! Bülent’in anlamını merâk ediyoruz!
  • Farsça’dan dilimize geçmiş bir kelime olup yüksek, yüce, ulu gibi anlamları var Hocam!
  • Çok güzel! Nerelisin Doktor Bey?
  • Arguvan’lıyım Hocam!
  • Ne güzel! Türkülerin anavatanından! Arguvan’ın erguvan’la bir ilgisi var mı acabâ?
  • Yok Hocam! Buranın ilk kurulduğu zamanlardaki adı olan “Argaus”tan geldiği düşünülüyor!
  • Ne güzel! Arguvan türkülerinin hep hüzün dolu olmasını neye bağlıyorsun?
  • Yöre halkı tarih boyunca çok sıkıntılar çekmiş! Yoksulluk, imkansızlık, dışlanmışlık, gözden uzaklık hâlen bölgenin genel özellikleridir! Böyle bir ortamdan ağıttan başka ne çıkabilir Hocam!
  • Çok haklısın Bülent Bey!
  • Bölgede “Arguvan ağzı”ndan başka ağızlar da var mı?
  •  Çamşıhı ağzı, Polat ağzı gibi bazı mahallî söyleyiş şekilleri olduğunu biliyorum Hocam!
  • Teşekkürler Doktor Bey!
  • Hoş geldin Nergiz Hanım, nasılsın?
  • Teşekkürler Hocam, biraz heyecanlıyım!
  • Geçer inşallah! Adınızın güzel bir çiçekten geldiği belli!
  • Evet Hocam, güzel gözlü anlamına geliyor!
  • Ne güzel! Nerelisiniz Doktor Hanım?
  • Malatyalıyım Hocam, Kale ilçesinden!
  • İzollu, kayısı cenneti bir ilçemiz! Nergiz Hanım, kayısıya niçin mişmiş demişler acabâ?
  • Arapça’da kayısıya mişmiş dendiğini biliyorum Hocam!
  • Doğru, ama Malatya’da niye mişmiş dendiğini öğrenmek istiyorum!
  • Sizden dinlemek isterim Hocam!
  • Rivâyet olunur ki, 150 yıl kadar önce, Malatya eşrâfından Hacıhaliloğlu Mustâfendi, birkaç arkadaşı ile birlikte hacca gitmişler. O zamanlar hacca yaya veya hayvan sırtında gidiliyor! Halep-Şam arası bölgede gâyet lezzetli, suyu az, hurma gibi kuruyan bir meyve görüyorlar ve adının mişmiş olduğunu öğreniyorlar! Hac dönüşünde aynı bölgeden geçerken, bu meyvenin Malatya’da yetişip yetişmeyeceğini soruyorlar! Oranın halkı da iklim şartlarını öğrenince, mişmiş’in Malatya’da rahatlıkla yetişebileceğini söylüyorlar! Yanına bolca mişmiş çekirdeği alan Mustâfendi, hacı karşılama ve ağırlama merâsimleri bittikten sonra, bahçesinde çukurlar açıp çekirdekleri dikmeye başlamış. Bahçe duvarından onu seyreden komşusu sormuş:
  • Hayrola Hacefendi, ne yapıyorsun?
  • Halepten getirdiğim bir meyveyi dikiyorum!
  • Dikince n’olacak?
  • Bitecek!
  • Sonra?
  • Büyüyecek!
  • Sonra?
  • Çiçek açacak!
  • Sonra?
  • Çağla olacak!
  • Sonra?
  • Olgunlaşacak!
  • Sonra?
  • Kurutulacak!
  • Sonra?
  • Âfiyetle yenecek!
  • Komşunun bu uzun hesaplı işe pek aklı yatmamış! Dönmüş öbür duvar komşusuna:
  • Dikecekmiş! Bitecekmiş! Büyüyecekmiş! Olacakmış! Kuruyacakmış! Yenecekmiş! Mişmiş de mişmiş! Mişmiş de mişmiş! Olmaz bu iş! demiş.
  • Ama fidanlar büyümüş, çiçek açmış, meyveye durmuş ve yeni meyvenin adı mişmiş olmuş! Hacıhaliloğlu da böylelikle Malatya’nın en meşhur kayısı çeşidi olmuş!
  • Ne güzel anlattınız Hocam! Bu hikâyeyi nereden okudunuz?
  • Ben yazmış olamaz mıyım Doktor Hanım?
  • Tabii ki olabilir Hocam!
  • Teşekkürler Nergiz Hanım!
  • Hoş geldin Nevzat Bey! Bermûtad adınızın anlamı ile başlayalım!
  •  Farsça kökenli bir kelime olup yeni doğan anlamına geliyor Hocam!
  • Ne güzel! Nerelisiniz Nevzat Bey?
  • Malatyalı’yım Hocam! Tiryandafil (kırk yapraklı gül) diyarından!
  • Mâşallah, Dârende’den ikinci arkadaşımız! Dârende adı nerden geliyor acabâ?
  • Kuruluş yıllarındaki adı olan Tiranda veya Tohma Kanyonu’na izâfeten Derindere’den geldiği rivâyetleri var Hocam!
  • Çok güzel! Bize Somuncu Baba’nın Osmanlı İmparatorluğu’ndaki öneminden bahsedebilir misiniz?
  • Sizden dinlemek isteriz Hocam!
  • Somuncu Baba Hazretleri, meşhur Hacı Bayrâm-ı Velî Hazretlerini, Hacı Bayram da Akşemşeddin Hazretlerini yetiştirmiştir. Yâni, Somuncu Baba, İstanbul fethinin mânevî dedesidir!
  • Teşekkür ederiz Hocam, sâyenizde öğrenmiş olduk!
  • Ben teşekkür ederim! Sizin sâyenizde geçmişimizi bir kere daha yâd etmiş olduk!
  • Merhaba Dursun Bey, hoş geldiniz!
  • Teşekkür ederim Hocam!
  • Adını niye Dursun koymuşlar acaba?
  • Benden önce doğan iki kardeşim bebekken ölmüşler! Bana “yaşasın ve uzun ömürlü olsun” anlamında Dursun adı verilmiş Hocam!
  • İnşallah ismin ile müsemmâ olursun!
  • İnşallah Hocam!
  • Nerelisin Doktor Bey?
  • Hataylı’yım Hocam!
  • Ne güzel! Hâbib-i Neccar Hazretleri’nin memleketindensiniz?
  • Evet Hocam! Şehir merkezinde onun adına yapılmış bir câmi, dağın yukarı kısımlarında da makâmı var!
  • Âferin! Neccar ne demek acabâ?
  • Bilmiyorum doğrusu Hocam!
  • İnce işler yapan marangoz anlamına geliyor! Peki, hikâyesini biliyor musun?
  • Antakya’ya gönderilen üç havâriye yardım ettiği için öldürülen bu kişinin hikâyesi Yâsin sûresinde anlatılmaktadır Hocam!
  • Âferin Dursun Bey, teşekkür ederim!
  • Hoş geldin İsmâil Bey, son arkadaşımız olarak hoş geldin!
  • İnşallah sona kalan dona kalmaz Hocam!
  • Olur mu öyle şey! İsmâil’in anlamını güzelce söylersen iyi bir başlangıç yapmış oluruz!
  • İbrânîce’den Arapça’ya, oradan da Türkçe’ye geçen ve Allah’ı işiten, duâsı kabûl edilen mânâsına gelen bir isimdir Hocam!
  • Ne güzel!
  • Memleket nereydi İsmâilciğim?
  • Malatya Hocam, Yeşilyurtlu’yum!
  • Çırmıktı’dan mı, İsmetpaşa’dan mı?
  • İlçemizin diğer adlarını saydınız Hocam, teşekkür ederim!
  • Rivâyete göre Akçadağlılar’la aranız pek iyiymiş!
  • Öyledir Hocam! Akçadağlı ile yılanı aynı çuvala koymuşlar, bir dakika sonra yılan: “Çıkarın beni buradan, Akçadağlı beni sokuyor” diye bağırmaya başlamış!
  • Aynı hikâyeyi Akçadağlılar da sizin için anlatıyorlar ama!
  • İşte birbirimizi çok sevdiğimizin en iyi kanıtı Hocam!
  • Teşekkürler Doktor Bey! Buyurun sayın Hocalarım!