Derviş Deli Mehmet (Neye Layıksanız)

Bir varmııış, bir yokmuş, Allah‘ın kulu pek çokmuş, lâkin bu masalı benden başka bilen hiç kimse yokmuuuş!

Evvel zamân içinde, kalbur samân içinde, cinler cirit oynarken eski hamâm içinde! Develer dellal iken, pireler berber iken, ben babamın beşşiğini tıngııır mıngır sallarken! Babam düştü beşşikten, annem düştü eşşikten. Onlar ermiş murâdınaaa, biz gelelim masalımızaaa!
Zamanlardan bir zaman, vakitlerden bir vakit, bir memleketin, kuş uçmaz kervan geçmez, gözlerden uzak bir dağ köyünde bir Şeyh Efendi yaşarmış. İlmiyle ve hâliyle insanları irşâd etmeye, insan yetiştirmeye, gönül kazanmaya gayret edermiş. Bu Şeyh Efendi’nin pek çok seveni ve sayısı belirsiz mürîdi varmış. Bu müridler içinde Deli Mehmet adında bir derviş varmış ki, edepsiz mi edepsiz, küfürbaz mı küfürbaz, düzenbaz mı düzenbaz, her türlü şirretliği yapabilecek tıyniyette1 birisi imiş. Kimse, Şeyh Efendi’nin böylesine yaramaz bir kişiyi niçin yanında barındırdığına akıl sır erdiremez, edeplerinden Şeyh Efendi’ye de soramazlarmış. Ara sıra kulağına kadar ulaşan îtirazlara Şeyh Efendi:
– Dokunmayın benim deli dervişime! Burada zarârı sâdece kendinedir, milletin içine bırakırsak, olacakları hiç biriniz tahayyül edemezsiniz! dermiş.
Gel zaman git zaman, bir gün Şeyh Efendi’nin şehirde görmesi gereken bir iş zuhûr etmiş. Şehirdeki işlerini halledip Cumâ namazını Ulu Câmi’de edâ etmek için, sabah erkenden yola çıkmak üzere hazırlıklarını yapmış. Sabah namazını kılıp atına binmek üzereyken, Derviş Deli Mehmet:
– Şeyhim, şeyhim, güzel şeyhim! Ne olur şehre beni de götür! Yıllardır bu dağ başındayım. Tebdîl-i mekânda ferahlık vardır derler. Gözüm gönlüm açılır, değişik yüzler görürüm! demiş.
– Oğlum! Ben işlerimi halledip hemen döneceğim. Senin şehirde bir işin yok, yarım gün için bu yorgunluğa değmez, otur oturduğun yerde! demiş Şeyh Efendi. Derviş ısrarla:
– Aman şeyhim, canım şeyhim! Ne olur beni de götürsen? Hem sana yoldaş olurum, hem de yolda seni eğlendiririm! demiş.
Yufka yürekli Şeyh Efendi, Deli Derviş’in bu kadar yalvarmasına dayanamamış ve birlikte yola koyulmuşlar. Dağ yollarından geçip şehre giden ana yola çıkınca bir de ne görsünler! Memleketin bütün ahâlisi, akın akın şehre gidiyor. Cumâ günleri yolların biraz kalabalık olması beklenir amma, bu kalabalık öyle böyle değil! Şeyh Efendi, yanından geçen birisine:
– Hayrola evlâdım! Millet yollara düşmüş, seller gibi şehre akıyor. Nedir bu işin sebeb-i hikmeti? diye sormuş. Adam:
– Duymadınız mı? Pâdişahımız efendimiz üç gün önce vefât etti.
– Allah rahmet eylesin! Âdil bir emirdi. Mekânı Cennet olsun! İyi de, insanlar niye şehre koşturuyor, hâlâ anlamış değiliz!
– Sizin dünyâdan haberiniz yok gâlibâ! Bugün Cumâ namazını müteakip yeni pâdişah seçilecek!
– Allah Allaah! Seçilecekse seçilecek, insanlara ne oluyor?
– Siz hakîkaten bu dünyâda yaşamıyorsunuz anlaşılan! Bu memlekette pâdişah seçimi Devlet Kuşu uçurularak yapılır. İnsanlar da hem bu olayı seyretmek, hem de bir umut, “olur a! Devlet Kuşu bizim başımıza konarsa” diyerek şehre gidiyorlar.
Kalabalığın sebebini öğrenen Şeyh Efendi ve Deli Mehmet, aralarında şakalaşmaya ve olayı değerlendirmeye başlamışlar. Deli Derviş:
– Şeyhim! Ah şu deli kuş, azsa, yanılsa da benim başıma konsa! Pâdişah olunca, bu memlekette Haccâc-ı Zâlim’e ferman okuttururum! Akla hayâle gelmedik ne kadar zulüm varsa yaparım! Vallaha da yaparım, billaha da yaparım! demiş. Şeyh Efendi de:
– Oğlum, biz ahret adamlarıyız, dünyâ ile işimiz olmaz! Lâkin, Allah takdîr eder de kuşu benim başıma kondurursa, bu memlekette Hazret-i Ömer’in idâresini ihyâ etmeye, adâleti en üst seviyede têsîs etmeye gayret ederim! demiş.
Deli Derviş’in, kuşun tesâdüfî seçimine, Şeyh Efendi’nin ise ilâhî takdire bağladığı pâdişah seçimi konusunu konuşa konuşa şehre varmışlar. Şeyh Efendi işlerini halledene kadar Cumâ vakti olmuş. Cumâyı kıldıktan sonra, Şeyh Efendi:
– Hadi oğlum, yolcu yolunda gerek! diyerek atına doğru yürümüş. Deli Mehmet:
– Şeyhim, pâdişah seçimini görmeden şuradan şuraya bir adım atmam! İstersen sen git, ben arkandan yetişirim! demiş. Onu yalnız bırakmak istemeyen Şeyh Efendi:
– Oğlum, bizim pâdişahlıkla, vezirlikle ne işimiz olur? Bu iş, bizim işimiz değil! Yolumuz uzun, geceye kalırız, kurtla kuşla uğraşırız, hadi gidelim! dediyse de Deli Derviş oralı olmamış. Şeyh Efendi çar nâçar ona uymak zorunda kalmış.
Ahâli hükümet meydanını doldurmuş ve heyecanla seçimin başlamasını beklemeye başlamış. Biraz sonra, Kara Vezir elinde bir kafesle sarayın balkonunda görünmüş:
– Ey ahâliii! Mâlumunuz olduğu üzeree, geçen hafta sevgili pâdişahımız Hakk’ın rahmetine kavuşmuştuur! Birazdaan, şu elimde gördüğünüz Devlet Kuşu’nu salıvereceğim. Geleneğimize göre, Devlet Kuşu kimin başına konarsaa, yeni pâdişahımız o olacaktıır!
Kara Vezir besmeleyle kafesin kapağını açmış ve Devlet Kuşu’nu bırakmış. Kuş, meydanın üzerinde birkaç tur atmış, dönmüş dolanmış, gelmiş bizim Deli Mehmed’in tepesine konmuuş! Pâdişahlığı kendisine yakıştıran Kara Vezir başta olmak üzere ileri gelenler:
– Bu kim yâhu! Bir derviş! Bir derviş parçasından pâdişah mı olur? Kuş şaşırdı herhal! demişler.
Kuşu tekrar kafesine koymuşlar, Deli Derviş’in yerini değiştirmişler. İkinci defâ uçurulan Devlet Kuşu, fırlanmış, dolanmış, aramış, taramış, tekrar Deli Oğlan’ın kafasına konmuuş! Ekâbir takımı:
– Allâh’ın hakkı üçtür! deyip kuşu tekrar kafese kapatmışlar, Derviş’i de bir samanlığa saklamışlar.
Tekrar uçurulan Devlet Kuşu, gidip samanlıkta da Deli Mehmed’i bulunca:
– Bu kadar tesâdüf mümkün değil! Demek ki Allah’ın takdîri budur! Takdîre karşı boynumuz kıldan ince! deyip:
– Yaşasın Pâdişâhımız! Pâdişâhım çok yaşa! Allah devletini uzun eylesin! nidâları arasında Derviş Deli Mehmed’i tahta oturtmuşlar.
Şeyh Efendi içinden “eyvah” demiş ama kadere karşı gelinemeyeceğini bildiğinden sesini çıkarmamış. Eski dervişini, yeni Sultânı son defâ görmüş, “hayırlı olsun” dedikten sonra köyüne dönmüş.
Yeni pâdişahın seçilmesi şerefine kurbanlar kesilmiş, yenilmiş, içilmiş, kırk gün kırk gece süren şenlikler düzenlenmiş. Tebrik ve hayırlı olsun ziyâretleri günlerce devâm etmiş.
Yeni Sultan, cülus faslı bittikten sonra Kara Vezir’i çağırmış:
– Ey benim müdebbir vezîrim! Bu seçim ve kutlama işleri bütçemizi sarsmıştır. Şu anda vatandaştan ne kadar vergi alıyoruz? demiş. Vezir:
– Kelle başı bir lira alıyoruz Sultânım! diye cevaplamış.
– Yârından îtibâren vergileri iki liraya çıkardım, derhal tahsil edile! diye emir buyurmuş yeni Sultan.
Kara Vezir vatandaşın üzerine vergi memurlarını salmış ve hemen tahsilâta başlanmış. Bu vergi artışı, ilk elde fakir tabakayı etkilemiş, oralardan mırın kırın bazı sesler çıkmış ama, orta halliler ve zenginler bu işten pek etkilenmemiş.
Birkaç ay sonra Sultan, Kara Veziri tekrar huzûruna çağırmış:
– Ey benim tecrübeli vezîrim! Vatandaştan ne kadar vergi alıyoruz? diye sormuş. Vezir:
– Adam başı iki lira alıyoruz Sultânım! diye cevaplamış. Sultan:
– Hazînemizin dolu olması lâzım. Yârından îtibâren vergileri dört liraya çıkardım, îcâbı derhal yerine getirile! demiş.
Vergi memurları derhal memlekete dağılmışlar ve icraata girişmişler. Bu sefer fakirlerle birlikte orta halliler de feryâd etmeye başlamış.
Bir zaman sonra Kara Vezir tekrar huzûra çağrılmış.
– Ey benim güngörmüş vezîrim! Vatandaştan ne kadar vergi alıyoruz? diye sormuş Sultan.
– Kişi başı dört lira alıyoruz Sultânım! demiş vezir.
– Sarayımız çok eskimiş, dosta düşmana karşı ayıp oluyor. Yeni ve debdebeli bir saray yaptırmamız gerekiyor. Yârından îtibâren vergileri sekiz liraya çıkardım, gereği derhal uygulana! emrini vermiş Sultan.
Vergi memurları emrin gereğini yerine getirmek için derhal memleketin dört bir yanına dağılmışlar. Bu sefer zenginlerin canı da fenâ halde yanmış, ortalık feryâd u figandan geçilmez olmuş.
Sultan, memleketin en mâhir mîmarlarını çağırtmış. Eşi benzeri olmayan bir saray istediğini söyleyip, ne gerekiyorsa yapmalarını emretmiş. Emri alan mîmarlar, târif edilen şekilde mutantan bir saray inşa etmek için hemen işe girişmişler. Planlar hazırlanmış, uygun bir arâzi tespit edilmiş, bulunabilecek en değerli ve pahalı malzemeler temîn edilip inşaata başlanmış.
İnşaatın yarısı tamamlanmadan, hazînedeki para suyunu çekmiş. Sultan vezirini tekrar huzûra dâvet etmiş.
– Ey benim Kara Vezîr’im. Saray inşaatımız iyi gidiyor, lâkin hazînemiz boşalmaya yüz tuttu. Vatandaşımızdan ne kadar vergi alıyorduk? demiş. Vezir:
– Tebaa başına sekiz lira alıyoruz Sultânım! diye cevaplamış. Sultan:
– Yârından îtibâren vergileri iki katına çıkardım. Hemen gereği yerine getirile! buyurmuş Sultan. Kara Vezir, utana sıkıla:
– Sultânım! İlk iki vergi zammında fazla zorlanmadık. Lâkin üçüncü zamdan sonra, vatandaşta verecek para kalmadı. Mümkünse zam oranını biraz düşük tutsak! demiş. Sultan hiddetle:
– Sen ne dersin bre Vezir? Saray inşaatımızı yarım bırakıp elâleme rezil mi olalım? Parası olanın parasını, olmayanın iki ineğinden birini, dört keçisinden ikisini, dört tavuğu olanın iki tavuğunu, on yumurtası olanın beş yumurtasını alacaksınız! Vermeyeni kodese tıkacaksınız! buyurmuş.
Vergi memurları tekrar işe koyulmuşlar. Sultân’ın emirleri harfiyyen yerine getirilmiş. Bu son darbeyle memlekette zengin kalmamış, vatandaş fakirlikte eşit hâle gelmiş. Sultan aleyhinde en ufak bir laf eden, şanslı ise hapisle paçayı kurtarmış. Memlekette hapishaneler ağzına kadar adamla dolmuş. Bu kadar şanslı olmayanlar kendini celladın önünde bulmuş.
Sonunda inşaat tamamlanmış, yapılan muhteşem saray büyük bir törenle hizmete açılmış. Emeline kavuşan Sultan mes’ut ve neşeli, vatandaş ise kan ağlar vaziyette!
Sultan ve Vezir, bir gün tebdîl-i kıyâfet çarşıyı dolaşırlarken ikindi ezânı okunmaya başlamış. Sultan huşû içinde ezân-ı Muhammedî’yi dinlemiş. Halkın bir kısmı câmiye gitmiş, büyük bir kısmı ise işine gücüne devâm etmiş. Sultan halkı toplamış:
– Bu okunan neydi? demiş. Ahâli:
– Ezân-ı Muhammedî idi! demiş. Sultan:
– Peki siz nesiniz? diye sormuş.
– Müslümânız elhamdülillah! demiş ahâli.
– Ulan bu nasıl müslümanlık! Ezan okunur, namaza çağrılırsınız, ama câmiye gitmezsiniz! Atın bunları kodese! buyurmuş Sultan.
Halk bundan sonra, korku belâsına, abdestli abdestsiz, beş vakit câmilere koşmaya başlamış.
Bir gün Sultân’ın yolu hapishaneye düşmüş. Bakmış ki, hapishanenin nüfûsu istiâbının beş katı!
– Bunlar ney? diye sormuş baş gardiyana. Gardiyan başı:
– Mahpuslar, Sultânım! diye cevaplamış. Sultan:
– Kim doldurdu bunları buraya? diye kükremiş. Kimse korkusundan:
– Siz doldurdunuz! diyememiş. Sultan:
– Verin bunların hepisini cellada! Devletin bunlara harcayacak parası yok! demiş.
Emir derhal yerine getirilmiş. İnfazlardan sonra mezarlık hızla büyümüş, işgâl ettiği alan, şehrin neredeyse iki katına çıkmış.
Başka bir gün de Sultân’ın yolu kabristana düşmüş.
– Ooo! Bu mezarlık amma da genişlemiş, sebebi ne ola ki? diye sormuş. Kimse:
– Sâyenizde Sultânım! diyememiş.
– Cenâzelerin bu kadar yer işgâl etmesine ne lüzum var? Ölüler bundan sonra dikine gömülecek! diye ferman buyurmuş Sultan. Bu son emri duyan ahâli:
– Eyvah! demiş. Dirileri bitirdi, sıra ölülere geldi! Bundan sonra bize mezarda da rahat yok!
Memleketin ileri gelenleri bir hey’et oluşturup Sultân’ın huzûruna çıkmışlar:
– Sultânım! Dirilerimizi ilgilendiren bütün icraatlarınıza boynumuz kıldan ince! Yalnız, ölülerimizle ilgili bu son emriniz biraz ağır oldu. Tebaanız, acabâ bu emir geri alınabilir mi diye bizi elçi gönderdiler! diyerek mârûzatlarını arz etmişler. Sultan:
– Siz ulül emre itaat diye bir şey duymadınız mı? Bir Sultân’ın verdiği emri geri aldığı nerede görülmüş? Bu seferlik affediyorum, ama böyle bir taleple bir daha huzûruma çıkarsanız, hepinizi cellada veririm! diyerek hey’eti kovalamış.
Kös kös saraydan ayrılan ekâbirin en yaşlısı olan ak sakallı dede:
– Ey benim kader arkadaşlarım! Bu böyle olmayacak! Bu zâlim Sultan, zulmünden vazgeçmeyecek! Başka bir çâre düşünmemiz lâzım! demiş. İçlerinden en akıllısı:
– Bu herif Sultan olmadan önce ne idi? diye sormuş.
– Derviş idi! diye cevaplamış birisi.
– Bu Derviş kısmısı, şeyhlerinin sözünü pek bir dinlerler! Gidelim, Şeyh Efendi’yi bulalım! Durumu anlatalım! Bize etse etse ancak o yardım edebilir! demiş âkil adam.
Hemen yola koyulup sora soruştura Şeyh Efendi’nin köyünü bulmuşlar. Derviş’in Sultan olmasından bugüne, bütün serencâmı teferruâtıyla anlatmışlar.
– Aman Şeyhim! Eline ayağına düştük! Şu eski dervişine ancak sen söz geçirebilirsin. Bütün zulümlerine eyvallah da, şu ölüleri dikine gömdürme mes’elesi millete pek bir ağır geldi! demişler.
Hey’etin anlattıklarını dikkatle dinleyen Şeyh Efendi:
– Vallâ, benim bildiğim Deli Mehmet, benim sözümü de dinlemez, hatta ısrar edersem beni de idâm eder. Amma, bu kadar insan benim kapıma gelmişsiniz, benden bir medet bekliyorsunuz! Varalım gidelim, bir ricâcı olalım! Allah encâmımızı hayreylesin! deyip şehre müteveccîhen yola çıkmışlar.
Şeyh Efendi sarayın kapısına varıp nöbetçilere:
– Eski şeyhi, Sultânımız Efendimizi ziyâret etmek diler. Acabâ müsâde var mı? diye Sultân’a haber etmelerini ricâ etmiş.
Şeyhinin adını duyan Sultan, merdivenleri dörder beşer atlayarak paldır küldür sarayın kapısına varmış, şeyhinin ellerine kapanmış, defâlarca öpmüş, öpmüş! Bir taraftan da gözlerinden yaşlar akıyormuş. Şeyh Efendi:
– Aman Sultânım! demeye çalışırken Sultan:
– Şeyhim! Ne Sultânı, ne Pâdişâhı! Sen benim muhterem Şeyhimsin, ben de senin âciz dervişin Deli Mehmet! demiş.
Sultan tahtına Şeyh Efendi’yi oturtmuş, kendisi tam bir derviş teslîmiyetiyle ayak ucuna oturmuş, en üst derecede izzet i ikramda bulunduktan sonra:
– Hayrola Şeyhim! Bunca zamandan sonra sebeb-i ziyâretinizi öğrenebilir miyim? diye sormuş. Şeyh Efendi:
– Oğlum! Ahâli, akıllarına gelen en son çâre olarak bana mürâcaat etti! Bütün icraatına râzılar, yalnız şu ölüleri dikine gömme mes’elesi pek bi ağırlarına gitmiş! O emri geri almanı istiyorlar, bunun için beni sana ricâcı gönderdiler! demiş. Sultan:
– Şeyhiim! Bunun için mi buralara kadar zahmet ettin? Boşuna yorulmuşsun! Seni kırmak, seni üzmek, emrini yerine getirmemek, benim en son düşüneceğim şeylerdir. Lâkin bu ricânı yerine getirmem mümkün değil! Çünkü emir senden daha üst bir makamdan! Kusura bakma! – Ne demek istiyorsun oğlum? Bu işte senden daha üst makam mı var? Bir emrinle işler dümdüz olur! “Bu yasağı kaldırdım” dersin kalkar!
– Ah Şeyhim ah! İşler bildiğin gibi değil. Sen de dâhil herkes beni Sultan sanıyor! Ama gel gör ki ben gerçekte Sultan değil emir kuluyum!
– Ne demek istediğini anlayamadım!
– Anlatayım Şeyhim! Seninle şehre geldiğimiz günü hatırlıyor musun?
– Evet!
– Eski pâdişâhın vefât ettiğinden, yeni pâdişâhın seçileceğinden, devlet kuşundan haberimiz var mıydı?
– Yoktu!
– Şaka yollu da olsa, sen pâdişah olursan ne yaparım demiştin?
– Hazret-i Ömer’in adâletini ihyâ ederim, demiştim.
– Ben ne demiştim?
– Haccâc-ı Zâlim’e ferman okuturum, demiştin.
– Allah, kuşu, -hem de üç defâ- kimin başına kondurdu?
– Senin!
– Ey muhterem şeyhim! Hâlâ anlamadın mı? Bu millet, Hazret-i Ömer gibi bir emîre lâyık olsaydı, Allah kuşu senin başına kondururdu. Demek ki bu millet, Haccâc-ı Zâlim’den daha zâlim bir idâreye lâyıkmış ki, Allah kuşu benim başıma kondurdu. Yâni, Allah beni bu işe memur etti! Ben sâdece O’nun emirlerini uygulayan bir emir kuluyum! Dolayısıyla, değil son emrimi geri almak, her gün yeni bir zulüm daha îcâd etmekle mükellefim!
– Oğlum! Sen deli değil velî imişsin! Ben işin bu tarafını hiç düşünmemiştim! Peygamber-i Zîşan Efendimiz, “neye lâyıksanız öyle idâre edilirsiniz” buyurmuş. Haklısın! Peki bu işin çâresi nedir, bu millet bu zulümden nasıl kurtulacak?
– Şeyhim! Milletin arasına karış, insanlarla konuş, niye böyle bir zulme müstehak olmuşlar, araştır. Emrine her türlü imkan verilecektir. Kimse aleyhimde gık bile diyemez, ama sen serbestsin. Lehimde de konuşabilirsin, aleyhimde de!
– Sonra?
– Hastalığı teşhis ettikten sonra ahâliyi irşâd et. Tekrar âdil bir idâreyi hak ettiklerine kanaat getirdiğin zaman, topluca duâ edin, Allah benim canımı alsın! Millet de bu zulümden kurtulsun!
Şeyh Efendi, halkın arasına karışmış. Sormuş, soruşturmuş, araştırmış, incelemiş, konuşmuş, dinlemiş ve anlamış ki; bir önceki pâdişah döneminde halkın refah seviyesi oldukça yükselmiş. Zenginleşen ahâlinin mânevî duyguları zayıflamış. Bencillik artmış, fedâkarlık azalmış, yalan çoğalmış, güven kaybolmuş, “Rabbenâ hep banâ” felsefesi yaygınlaşmış. Yâni millet aşırı şekilde dünyevîleşmiş, uhrevî taraf harâbeye dönmüş!
Hastalığı teşhis eden Şeyh Efendi, ev ev, sokak sokak, meydan meydan, câmi câmi, köy köy, kasaba kasaba dolaşmış, halka niçin bu zulme mâruz kaldıklarını, gittikleri yanlış yoldan dönmedikleri sürece de bu zulümden kurtulamayacaklarını anlatmış. Zulüm altında inim inim inleyen halkın kalbi de zâten iyice yumuşamış, vaaz ve nâsîhate açık hâle gelmiş. Şeyh Efendi’yi dikkatle dinlemişler, tavsiyelerine riâyet etmeye gayret etmişler.
Uzunca bir süre irşad faaliyetlerine devâm eden Şeyh Efendi, sonunda ahâlinin iyice olgunlaştığına ve âdil bir idâreyi hak ettiğine kanaat getirmiş. Memleketin dört bir yanına dellallar göndermiş: Dellallar:
– Ey ahâliii! Duyduk duymadık demeyiiin! Cumâ namazında, Şeyh efendi vaaz edecek, namazı müteakiben de topluca duâ edilecektiiir! Sultânın zulmünden kurtulmak isteyen herkes duâya dâvetlidiiir! diye nidâ etmişler.
Cumâ günü insanlar, aynen pâdişah seçiminde olduğu gibi, akın akın şehre koşmuşlar. Kürsüye çıkan Şeyh Efendi uzun bir vaaz vermiş. Yaşadıkları olayları hatırlatmış, başlarına gelenlerin sebep ve hikmetlerini izâh etmiş, tekrar aynı sıkıntılara mâruz kalmamaları için dikkat etmeleri gereken hususları etraflıca anlatmış. Cumâ namazını kıldıktan sonra da ellerini açıp göz yaşları içinde duâya başlamışlar:
– Ey merhametlilerin en merhametlisi yüce Mevlâmız! Biz nefislerimize zulmettik! Sen ise, dünyâda iken günahlarımızı affetmeyi diledin ve Âdil ismin gereğince bizi îkâz ettin. Biz dersimizi aldık! Nâdim ve peşîmânız! Yaptıklarımıza tövbe-i nasûh ile tövbe ettik! Bir daha işlememeye azm ü cezm ü kasteyledik!
– Âmiiin!
–  Rahmân ismin hürmetine! Rahîm ismin hürmetine! İsm-i Âzam hürmetine! Habîb-i Edîb’in hürmetine, sahâbe-i kirâm hürmetine, tâbiin hürmetine, tebe-i tâbiin hürmetine, evliyâ hürmetine, asfiyâ hürmetine, sulehâ hürmetine, şühedâ hürmetine!
– Âmiiin!
– Kundaktaki bebekler hürmetine, günahsız çocuklar hürmetine, ağızsız dilsiz hayvanlar hürmetine, kurtlar kuşlar hürmetine!
– Âmiiin!
– Şu zâlimi başımızdan def ü ref eyle Allâhım!
– Âmiiin!
– Def ü ref eyle Allâhım!
– Âmiiin!
– Def ü ref eyle Allâhım!
– Âmiiin!
Bu minvâl üzere, duâlar ve âminler ikindi vaktine kadar devâm etmiş. Nihâyet ikindiye doğru saraydan müjdeli haber ulaşmış:
– Müjdeee, müjde! Zâlim Sultan çatladı, geberdi gittiii!
– Elhamdülillah! Elhamdülillah! Elhamdülillah!
– Âmiiin! Âmiiin! Âmiiin!
Gökten üç elma düştü!
18.02.2014

 

1Tıyniyet: Karakter

 

18.02.2014

 

(1) Tıyniyet: Karakter

Dünyanın En Akılsız Adamı

Raviyan-ı ahbaran, nakilan-ı asaran ve muhaddisan-ı hadisan şöyle hikayet ve böyle rivayet ederler ki:

Evvel zamân içinde, kalbur samân içinde, cinler cirit oynarken eski hamâm içinde! Develer dellal1 iken, pireler berber iken, ben babamın beşşiğini tıngııır mıngır sallarken! Babam düştü beşşikten, annem düştü eşşikten. Onlar ermiş murâdınaaa, biz gelelim masalımızaaa!
Çoook eski zamanlarda, memleketlerden bir memlekette, çoook fakir bir adam yaşıyormuş. Bütün çabalamalarına, bütün didinmelerine rağmen, bir türlü iki yakası bir araya gelmiyor, fakirlik yakasını bir türlü bırakmıyormuş. Her işi ters gidiyor, tuttuğu her dal elinde kalıyormuş. Fakirliğin iyice canına tak ettiği bir gün:
– Yok arkadaş, bu iş böyle olmayacak! Gidip, çarkımı devamlı ters çeviren şu feleği bulup, çarkımı düzelttirmekten başka çâre kalmadı! demiş.
Sormuş, soruşturmuş, feleğin gün batımı tarafında altı aylık mesâfede oturduğunu öğrenmiş. Çıkınına biraz kuru ekmek biraz da yiti2 peynir koyup yola koyulmuş. Az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, yolu bir ormana rastlamış. Bakmış ki bir ayı! Durduğu yerde duramıyor, başını taştan taşa vuruyor!
– Hayrola ayı kardeş, bir derdin mi var? diye sormuş.
– Sorma kardeş sorma! Başımda bir ağrı var, yıllardır bir çâresini bulamadım. Ancak böyle başımı taşlara vura vura biraz rahatlıyorum. Ya senin yolculuk ne tarafa, nerden gelir, nere gidersin?
– Fakirlik canıma tak etti, neye el attıysam elimde kaldı! Gideyim şu feleği bulayım, çarkımı düzelttireyim dedim, yola koyuldum. Yâni lafın kısası, feleği bulmaya gidiyorum.
– İşin gücün rast gelsin, Allah yolunu açık etsin. Eğer feleği bulursan, kendi işini yoluna koyduktan sonra, şu baş ağrımın çâresini de bir sorsan! Ne de olsa felektir, elbette bunun da çâresini bilir!
– Tabî ayı kardeş! Eğer feleği bulursam, senin derdinin çâresini de mutlaka sorarım. Haydi bana müsâde, yolcu yolunda gerek!
İki ay kadar yol aldıktan sonra, bir gün, çift süren bir ihtiyara rastlamış. İhtiyar, ilerlemiş yaşına rağmen, sıcağın altında, kan ter içinde didinip duruyor.
– Selâmünaleyküm baba, kolay gelsin!
– Aleykümselaam evlat, kolaysa başına gelsin!
– Bu yaşında hala çalışıyorsun, sana yardım edecek kimin kimsen yok mudur?
– Sorma evlat sorma! Allah iki evlat verdi amma, onları benden daha çok seviyormuş ki, benden önce yanına aldı. Bir Köroğlu, bir Ayvaz3, kaldık ortada! Elde yok, avuçta yok, muhânete muhtâc olmamak için, debelenip duruyorum! Ya senin yolun ne tarafadır, nerden gelir nere gidersin?
– Ben de senin gibiyim be babacığım! Ne yaptım ne ettiysem bir türlü tâlihim yâver gitmedi, fakirlik döşüme bağdaş kurdu! “Gideyim, şu feleği bulayım, çarkımı düzelttireyim de işlerim yoluna girsin” dedim, yollara düştüm! Lafın kısası, feleği bulmaya gidiyorum.
– Allah yolunu açık etsin evlat! İnşallah feleği bulur, çarkını düzelttirirsin. İşini yoluna koyduktan sonra, feleğe şu benim durumumu da bir sorsan. Ne de olsa felektir, bana da bir çâre söyler!
– Tabî babacığım, inşallah feleği bulup çarkımı düzelttirirsem, senin sıkıntının çâresini de sorarım! Bana müsâde, yolcu yolunda gerek!
Tekrar yola revân olan garibanımızın yolu, feleğin mekânına oldukça yaklaştığı bir gün, bir obaya düşmüş. Ağaçların altına kurulmuş olan kırk çadırdan en gösterişlisini gözüne kestirmiş ve kapısına yaklaşmış:
– Selâmünaleyküm, müsâde var mı? diye seslenmiş. İçeriden ince bir ses:
– Buyurun! demiş.
İçeri giren felek yolcusu, gâyet güzel ve süslü bir şekilde döşenmiş olan çadırın baş köşesinde, gösterişli bir tahtın üzerinde yakışıklı ve genç bir oba beyinin oturduğunu görmüş. Yerinden kalkan bey, misâfire oldukça nâzik bir edâ ile:
– Hoş geldiniz, sefâ geldiniz! Hayrola, nerden gelir nereye gidersiniz? diye sormuş.
– Sorma Beyim! Bugüne kadar hiçbir işim rast gitmedi, neye el attıysam elimde kaldı! “Gideyim şu feleği bulayım da çarkımı düzelttireyim” deyip düştüm yollara! Altı aydır yollardayım, hâlâ feleği arıyorum.
Oba Beyi hemen mükellef bir sofra hazırlatmış, misâfirine izzet i ikramda bulunmuş:
– Birkaç gün dinlenin, biraz kendinize gelin, sonra yolunuza devâm edersiniz, demiş.
Fakir yolcumuz, obada iyice dinlenmiş, yıkanmış, temizlenmiş, gücünü kuvvetini toplamış ve müsâde istemiş. Oba Beyi:
– Yolunuz açık olsun, inşallah feleği bulur işlerinizi yoluna koyarsınız! Benim de bir sıkıntım var! Acaba felekten benim bu derdime de bir çâre sorabilir misiniz?
– Sorarım sormasına da, böyle debdebeli bir hayat süren sizin gibi bir Bey’in ne sıkıntısı olabilir ki?
– Sormayın! Ben Bey’im, Çeri Başı’yım, amma tebâma sözümü geçiremiyorum, beni dinlemiyorlar. Bu da beni çok üzüyor! Her derde derman olan felek, inşallah bu derdime de bir hal çâresi bulur!
Felek yolcumuz tekrar düşmüş yollara, bir hafta kadar daha yol aldıktan sonra, uzaktan ağır ağır dönmekte olan, atlı karıncaya benzer, rengârenk ve devâsâ bir çark görmüş. “Bu çark feleğin çarkı olmalı! Çarkı burada olduğuna göre, felek de buralarda bir yerdedir” deyip heyecanla o tarafa doğru yürümüş. İyice yaklaşınca, dönen çarkın dibinde iki kişinin oturduğunu görmüş. Bu iki kişiden, gâyet yakışıklı ve düzgün kıyâfetli olanı bir tahtın üzerinde, çarpık görüntülü ve hırpânî kılıklı olanı ise kırık dökük bir sandalyenin üzerinde oturuyormuş. “Şu tahtta oturan felek olmalı, sandalyede oturan da yardımcısı” deyip ortaya selam vermiş:
– Selamünaleyküm ağalar!
Tahttaki adam:
– Aleykümselaam misâfir ağa! demiş.
– Felek sen misin?
– Evet benim, niye sordun?
– Arkadaş, senden şikâyetçiyim! Hayatta hiçbir işim rast gitmedi, tuttuğum her dal elimde kaldı, fakirlikten bıktım usandım. Altı aydır yollardayım. “Çarkımı düzeltireyim de işlerim yoluna girsin” diye buraya geldim.
Felek, yardımcısına:
– Bul şunun defterdeki yerini! demiş.
Feleğin yardımcısı, bir taraftan önündeki kalın defteri karıştırmaya başlamış, diğer taraftan da:
– Adın, ananın adı, babanın adı, tevellüdün4, memleketin?.. sorularını ardı ardına sıraladıktan sonra bizim garibanın defterdeki yerini bulmuş ve:
– Falan bölüm, filan sayfa, fülan satır! diye feleğe bilgi vermiş.
Felek, çarkı durdurmuş, gerekli düzeltmeleri yaptıktan sonra:
– Tamam, çarkını düzelttim, bundan sonra işlerin yoluna girecek, her işin rast gidecek, haydi Allah yolunu ve bahtını açık etsin! demiş.
Adam sevinçle:
– Hay Allah senden razı olsun felek âbi! Benim sıkıntımı hallettin, Cenâb-ı Mevlam da seni darda koymasın! Lâkin benim üç tâne de emânetim var!
– Neymiş o emânetler? demiş felek.
– İlk olarak ormanda bir ayı gördüm, ağrının zorundan başını taştan taşa vuruyor, bu ağrısına bir çâre sormamı istedi.
– O ayı, dünyanın en akılsız, en ahmak adamını bulup beynini yerse, başının ağrısından kurtulur!
– İkinci olarak bir ihtiyara rastladım, rızkını bulabilmek için sıcağın altında debelenip duruyor. Kolayından bir dünyâlık istiyor.
– O ihtiyara söyle! Tarlasının ortasında irice bir kaya var. O kayayı kaldırsın, altında iki küp altın var. O altınlar onun dünyâlığıdır.
– Son olarak yolum bir oba beyine uğradı. O da tebâsına söz dinletemediğinden şikâyetçi!
– O oba beyi aslında kadın, babasının erkek çocuğu olmayınca, erkek kılığına girerek bey olmuş. Ona söyle, kendine uygun bir erkekle evlensin. Kocası bey olur, kendi de hanım, böylece obayı birlikte idâre ederler.
İşlerini yoluna koyduran ve emânet sıkıntıların çârelerini de öğrenen fakir adam, feleğe ve yardımcısına tekrar tekrar teşekkür ettikten sonra, memleketine dönmek üzere yola koyulmuş.
Tabî, önce yolu Bey Obası’na düşmüş. Bey onu görünce çok sevinmiş:
– Ne oldu, feleği buldun mu? diye sormuş.
– Buldum!
– Çarkını düzelttirdin mi?
– Düzelttirdim!
– Benim sıkıntımın çâresini sordun mu?
– Sordum!
– Ne dedi?
– Dedi ki: O bey aslında kadın, kendine uygun bir erkekle evlensin. Kocası bey olur, kendisi de hanım. Obayı birlikte idâre ederler.
Kadın bey, bizimkini şöyle baştan aşağı bir süzmüş, “biraz bakım çekimle eli yüzü düzgün bir adam olur” diye düşünmüş ve:
– Mâdem öyle, gel seninle evlenelim, sen bey ol, ben de hanım, obayı birlikte idâre edelim! demiş.
– Yook! demiş yolcumuz. Felek benim çarkımı düzeltti, işlerimi yoluna koydu. Ben obayla mobayla uğraşamam, sen başının çâresine bak! deyip yola revân olmuş.
Lafı uzatmayalım, gittiği yoldan geri dönerken yolu doğal olarak ihtiyara uğramış. İhtiyar, bizimkini görünce heyecanla sormuş:
– Ne yaptın evlat, buldun mu feleği?
– Buldum!
– Düzelttirdin mi çarkı?
– Düzelttirdim!
– Benim sıkıntımı sordun mu?
– Sordum tabî!
– Ne dedi?11
– Tarlasının ortasında büyükçe bir taş var, onu kaldırsın, altında iki küp altın var, onun dünyâlığı odur! dedi.
İhtiyar bakmış, tarlanın ortasındaki taş tek başına kaldıramayacağı kadar büyük ve ağır. Yolcumuza:
– Gel şu taşı berâber kaldıralım, bir küp altın bana yeter, diğer küp de senin olsun! demiş.
– Yook! demiş bizimki. Felek benim çarkımı düzeltti, işimi gücümü yoluna koydu. Ben tarlayla tapanla5, taşla kayayla uğraşamam, sen bak başının çâresine! deyip yola koyulmuş.
Memleketine doğru heyecanla yoluna devâm ederken, sonunda yolu ayının ormanına varmııış! Bakmış ki ayı aynı minvâl üzere başını taştan taşa vurmaya devâm ediyor. Ayı, yolcumuzu görünce çok sevinmiş, heyecanla sormuş:
– Ne yaptın birâder, feleği buldun mu?
– Buldum!
– Çarkı düzelttirdin mi?
– Düzelttirdim!
– Benim sıkıntımın çâresini sordun mu?
– Sordum!
– Ne dedi?
– O ayı, dünyânın en ahmak, en akılsız adamını bulsun, başını parçalayıp beynini yesin, başının ağrısından kurtulsun! dedi.
– Sana çok teşekkür ederim, ben hemen târife uyan bir adam aramaya başlayayım! demiş ayı.
– Bu arada, çok uzun bir yolculuk yaptın, bir sürü kişiyle ve olayla karşılaştın. Yediğin içtiğin senin olsun amma, biraz da bunlardan bahsetsen de gözümüz gönlümüz açılsa!
Bizimki, başından geçenleri teferruatlı bir şekilde anlatmaya başlamış. Feleği, çarkını, kâtibini, çarkını nasıl düzelttirdiğini, oba beyinin evlenme teklifini nasıl reddettiğini, ihtiyarın bir küp altınına nasıl dönüp bakmadığını ballandıra ballandıra anlatmış. Bunları dinleyen ayı, “Dünyâda bundan daha akılsız, bundan daha ahmak bir adamı nerede bulurum” deyip hemen bizimkini başını parçalamış, beynini çıkarmış, yemiş, başının ağrısından kurtulmuş.
Yemiş içmiş, yerin dibine geçmiiiş!
1Dellal (tellal): Eskiden, önemli konuları yüksek sesle halka duyuran kişi.
2Yiti: Bekletilerek küflendirilmiş, yeşermiş.
3Bir Köroğlu, bir Ayvaz: Karı-koca.
4Tevellüd: Doğum tarihi.
5Tapan: Tarlada kesekleri ezmek için at veya traktör tarafından çekilen ağır kütük.

Sırçan

Bir varmııış, bir yokmuş, Allah‘ın kulu pek çokmuş, lâkin bu masalı benden başka bilen hiç kimse yokmuuuş!

Evvel zamân içinde, kalbur samân içinde, cinler cirit oynarken eski hamâm içinde! Develer dellal iken, pireler berber iken, ben babamın beşşiğini tıngııır mıngır sallarken! Babam düştü beşşikten, annem düştü eşşikten. Onlar ermiş murâdınaaa, biz gelelim masalımızaaa!
Köyümüzün altındaki Vasıl Deresinde bir bahçemiz, bu bahçede de büyük bir Ali Dede armudumuz vardı. Bir yaz gününün öğle vakti, sıcaktan bunalan bir sırçan, Ali Dede armudunun dibinde derin bir uykuya dalmış. Öyle ki, horlaması taa uzaklardan duyuluyormuş. Uykusunun en derin yerinde, iyice olgunlaşmış bir Ali Dede armudu, sırçanın tam kafasına paat diye düşmez mi! Korkuyla yerinden fırlayan sırçan, mahallenin yaramazları kafasına taş attılar zannederek etrafa bakınmış, ama kimseyi görememiş. Hırsla kalkmış:
– Gidip sizi muhtara şikayet edeceğim! diye bağırmış ve muhtarın evine doğru yola koyulmuş.
Derenin bayırını tırmanıp Mektep Önü’ne çıkmış. Mektep Önü’nde çocuklar çelik oynuyorlarmış. Sırçanı görünce:
– Alleeey! Sırçana bakın sırçana! diye bağrışmışlar. Sırçan kızmış:
– Bana sırçan demeyin, şimdi sizi yerim haaa! demiş. Çocukların en büyüğü:
– Bizi nasıl yiyeceksin, şu deyneği kafana içirirsem görürsün! demiş.
Sırçan ağzını kocaman açmış, maaaf demiş, çocukları, çelikleri, deynekleri yutmuuuş!
Yoluna devam ederken, çeşmeden su getiren iki kadın sırçanı görünce:
– Abariii! Sırçana bakın sırçana! diye bağrışmışlar. Sırçan kızmış:
– Bana sırçan demeyin, şimdi sizi yerim haaa! demiş. Kadınlardan biri:
– Bizi nasıl yiyeceksin, şu testiyi kafana geçirirsem görürsün! demiş.
Sırçan ağzını kocaman açmış, maaaf demiş, kadınları, testileri, su iplerini yutmuuuş!
Biraz daha ilerlemiş, bakmış ki ileriden çift atlı bir araba geliyor. Arabayı süren Galip Çavuş, sırçanı görünce:
– Amanııın! Sırçana bakın sırçana! diye bağırmış. Sırçan kızmış:
– Bana sırçan deme, şimdi seni yerim haaa! demiş. Galip Çavuş:
– Beni nasıl yiyeceksin, şu kamçıyı kafana indirirsem görürsün! demiş.
Sırçan ağzını kocaman açmış, maaaf demiş, Galip Çavuş’u, atları, arabayı, kamçıyı yutmuuuş!
Lafı daha fazla uzatmayalım, sonunda muhtarın evine varmış. O gün muhtar Kavun’un Durmuş’un evinde ekmek yapılıyormuş. Sırçan, ekmek direğinin altına girmiş. Kadınlar pişirmiş sırçan yemiş, kadınlar pişirmiş sırçan yemiş, kadınlar pişirmiş sırçan yemiş! Muhtarın karısı Emine Nene, ekmek direğinin bir türlü yükselmediğini görünce, eğilip direğin altındaki sofranın altına bakmış ki ne baksın! Köşede bir sırçan! Gözleri cildir cildir bakıyor! Bişirgeci kaptığı gibi sırçanın karnına dürtmüş. Sırçanın zaten iyice şişmiş olan karnı paaat diye patlamış. Çocuklar bir tarafa, kadınlar bir tarafa, Galip Çavuş bir tarafa, atlar bir tarafa kaçışmışlar. Muhtarın karısı Emine Nene, sırçanı kuyruğundan tuttuğu gibi çöplüğe atmııış.
Yemiş içmiş yerin dibine geçmiiiş! Gökten üç elma düşmüş! Birisi sırçanın, birisi bu masalı anlatanın, birisi de dinleyenlerin başına!
31.01.2014

1Sırçan: İri fare
2Alleeey: Bir hayret ifadesi
3İçirmek: Vurmak
4Abariii: Başka bir hayret ifadesi
5Su ipi: Omuzda iki testiyi taşımaya yarayan kalın ip
6Ekmek direği: Pişirilen yufkaların üst üste konulmasıyla oluşan ekmek sütunu
7Bişirgeç (pişirgeç): Ekmek pişirmekte kullanılan ince, uzun, sivri uçlu deynek

Kötü Para

Bir varmııış, bir yokmuş, Allah‘ın kulu pek çokmuş, lâkin bu masalı benden başka bilen hiç kimse yokmuuuş!

Evvel zamân içinde, kalbur samân içinde, cinler cirit oynarken eski hamâm içinde! Develer dellal1 iken, pireler berber iken, ben babamın beşşiğini tıngııır mıngır sallar iken! Babam düştü beşşikten, annem düştü eşşikten. Onlar ermiş murâdınaaa, biz gelelim masalımızaaa!
Çook eski zamanlarda, bir memlekette çook fakir bir karı-koca yaşarmış. Bu karı-kocanın tam 39 tâne de çocukları varmış. Bir tâne daha olmuş, kırk! Adını “Kötü Para” koymuşlar.
Gel zaman git zaman, çocuklara yedirecek hiç yiyecekleri, giydirecek hiç giyecekleri kalmamış! Tek göz odada yatıyorlar, ertesi günü nasıl atlatacaklarını kara kara düşünüyorlarmış. Anneyle baba, çocukların uyuduğunu düşünerek, fısıltı halinde aralarında konuşmaya başlamışlar, ama Kötü Para uyumuyormuş:
– Hanıım, hanım! Ne olacak bu çocukların hâli! Gözümüzün önünde açlıktan ölüp gidecekler. Karısı:
– Yârın, ‘alıç toplamaya gidelim’ diyerek çocukları uzak bir dağ başına götür. Oraya azdır2 gel, ya başlarının çâresine bakarlar, ya da kurda kuşa yem olurlar, hiç olmazsa gözümüz görmez! demiş.
Anne ve babası uyuyunca, Kötü Para usulca kalkmış, evden çıkmış, pantulunun3 ceplerine küçük beyaz çakıl taşları doldurmuş.
Ertesi sabah, anneleri ellerine birer bez kese vermiş ve:
– Evlatlarım, evimizde yiyecek bir şey kalmadı, babanızla berâber dağdan alıç toplayın gelin de karnımızı doyuralım! demiş.
Babaları önde, çocuklar arkada, gitmişler, gitmişler, gitmişler, çook uzaklarda bir dağ başına varmışlar. Babaları çocukları alıç ağaçlarının bol olduğu bir yere götürmüş:
– Siz burada hem alıç toplayın, hem de yiyin! Ben de aşağıdaki derede ağaç keseyim, evimizde yakarız, işim bitince gelir sizi alırım! demiş.
Çocuklar başlamış alıç toplamaya, lâkin anneleri keselerin dibini delik bıraktığı için, çocuklar toplamış, alıçlar dökülmüş, çocuklar toplamış, alıçlar dökülmüş, keseleri bir türlü dolmamış!
O sırada aşağıdaki dereden de ‘taak’, ‘taak’, ‘taak’ diye sesler geliyor, çocuklar babalarının odun kestiğini sanıyorlarmış. Gel zaman git zaman, gün akşama dönmüş, hava kararmaya başlamış, ne gelen var ne giden!
Kötü Para ve kardeşleri, babalarını bulmak üzere tak tak seslerinin geldiği yere doğru gitmişler ki ne görsünler! Babaları, kuru bir kavak ağacının tepesine kuru bir kabak bağlamış, rüzgar estikçe tak tak sesini o çıkarıyor! Babalarının kendilerini azdırdığını anlayıp başlamışlar ağlaşmaya:
– Tak tak eden kabacıık, bizi azdıran babacıık!
– Tak tak eden kabacıık, bizi azdıran babacıık!
Kötü Para:
– Ağlamayın kardeşlerim, ben sizi evimize geri götürürüm! demiş ve sabah gelirken yollara işâret olarak bıraktığı çakıl taşlarını tâkip ede ede, vakit gece yarısını geçtikten sonra evlerine varmışlar.
Zâten yaptıkları işten çoktan pişmân olmuş olan anne ve babaları, çocuklarını karşılarında görünce çok sevinmişler, öpüşmüşler, koklaşmışlar.
Gel zaman git zaman, bir süre sonra fakirlik tekrar canlarına tak demiş. Bir gece karı-koca, ertesi gün çocukları öncekinden daha uzak bir yere azdırmak üzere sözleşmişler. Konuşmalarını duyan Kötü Para, onlar uyuduktan sonra, taş toplamak üzere dışarı çıkmak istemiş, lâkin annesi bu sefer kapıyı kilitlemiş.
Sabah, anneleri ellerine kuru birer ekmek parçası ve dibi delik torbaları vermiş ve:
– Hadi evlatlarım, babanız sizi alıç toplamaya götürecek, bolca alıç toplayıp getirin de karnımızı doyuralım! demiş.
Babaları önde, çocuklar arkada yola revân olmuşlar. Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler, geçen seferkinden daha uzak bir dağ başına varmışlar. Babaları:
– Siz burada alıç toplayın! Ben de aşağıdaki derede odun keseyim, işim bitince gelir sizi alırım! demiş.
Çocuklar başlamış alıç toplamaya! Çocuklar toplamış, alıçlar dökülmüş, çocuklar toplamış, alıçlar dökülmüş, dibi delik keseler bir türlü dolmamış!
O sırada aşağıdan ‘taak’, ‘taak’ sesleri gelmeye devâm ediyormuş! Hava kararmış, gün akşam olmuş, babalarından ses sedâ yok!
Çocuklar, babalarını bulmak üzere seslerin geldiği yere varmışlar ki ne varsınlar! Babaları, aynen geçen seferki gibi, kuru bir kavağın tepesine kuru bir kabak bağlamış, kavak sallandıkça tak tak sesini o çıkarıyor! Babalarının kendilerini gene azdırdığını anlayıp başlamışlar ağlaşmaya:
– Tak tak eden kabacıık, bizi azdıran babacıık!
– Tak tak eden kabacıık, bizi azdıran babacıık!
Kötü Para:
– Ağlamayın kardeşlerim, ben sizi evimize götürürüm! demiş. Meğer, sabah hissesine düşen kuru ekmeği yememiş ve küçük parçalara bölerek yol kenarlarına bırakmışmış. Onları tâkip ederek evlerini gene bulacağını sanmış, lâkin ekmek parçalarını kuşların yiyeceğini nereden bilsin!
Kardeşleri yeniden ağlaşmaya başlamış. Kötü Para, yüksekçe bir ağacın tepesine tırmanmış ve etrâfı dikkatle kolaçan etmiş. Çook uzaklarda zayıf bir ışık görmüş. Kardeşleriyle birlikte ışığı gördükleri tarafa doğru yürümeye başlamışlar. Gitmişler, gitmişler, gitmişler, sonunda ormanın içinde büyükçe bir eve varmışlar. Meğer bu ev, bir devin evi imiş, ama çocuklar nereden bilsin!
Kapıyı çalmışlar, içeriden iri yarı bir kadın çıkmış. Bir sürü çocuğu karşısında gören dev anası çok sevinmiş ve içinden:
– Körün aradığı bir göz, Allah verdi kırk göz. Bunları önce bir güzel semirteyim, sonra da çıtır çıtır yerim, demiş.
– Ooo çocuklar, hayrola! Gecenin bu vaktinde ormanda ne işiniz var?
Kötü Para:
– Sorma anacığım, babamız bizi dağ başına azdırdı, yolumuzu bulamadık, ışığı gördük buraya geldik! demiş.
– Geçin içeri yavrularım, korkmuşsunuz, yorulmuşsunuz, acıkmışsınız, susamışsınız! Bir güzel dinlenin, ısının, karnınızı doyuralım, yârın evinize gidersiniz.
İçeri girmişler, dev anası çocukların elini yüzünü yıkamış, bolca tarhana çorbası yapmış, karınlarını doyurmuş. Büyükçe bir odaya almış, hepsine ayrı ayrı yataklar sermiş, üstlerini örtmüş, iyi geceler dileyip kapıyı örtmüş.
Gece yarısını biraz geçince, kapıyı yavaşça aralamış ve kısık bir sesle:
– Kim uyur, kim uyanıık? diye sormuş. Çocuklar:
– Hepimiz uyuruz, Kötü Para uyanık, demişler.
– Lan oğlum, niye uyumazsın?
– Anamız evinde iken, anamız altın tüylü buzağıyı keser, kavurma yapar, bize yedirirdi de öyle uyurduk!
Dev anası hemen ahıra koşmuş, devin altın tüylü buzağısını kesmiş, yüzmüş, doğramış, kavurmuş, çocukların önüne koymuş. Çocuklar kavurmayı âfiyetle yemişler. Dev anası:
– Hadi yatın uyuyun, birazdan gelip bakacağım! demiş.
Bir saat kadar sonra kapıyı hafifçe kıyalamış ve:
– Kim uyur, kim uyanıık? diye sormuş. Çocuklar:
– Hepimiz uyuruz, Kötü Para uyanık, demişler.
– Lan Kötü Para, niye uyumazsın?
– Anamız evinde iken, anamız altın yumurtlayan kazı keser, kızartır, bize yedirirdi de öyle uyurduk!
Dev anası hemen kümese koşmuş, devin altın yumurtlayan kazını kesmiş, tüylerini yolmuş, kızartmış, çocukların önüne koymuş. Çocuklar kızartmayı âfiyetle yemişler. Dev anası:
– Hadi yatın uyuyun, birazdan gelip bakacağım! demiş.
Bir süre sonra kapıyı hafifçe açmış ve:
– Kim uyur, kim uyanıık? diye sormuş. Çocuklar:
– Hepimiz uyuruz, Kötü Para uyanık, demişler.
– Lan deli oğlan, niye uyumazsın?
– Anamız evinde iken, anamız Kızılırmak’tan gözer4le su getirirdi, bize içirirdi de öyle uyurduk!
Dev anası hemen bir gözer kapıp Kızılırmağ’a koşmuş. Gözeri ırmağa daldırmış, dolmamış, daldırmış, dolmamış! Gözerin deliklerini yapraklarla tıkamaya çalışmış, olmamış!
Bu arada Kötü Para kardeşlerini kaldırmış ve:
– Çabuk buradan kaçalım, bu kadın dev anası, hepimizi yiyecek! demiş.
Çocuklar koşarak oradan uzaklaşırken, gözeri bir türlü dolduramayan dev anası sonunda usanmış, iyice kızmış ve:
– Gideyim şunları yiyeyim! diyerek hızla ve hırsla eve dönmüş. Dönmüş ki ne görsün! Çocuklar kaçmış! Evin içinde kızgınlıkla dört dönerken, ormandaki gece avını bitiren kocası da eve dönmüş, etrafı kokladıktan sonra:
– Hanıım, evde âdemoğlu eti kokuyor! demiş.
– Dişinin kovuğunda dünden insan eti kalmıştır. Bir gamga4 al, dişinin dibine hak5!
Dev, odunluktan bir gamga almış, dişinin dibine hakmış, iki insan budu çıkmış, onları yemiş ve uyumuş.
Gece boyunca yürüyen Kötü Para ve kardeşleri, sabaha karşı bir şehre varmışlar ve rastladıkları ilk hana kendilerini zor atmışlar. Hancı iyi kalpli bir adammış, çocukların karnını doyurmuş, yatacak yer göstermiş.
Ertesi gün, Kötü Para bir iş bulmak umûduyla çarşıya çıkmış. Çalmadığı kapı kalmamış ama nâfile! Umûdunu iyice yitirip hana dönmek üzere iken bir dellal yüksek sesle bağırmaya başlamış:
– Ey ahâliii, duyduk duymadık demeyiiin! Kiim, devin altın işlemeli yorganını getirirsee, pâdişahımız ona bir heybe dolusu altın verecektiir!
Kötü Para hemen pâdişahın huzûruna çıkmış ve:
– Pâdişahım, ben size altın işlemeli yorganı getiririm, yalnız bana ucuna kanca takılmış uzun bir ip verin! demiş. Pâdişahın adamları hemen kancalı bir ip hazırlamışlar ve Kötü Para’ya vermişler.
Kötü Para, elinde kancalı iple, gece yarısı devin evinin damına çıkmış. Bacadan içeri bakmış ki devle karısı kavga ediyorlar. Dev, karısına:
– Senin aç gözlülüğün ve hırsın yüzünden, altın tüylü buzağı gitti! Altın yumurtlayan kaz gitti! Kırk tane körpe çocuk gitti! diye söyleniyormuş. Karısı da:
– Senin sinirlerin tepende. Haydi yatalım, yârın daha sâkin kafayla bu işin bir çâresine bakarız, demiş.
Devler ışığı söndürüp yattıktan sonra, Kötü Para ipi bacadan içeri sallamış, kancayı yorganın bir köşesine takmış ve hafifçe çekmiş. Dev:
– Çekme yorganı! diye homurdanmış. Karısı da:
– Sen çekme! diye söylenmiş.
Kötü Para, yorganı biraz daha çekmiş, devler:
– Sen çektin! yok sen çektin! diye kavgaya başlayınca, yorganı çektiği gibi dooğru pâdişahın huzûruna! Pâdişah, Kötü Para’ya âferin dedikten sonra, hemen bir heybe dolusu altın vermiş.
Altını alan Kötü Para, sevinçle kardeşlerinin yanına koşmuş. Kendisine biraz altın ayırdıktan sonra, heybeyi onlara vermiş ve memleketlerine yollamış.
Gel zaman git zaman, aradan bir süre geçince dellalın sadâsı tekrar sokakları çınlatmış!
– Ey ahâliii, duyduk duymadık demeyiiin! Kiim, devin kanatlı atını getirirsee, pâdişahımız ona iki heybe dolusu altın verecektiir!
Kötü Para hemen pâdişahın huzûruna çıkmış ve:
– Pâdişahım, ben size devin kanatlı atını getiririm, yalnız bana biraz keçe lâzım! demiş. Pâdişahın adamları hemen birkaç parça keçe hazırlamışlar ve Kötü Para’ya vermişler.
Kötü Para, akşamın körsen7 vaktinde yavaşça devin ahırına girmiş ve bir takaya8 saklanmış. Kanatlı at, ahıra yabancı birisi girince kişnermiş, Kötü Para girince de hemen üç defâ kişnemiş. Dev gelmiş, etrâfı kolaçan edip kimseyi göremeyince atına kızmış:
– Altın tüylü buzağı gitti! Altın yumurtlayan kaz gitti! Kırk tâne körpe çocuk gitti! Altın işlemeli yorgan gitti! Yerli yersiz kişneyip bir de sen canımı sıkma! deyip sırtına bir şaplak vurmuş. Haksız yere şaplağı yiyen kanatlı at küsmüş ve bir daha kişnememiş. Ortalık iyice sâkinleşince Kötü Para takadan inmiş, atın ayaklarına keçe sarmış, yavaşça ahırdan çıkarmış, biraz uzaklaşınca, ata bindiği gibi dooğru pâdişahın huzûruna! Pâdişah, Kötü Para’ya iki defâ âferin dedikten sonra, hemen iki heybe dolusu altın vermiş. Kötü Para, bu altınları da memleketine göndermiş.
Masal bu ya, bir zaman sonra dellalın sesi tekrar sokakları inletmiş!
– Ey ahâliii, duyduk duymadık demeyiiin! Kiim, devin karısını getirirsee, pâdişahımız ona üç heybe dolusu altın verecektiir!
Kötü Para hemen pâdişahın huzûruna çıkmış ve:
– Pâdişahım, ben size devin karısını getiririm, yalnız bana demirden yapılmış ve içi incik-boncukla doldurulmuş bir çerçi9 arabası lâzım! demiş. Pâdişahın adamları hemen Kötü Para’nın istediği gibi bir araba hazırlamışlar, içini de incik-boncukla doldurmuşlar.
Gösterişli bir atı arabaya koşan Kötü Para, tebdîl-i kıyâfet10 devin evinin etrâfında dolaşmaya ve yüksek sesle bağırmaya başlamış:
– Çerçi geldi çerçiii! İncilerim vaaar! Boncuklarım vaaar. Bileziklerim vaaar! Kolyelerim vaaar! Daha neler var neleeer! Gelin hanımlar geliiin! Görün hanımlar görüüün!
Kötü Para’nın ortalığı velveleye vermesi işe yaramış ve devin karısı pencerede görünmüş:
– Çerçiii, bana uygun nelerin var, getir de bir bakayım! demiş. Kötü Para:
– Hanım Abla, çok çeşidim var, hepsini oraya getiremem, aşağı gel de arabadaki bütün çeşitleri kendin gör! demiş.
Dev anası, çeşit beğenmek için arabaya girince, Kötü Para, kapıyı kapatıp vurmuş üstüne kilidi, sürmüş dooğru pâdişahın yanına! Pâdişah, Kötü Para’ya üç defâ âferin dedikten sonra, hemen üç heybe dolusu altın vermiş. Kötü Para, bu altınları da memleketine göndermiş.
Aradan bir zaman daha geçmiş, dellal gene sokakları dolanmaya başlamış:
– Ey ahâliii, duyduk duymadık demeyiiin! Kiim, devin kendisini getirirsee, pâdişahımız ona dört heybe dolusu altın verecektiir!
Kötü Para hemen pâdişahın huzûruna çıkmış ve:
– Pâdişahım, ben size devi getiririm, yalnız bana demirden yapılmış ve içi envâi çeşit etlerle doldurulmuş bir araba lâzım! demiş. Pâdişahın adamları hemen Kötü Para’nın istediği şekilde kafes gibi bir araba hazırlamışlar, içini de çeşit çeşit etlerle doldurmuşlar.
Kötü Para, gene tebdil kıyâfet vaziyette, devin evinin etrâfında dolaşmaya ve yüksek sesle bağırmaya başlamış:
– Kasap geldi kasaap! Dana etiii! Kuzu etiii! Ceylan etiii! Keklik etiii! Bıldırcın etiii! Daha neler var neleeer! Buyurun hanımlaaar! Buyurun beyleeer!
Kötü Para’nın şamatasına sinirlenen dev pencereye çıkmış:
– Kasap mısın masap mısın? Sabah sabah evimin önünde ne bas bas bağırıyorsun! demiş.
– Hayırlı günler bey âbicim! Tam ağzınıza lâyık etlerim var! Aşağı buyurun da çeşitlerimi bir görün!
Dev, ağzına lâyık bir et beğenmek için arabaya girince, Kötü Para, kapıyı kapatıp vurmuş kilidi, sürmüş pâdişahın yanına! Pâdişah, Kötü Para’ya dört defâ âferin dedikten sonra, hemen dört heybe dolusu altın vermiş. Öncekilerde olduğu gibi, Kötü Para bu altınları da anne-babasına göndermiş.
Pâdişah devle karısını bir mahzene hapsetmiş ve bir hafta kadar aç-susuz bırakmış!  Sonra dellal ilânâta başlamış!
– Ey ahâliii, duyduk duymadık demeyiiin! Yârıın, devler serbest bırakılacaktıır! Herkeees, çoluğuna çocuğuna,  çanağına çömleğine sâhip olsuun! Duyduk duymadık demeyiiin!
Ertesi gün devler salıverilmiş! Açlıktan deliye dönen devler, sokakta buldukları bir iki kedi-köpeği yemişler ama bunlar dişlerinin kovuğunu bile doldurmamış! Bir de bakmışlar ki ne görsünler! Kötü Para yüksek bir ağacın tepesinde! Hemen ağacı şiddetle sallamaya başlamışlar. Kötü Para:
– Aman dev ana, aman dev baba! Açın ağzınızı da yere düşmeyeyim, toz toprak olmayayım, temiz temiz yeyin beni! demiş.
Devler ağızlarını kocaman açmışlar. Kötü Para, sağ elindeki değirmen taşını devin, sol elindeki değirmen taşını da karısının ağzına bırakmış! Devler o dâkka Cehennemi boylamışlar!
Memleketine dönen Kötü Para, anne-babası ve kardeşleri ile mutlu-mesut bir hayat yaşamııış! Gökten üç elma düşmüş! Birisi Kötü Para’nın, birisi bu masalı anlatanın, birisi de dinleyenlerin başına!
29.01.2014

 

 
1Dellal (tellal): Eskiden, önemli konuları yüksek sesle halka duyuran kişi.
2Azdırmak: Bırakmak, terk etmek.
3Pantul: Pantolon.
4Gözer: Seyrek gözlü kalbur.
5Gamga: İri kıymık.
6Hakmak: İtmek.
7Körsen: Alaca karanlık.
8Taka: Ahırda, hayvanların yem yemesi için duvarda yapılan oyuk.
9Çerçi: Eskiden, köy köy dolaşarak satış yapan seyyar satıcı.
10Tebdîl-i kıyâfet: Kılık değiştirmek.

Dev Meteli

Bir varmııış, bir yokmuş, Allah‘ın kulu pek çokmuş, lâkin bu masalı benden başka bilen hiç kimse yokmuuuş!

Evvel zamân içinde, kalbur samân içinde, cinler cirit oynarken eski hamâm içinde! Develer dellal iken, pireler berber iken, ben babamın beşşiğini tıngııır mıngır sallar iken! Babam düştü beşşikten, annem düştü eşşikten. Onlar ermiş murâdınaaa, biz gelelim masalımızaaa!
Vakti zamânında, çoook uzak bir memlekette bir pâdişah yaşarmış. Bu pâdişahın; biri kız, üçü erkek olmak üzere dört çocuğu varmış. Bu pâdişah, adâletli bir pâdişah olmasının yanı sıra, aynı zamanda iyi bir avcı imiş. Memleket işlerinden fırsat buldukça, mâiyeti ile berâber ava çıkar, günlerce av peşinde koştururmuş.
Eee, pâdişah av meraklısı olunca, ahırları da cins cins atlarla dolu imiş. Özellikle has ahırdaki kırk arap atını gözünden bile sakınır, üzerlerine titrermiş.
Gel zaman git zaman, günlerden bir gün, sabah ahıra giren seyisler, atlardan birinin yerinde olmadığını görmüşler. Etrafı arayıp taramışlar ama herhangi bir iz bulamayınca korku ve endişe içinde pâdişaha haber vermişler. Durumu öğrenen pâdişah, seyisleri değiştirmiş, ahırın etrâfına nöbetçiler dikmiş. Ertesi sabah bakmışlar ki, atlardan biri daha eksilmiş! Padişah ahırın kapısını pecesini sağlamlaştırmış, nöbetçi sayısını artırmış. Sabah bakmışlar ki, bir at daha yerinde yok! Her ne tedbir aldılarsa sonuç değişmemiş, her sabah bir at eksilmeye devâm etmiiiş.
Padişah çâresizlik içinde kıvranırken, büyük oğlu huzûruna çıkmış:
– Babacığım, müsâde ederseniz, bu gece ahırda nöbet tutayım, atlarımıza ne oluyor, öğreneyim, demiş. Pâdişah da:
– Pekî oğlum, sana müsâde, göreyim seni! demiş.
Büyük şahzâde, akşam olunca ahıra gitmiş, bir takaya5 saklanıp başlamış beklemeyeee! Gel zaman git zaman, göz kapakları ağırlaşmış, ne kadar direndiyse de sonunda uykuya yenik düşmüş ve uyuyakalmış. Sabah uyanmış ki ne görsün! Atlardan biri daha sırra kadem basmış!
Âbisinin başarısız olması üzerine, ertesi akşam nöbet tutmak üzere ortanca oğlan babasından müsâde almış. Ortanca şahzâde, saklandığı takada, bir süre içinden şarkı-türkü söylemiş, tekerlemeler sıralamış, aklından fıkralar geçirmiş. Vakit gece yarısını geçince o da göz kapaklarına hâkim olamamış ve derin bir uykuya dalmış. Sabah uyandığında bakmış ki ne baksın! Atlardan biri daha yok olmuş!
İki oğlunun başarısızlığı, pâdişahı iyice umutsuzluğa düşürmüşken, küçük oğlu huzûra çıkmış ve ağabeylerinin başaramadığı işi başarmak niyetiyle babasından izin istemiş. Pâdişah, oğulları içinde en çok sevdiği küçük oğlunun başına bir hal gelir korkusuyla izin vermek istememiş. Ama küçük şahzâdenin ısrârına dayanamayıp sonunda müsâde etmiş.
Yanına bir Kur’ân-ı Kerim alan ve ceplerine değişik çerezler koyan küçük oğlan, akşamdan sonra bir takaya saklanıp beklemeye başlamış. Bir taraftan Kur’an okuyor, bir taraftan da çerez atıştırıyormuş. Gel zaman git zaman, vakit gece yarısını epeyce geçmişken, ahırın kapısı büyük bir gürültüyle açılmış ve ablası içeri girmiş. Bir çırpınma ile birdenbire bir dev’e dönüşmüş, ahırın en semiz atlarından birini çatır çutur yemiş ve çıkmış gitmiş. Korkudan aklı başından giden küçük şahzâde, ancak birkaç saat sonra kendine gelebilmiş ve babasının huzûruna çıkmış. Heyecanla kendisinden bir haber bekleyen babasına:
– Atlarınıza ne olduğunu buldum! demiş. Yalnız, bunu size söylemek için iki şartım var: Bir; emrime, tam donanımlı bir tabur süvâri tahsis edeceksiniz! İki; bir heybe dolusu altın vereceksiniz!
Pâdişahın emriyle hemen bir tabur süvâri ve bir heybe dolusu altın hazırlanmış. Küçük şahzâde atına binmiş, askerlerinin başına geçmiş, babasına hitâben:
– Sevgili babacığım, benim ablam, senin kızın, dev olmuş, atlarınızı o yiyor. Bu saatten sonra artık beni yaşatmaz, sizlerden ayrılmak zorundayım. Allah’a emânet olunuz, deyip sürmüş atını!
Askerleriyle berâber az gitmişler uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler, altı ay bir güz gitmişler, bir de arkalarına dönüp bakmışlar ki bir arpa boyu yol gitmişler. Neyse biz sözü daha fazla uzatmayalım, giderken giderken, yolları karınca yuvalarına rastlamış. Şahzâde askerlerine:
– Aman askerlerim, şöyle kenardan geçelim, yazıktır, hayvancağızların yuvalarını bozmayalım! demiş. Dikkatli bir şekilde oradan geçmişler. Tam geçip gideceklerken, kocaman, kanatlı, kırmızı bir karınca şahzâdenin önünü kesmiş:
– Ey âdemoğlu! Mâdem sen bize merhamet gösterdin, bizim de sana bir yardımımız olsun. Al şu kanatlarımı, iyi sakla! Başın dara düşerse bunları birbirine sürt, biz ânında orada oluruz, demiş. Şahzâde karıncanın kanatlarını ipek mendilinin arasına sarıp koynuna koymuş.
Tekrar yola revân olmuşlar. Giderken giderken, bu sefer yolları sırçan6 yuvalarına rastlamış. Şahzâde askerlerine:
– Aman askerlerim, şöyle kenardan geçelim, yazıktır, hayvancağızların yuvalarına zarar vermeyelim! demiş. Dikkatli bir şekilde oradan geçmişler. Bu esnâda, oldukça iri ve boz renkli bir sırçan şahzâdenin önünü kesmiş:
– Ey insanoğlu! Mâdem sen bize saygı gösterdin, bizim de sana bir yardımımız olsun. Al şu tüylerimi, iyi sakla! Başın dara düşerse bunları birbirine sürt, ben ânında orada olurum, demiş. Şahzâde, sırçanın tüylerini de kadife mendilinin arasına sarıp koynuna koymuş.
Tekrar yola koyulmuşlar. Günlerce yol aldıktan sonra, uzaktan büyükçe bir şehir görünmüş. Şahzâde askerlerine son molayı vermiş. Nevâlelerini yerlerken, çalıların arasında  kalmış, büyüyememiş bir kavak dikmesi7 şahzâdenin dikkatini çekmiş.
– Askerlerim, şu kavak dikmesinin etrâfındaki çalıları temizleyelim, dibine bir gölek8 yapalım, dereden de dibine su getirelim, büyüsün zavallı! demiş. Askerler hemen çalıları temizleyip, kavağın dibine su getirmişler.
Şahzâde askerlerini toplamış ve onlara son defâ hitâb etmiş:
– Ey kıymetli yol arkadaşlarım! Burada yollarımız ayrılıyor! Atlarınızı, koşumlarıyla, takımlarıyla berâber size hediye ediyorum. Hepinize birer avuç da altın! Gidin kendinize yeni bir hayat kurun, evlenin, barklanın, çoluğa çocuğa karışın. Bana da haklarınızı helâl edin! Askerler hep bir ağızdan:
– Helâl olsun şahzâdem! diye cevap vermişler.
Askerlerinden ayrılan şahzâde tek başına şehre girmiş ve bir hana yerleşmiş. Yavaş yavaş handakilerle ahbab olmaya ve samîmiyeti ilerletmeye başlamış. Handakilerin ana sohbet konusu; pâdişahın, kızına tâlip olanlardan istediği ve yerine getirilmesi imkansız şartlar imiş:
– Pâdişah, işi olmaza sürerek bir çok civanın kanına girdi! Böyle giderse zavallı kızcağız evde kalacak! Pâdişahın oğlu da yok ki, ona bir hâl olursa yerine geçsin!
Birkaç gün sonra sokaklarda  bir dellal bağırmaya başlamış:
– Ey ahâliii, duyduk duymadık demeyiiin! Kızına tâlip olanlaraaa, pâdişahımızın bir şartı vardııır! Dâmat adayııı, birbirine karıştırılmış bir çuval buğdayı, bir çuval arpayı, bir çuval mısırı, karanlık bir odada, sabaha kadar birbirinden ayıracaktııır! Bunu yapabilirse pâdişahımız, kızını o gence verecektiiir! Yapamazsa kafası gövdesinden ayrılacaktııır! Duyduk duymadık demeyiiin!
Bu ilanı duyan şahzâde, hemen pâdişahın huzûruna çıkmış ve kızına tâlip olduğunu söylemiş. Pâdişah:
– Delikanlı, sen canına mı susadın! Şartımı biliyorsun, yapamazsan canından olacağını da biliyor musun! demiş.
Şahzâde pâdişaha, imtihana hazır olduğunu ve sonucuna da katlanacağını söylemiş. Pâdişah da:
– Pekalâ! Kendi düşen ağlamaz! demiş.
Akşam olunca, şahzâdeyi bir odaya götürmüşler, bir çuval buğdayı, bir çuval arpayı ve bir çuval mısırı karıştırıp üzerine de kapıyı kilitlemişler. Kapıya da iki nöbetçi dikmişler.
El ayak çekildikten sonra, şahzâde, ipek mendilinin içindeki karınca kanatlarını çıkarıp birbirine sürtmüş. Birdenbire, kapının alt kurş’undan9, başlarında kırmızı kanatlı karınca olduğu halde milyonlarca karınca sökün etmiş! Karınca beyi:
– Emrini söyle ey âdemoğlu! demiş.
– Sabaha kadar; şu yığındaki buğdayların bir köşeye, arpaların bir köşeye, mısırların da bir köşeye ayrılması gerekiyor!
– Ondan kolay ne var! Sen uyu, istirahatine bak, iş bitince ben seni uyandırırım.
Sabaha karşı karınca beyi şahzâdeyi uyandırmış:
– İşimiz bitti ey âdemoğlu, başka bir emrin var mı? demiş.
– Bana çok büyük bir iyilik yaptınız, nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum, Allah sizden râzı olsun!
– Sen o teşekkürü vakt i zamânında yapmıştın, haydi bize müsâde!
Milyonlarca karınca, geldikleri gibi, kapı kurş’unun altından kaybolup gitmişler.
Sabah olup ta delikanlıyı cellada teslim etmek üzere odaya giren nöbetçiler gözlerine inanamamış! Arpalar bir köşede, buğdaylar bir köşede, mısırlar bir köşede!
Hemen pâdişaha haber vermişler, o da koşarak gelmiş, durumu kendi gözleriyle görmüş.
– Âferin delikanlı! Sözüm söz! Madem sen şartımı yerine getirdin, ben de kızımı sana veriyorum! demiş.
Şahzâde ile pâdişahın kızı, kırk gün kırk gece süren bir düğünle evlenmişler. Oldukça yaşlanmış ve yorulmuş olan pâdişah, bir süre sonra bakmış ki, dâmâdı aklı başında bir delikanlı, tâcını tahtını ona devretmiş. Şahzâde pâdişah olmuş, hanımı da sultan, memleketi adâletle idâre etmeye başlamışlaaar!
Gel zaman git zaman, şahzâdenin içindeki memleket hasreti ve merâkı arttıkça artmış, arttıkça artmış ve sonunda dayanılmaz bil hâl almış! Bir gün hanımına demiş ki:
– Sultânım, memleketimi, anamı, babamı, kardeşlerimi çok göresim geldi. Müsâde edersen gideyim, oraları bir ziyâret edeyim. Yalnız, bu yolculuk biraz tehlikeli olabilir! Şimdi seninle bir terleyelim, terlerimizi bir şişeye koyalım. Şişedeki ter, kan rengine dönmedikçe bil ki selâmetteyim. Ne zaman ki şişedeki ter kan rengine döner, o zaman aslanımla kaplanımı salıver, onlar benim imdâdıma yetişirler!
Eski şahzâde, yeni pâdişah, hazırlıklarını tamamlayıp atına atladığı gibi yola revân olmuş. Az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, sonunda memleketine varmış ki ne varsın! Şehirde taş üstünde taş gövde üstünde baş kalmamış, her yer vîrâne, ortalıkta in cin top oynuyor! Muhteşem saraylarının yerinde yeller esiyor!
Gözlerinden yaşlar boşanan şahzade, saray yıkıntıları arasında dolaşırken bir de ne görsün! Karşıdan ablası gülümseyerek kendisine doğru geliyor!
– Vay kardeşim! Hoş geldiiin, sefa geldin. Bunca zamandır nerelerdeydin? Seni buralara hangi rüzgarlar attı? Görüşmeyeli nasılsın? İyi misin?
– Hoş bulduk ablacığım, sizleri ziyarete gelmiştim!
– Ne iyi ettin! Uzun yoldan gelmişsin. Sen şurada otur, dinlenedur! Ben sana yiyecek bir şeyler hazırlayayım. Bu arada canın sıkılmasın, şu kemanı tıngırdatadur!
İçeri geçen dev, eline bir iye10 almış, kardeşini kolay yiyebilmek için başlamış dişlerini iyelemeye! Bir kulağı da keman sesinde, ses kesilirse şahzadenin kaçtığını anlayacak.
Şahzade, “gıyy”, “gıyy”, “gıyy”, iye sesini işitiyormuş! Başına geleceği anlamış. Hemen kadife mendilinin arasındaki sırçan tüylerini birbirine sürtmüş, yıkıntıların arasından boz sırçan çıkagelmiş!
– Emrini söyle insanoğlu! demiş.
– Benim yerime şu kemanı tıngırdatacaksın, ben de içerde beni yemek üzere diş bileyen devden kaçacağım.
Sırçan, kuyruğuyla kemanı tıngırdatmaya, şahzade de atına atladığı gibi memleketine doğru sürmeye başlamış.
İçeri giren dev, kardeşi yerine bir sırçan görünce küplere binmiş!
– Değil sırçan, çekirge bile olsan seni bulup yiyeceğim! diye gürlemiş. Bir deliğe girip kaybolan sırçanı bulmak için sarayın altını üstüne getirmiş, ama bulmak ne mümkün! Sonunda hırsla etrafına bakınırken bir de ne görsün! Kardeşi üç günlük mesafeyi bitirip memleketine varmak üzere! Hemen, bir günlük yolu bir adımda giden çizmelerini giymiş. Bir! demiş, yolun üçte birini, iki! demiş, yolun üçte ikisini, üç! demiş yolun tamamını katetmiş.
Bu arada, şahzâde de, etrâfını temizletip dibine su getirttiği kavağın yanına ulaşmış. Dev tam onu yakalayacakken, kavağa:
– Eğil kavağım eğil! demiş, kavak eğilmiş. Şahzâde kavağın tepesine tutunmuş:
– Doğrul kavağım doğrul! deyince kavak doğrulmuş.
Dev başlamış kavağı kemirmeye, kavak ta başlamış yavaş yavaş eğilmeye!
Bu sırada, camlı dolaptaki terlerinin kan rengine döndüğünü gören Sultan, hemen kapıda bağlı olan aslanla kaplanı çözmüş:
– Yetişin, efendinizi kurtarın! demiş.
Aslanla kaplan, yıldırım gibi kavağın dibine ulaşmışlar. İyice eğilen kavaktan devin ağzına düşmek üzere olan şahzâde:
– Aslanım tut! Kaplanım yut! demiş.
Aslan tutmuş, kaplan yutmuş!
Sağlıcakla evine dönen pâdişahla sultan hanım, yemişler içmişler, uzun seneler boyunca mutlu ve mesut bir hayat sürmüşleeer! Gökten üç elma düşmüş! Birisi onların, birisi bu masalı anlatanın, birisi de dinleyenlerin başına!
07.01.2014

 

 

1. İskembe: Tandırın üzerine kapatılan kısa bacaklı masa
2. Tatlık: İskembenin üzerine kapatılan kalın örtü, bir çeşit yorgan
3. Metel: Masal
4. Aba: Ana
5. Taka: Ahırda, hayvanların yem yemesi için duvarda yapılan oyuk.
6. Sırçan: İri bir fare çeşidi
7. Dikme: Fidan
8. Gölek: Küçük gölcük
9. Kurş: Kapının üzerinde döndüğü ağaç direk
10. İye: Eğe

Seçme Beyitler

Lokman Hekim’in oturduğu makâmın arkasında, giren kişinin hemen gözüne çarpacak şekilde şu beyit yazılı imiş:

Ne ararsan bulunur derde devâdan gayrı
Elimizden ne gelir Hakk’a duâdan gayrı

İktidar sâhibi olmayı arzu edenlere Muhibbî (Kânûni Sultan Süleyman)’nin cevâbı ne güzel!

Halk içinde mûteber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihandâ bir nefes sıhhat gibi

Osmanlı’nın son döneminde yaşamış ünlü göz hekimi Mehmet Esat Paşa, bir gün çâre olamadığı hastalıklardan bunalmış olsa gerek, aşağıdaki beyti mırıldanmış:

İhtiyârımla acep ben hiç olur muydum tabîb
Ger bileydim âlemin bunca devâsız derdini

İzzet Molla, keline çâre olsun diye gittiği hekimin de kel olduğunu görünce dayanamamış:

Eğer olsa derler, kelin merhemi 
Sürer kendinin bâşınâ ol emi

Söyleyeni bilinmeyen (lâedrî) bir beyit te aynısını söyler:

Kendi muhtâc-ı himmet bir dede 
Bilmez ki gayra nasıl himmet ede

Nev’î, seyahatin hastalıklara iyi geleceğini anlatmış:

Sefer it derdüne tımâr ola şâyed Nev’î
Bâ’is-i sıhhat olur eylese bîmâr sefer

Niyâzî-i Mısri, dertlerin bâzen derman da olabileceğini söyler:

Derman arardım derdime derdim bana dermân imiş
Bürhan sorardım aslıma aslım bana bürhân imiş

Necip Fâzıl Kısakürek’in ölüm târifi:

Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber
Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber

Ziyâ Paşa’nın canı bir gün makam sahiplerinden yana çok yanmış olacak ki şu beyti söylemek zorunda kalmış:

Ne günlere kaldık ey Gâzi Hünkar
Eşşek vezir oldu katır mühürdar

Gene Ziyâ Paşa’dan:

Bed-asla necâbet mi verir hiç üniforma
Zer-dûz palan da ursan eşşek yine eşşektir

Benzer anlamda lâedrî bir beyit:

Adam, adamdır eğer olmaz ise bir pulu
Eşşek yine eşşektir, atlastan olsa çulu

Ziyâ Paşa, laf ve iş ilişkisini ne güzel özetlemiş:

Âyinesi işdir kişinin lâfa bakılmaz 
Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde

Onlar ki lâf ile verirler dünyâya nizâmât
Bin türlü teseyyüp bulunur hânelerinde

Benzer mânâda lâedrî bir beyit:

Dene altûnu mihenk taşında
Dahî insanı bir iş başında

Bir lâedrî daha:

Mârifet iltifâta tâbidir
Müşterisiz metâ zâyidir

Mendebur birisinin arkasından söylenmiş lâedrî birbeyit:

Ne kendi eyledi rahat, ne kimseye verdi huzur
Yıkıldı gitti cihandan, dayansın ehl-i kubur

Şah Hatâyi de böylelerinden şikâyet ediyor:

Usul erkan bilmez nâdan elinden 
Usul ağlar erkan ağlar yol ağlar 


Şâir Eşref’in benzer anlamda bir beyti:

Gözlerim ebnâ-yı âdemden o rütbe yıldı kim
İstemem ben fâtihâ tek çalmasınlar taşımı

Dış görünüşün her zaman aldatıcı olabileceğini belirten İbrahim Hakkı Hazretleri (bir rivâyete göre Râgıp Paşa, bir başka rivâyete göre de Mehmet Emin Tokadî Hazretleri) ne güzel söylemiş:

Harâbat ehlini hor görme zâkir
Defîneye mâlik vîrâneler var

İzâfiyet teorisini Sâbit’in aşağıdaki beytinden daha güzel kim anlatabilir?

Müneccim muvakkit ne bilir şeb-i yeldâyı
Mübtelâ-yı gâma sor kim gîceler kaç saat

Bursalı Tâlîp, ârif insanı târif etmiş:

Çeşm-i insâf gibi kâmile mîzân olmaz 
Kişi noksânın bilmek gibi irfân olmaz

Niyâzî-i Mısrî de benzer bir tanımlama yapmış:

Savm u sâlât u hac ile sanma biter zâhid işin
İnsan-ı kâmil olmaya lâzım olan irfân imiş

                                             
Lâedrî bir beyit te benzer şeyler söylüyor

Ehl-i diller arasında aradım kıldım talep
Her hüner makbûl imiş illâ edep illâ edep

Muhibbî’den  benzer anlamda bir beyit:

Kimsenin aybını görüp kılma zinhar âşikâr
Günde yüz bin aybın örterken ilâh-el âlemîn

Rûhî, mîzanda geçer akçenin mal ve evlatlar olmayacağını ne güzel ifâde etmiş:

Sanma ey hace ki senden zer-u sim isterler 
“Yevme la yenfeu’da” kalb-i selim isterler. 

Bâkî, kişinin ebedîleşmesi için gerekli olan kuralı en özlü şekilde söylemiş:

Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal
Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş

Bişr-i Hafî Hazretleri, ânın kıymetini hatırlatmış:

Dün öldü, bugün ise, sanki can çekişmede
Yârın henüz doğmadı, doğmayacak belki de

Şinâsi, kendini beğenmiş birini şöyle târif etmiş:
                                            
Kişiye her işi a’lâ görünür 
Kuzguna yavrusu ankâ görünür


Bağdatlı Rûhi, aceleci olmayı hoş görmemiş:

Gör zâhidi kim, sâhib-i irşâd olayım der 
Dün mektebe gitti, bugün üstâd olayım der

Edirneli Hâtemî de aynı kanaattedir:

Tîz-reftâr olanın pâyine dâmen dolaşır
Erişir menzil-i maksûduna âheste giden

Hacı Bayrâm-ı Velî Hazretleri, ilâhi adâletin tecellî şekillerinden birini şöyle târif etmiş:

Hak teâlâ intikâmın, yine kul ile alır
Bilmeyen ilm-i ledünni, ânı kul yaptı sanır

Can Yücel’den güzel bir tespit:

Ömür dediğin üç gündür

Dün geldi geçti, yarın meçhuldür

O halde ömür dediğin bir gündür, o da bugündür

Niyazi-i Mısri’den de bir ders alalım:

Bir göz ki, ibret olmaya nazarında

Ol düşmanıdır sahibinin başı üzerinde

Alvarlı Efe Hazretlerine kulak verelim

Seyreyle güzel kudret-i Mevla neler eyler

Allah’a sığın adl-i Teala neler eyler

Elbet yürüdür fermanını Kadir-u Kayyum

Herkese layık sırr-i tecella neler eyler

 Alemleri var eyleyen Allah-u Alimdir

Gözler görecek mihr-i mualla neler eyler

 Lutfi der ki bu İlahi dergâhta sebat et,

Nazlı niyaz et, Hakk’a temenna neler eyler

 Kuddusi Baba ve Alvarlı Efe Hazretleri birlikte söylerse:

Seyreyle güzel kudret-i Mevlâ neler eyler cânân cânân

Allah’a sığın adl-i Teâla neler eyler…

 Meyl eylemezem gayrısına tövbeler olsun cânân cânân

Hem yüzleri dost, özleri düşmandan usandım…

 Suları şikest, meyleri kalp Hazret-i Hak’tan cânân cânân

Bir ane değin ettiğim isyandan utandım…

Acemi Evliya!

Vakt-i zamanında acemi bir evliya varmış. Bir gün müritleri ile sohbet ederken, içinden; “müridan”a bir keramet gösterelim de, şeyhlerine itimatları kuvvetlensin diye geçirmiş. İleride bütün azameti ile gölgesini yaymış olan ulu çınara dönerek; “Ya şecer! Gel berû” diye seslenmiş. Bir zaman geçmesine rağmen ağaçta herhangi bir hareket-bereket olmayınca, hazret istifini hiç bozmadan yerinden doğrulmuş ve “Evliya kısmısında gönül, kibir, gurur, benlik olmaz, sen gelmezsen biz varırız!” deyip yürümüş.

Nasıl Erdemlili Oldum?

İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim üyesi olarak Malatya’da çalıştığım 23 yıllık süre boyunca, bazı seneler yaz tatillerini kayınpederimin Bozyazı’ya bağlı Birinci Tekmen köyünde geçirirdik. Malatya’dan Bozyazı’ya giderken içinden geçtiğimiz Erdemli hep dikkatimi çekerdi. Özellikle Çamlık içerisindeki kamp çadırları, bana buranın çok tercih edilen bir tatil beldesi olduğunu düşündürürdü. Emeklilik planları yaparken önceliklerimiz içerisinde, asude bir sahil beldesinde yaşama isteğimiz hep birinci planda olmuştu. Hatta bu amaçla Güney Marmara ve Kuzey Ege kıyılarına özel bir ziyaret te yapmıştık ama oralar memlekete çok uzak olduğundan cazip gelmemişti.

2013 yılı Mart ayında emekli olmaya karar verince, hanımla birlikte Mersin’e gelip bir ev bakmaya karar verdik. Hesaba göre, gece Mersin Öğretmen Evi’nde kalacak, ertesi gün de metropol civarında kuyumculuk yapan lise arkadaşım Feridun’dan bize ev bulması konusunda yardım isteyecektik. Bu heyecanla bir akşam üzeri Mersin’e geldik. Geldik gelmesine ama, o gece Mersin’deki iki öğretmen evinde de yer yoktu. Oradaki bir görevlinin akıl vermesi üzerine Erdemli Öğretmen Evi’ni aradık. Yer olduğunu öğrenince Erdemli’ye geldik ve öğretmen evinde geceledik. Ertesi gün Mersin’e dönecek ve arkadaşımızla buluşacaktık. Sabah kahvaltı yaparken, öğretmen evinin o zamanki müdürü Ahmet Salih Bey’le tanıştık. Müdür Bey’e ev alma düşüncemizden bahsettik. Kendisi bu hususta kesinlikle Mersin’i değil Erdemli’yi tavsiye ettiğini ısrarla ifade etti.

Sohbet sırasında üniversite yıllarına geri döndüm. Tıp fakültesinin son yılları! Anarşinin doruğa çıktığı 1978-79 yılları olsa gerek. O kadar bunalmışız ki; bir yerlerden bir ışık, bir aydınlık, uzanacak bir el, daha açık söyleyelim bir kurtarıcı beklentisi had safhada. 1980 yılının, hicri 1400 yılına tekabül etmesi de bu beklentiyi makul ve cazip bir hale getiriyordu. Bu beklentinin yönlendirmesi ile değişik tasavvuf merkezlerini ziyaret ediyoruz, çeşitli fikir adamlarını dinliyoruz, her türden kitap ve dergileri takip ediyoruz… Bu arada elimize, Emin Şekerci isimli bir doktor tarafından Erdemli’de yapılan vaazlara ait bazı kasetler ulaştı. Çok güzel ve etkili şekilde okunan yaklaşık yarım saatlik bir Kur’an-ı Kerim ve arkasından yapılan heyecanlı, ateşli, aktüel meselelere değinen etkili bir vaaz veya tefsir. Çok beğenerek dinlediğimiz bu kasetlerdeki sesin, meslek büyüğü bir abimize ait olması da bize ayrı bir gurur veriyor. Aradığımız kurtarıcıyı bulamadan 12 Eylül darbesi gerçekleşti ve herkes kendi kabuğuna çekildi.

Ev konusundan sonra Müdür Bey’e: “Sayın Hocam! Öğrenciliğimizin son yıllarında Dr. Emin Şekerci isimli bir ağabeyimizin kasetlerini dinlemiş ve çok istifade etmiştik. Kendisi ile yüzyüze görüşme fırsatımız olmadı. Bu adamcağız ne oldu, tanışabileceğimiz bir yakını var mı, yeniden dinleyebileceğimiz bir kaseti veya videosunu bulabilir miyiz?” diye sordum. Müdür Bey: “Haa! Siz merhum Doktor Abi’yi soruyorsunuz. Kendisi 2004’te rahmetli oldu. İlahiyat mezunu bir oğlu var, Konya’da ikamet ediyor. Doktor Abi, 12 Eylül’de tutuklandı. O dinlediğiniz kasetleri ellerinde bulunduranlar, o korkuyla hepsini imha ettiler. Dolayısıyla elimizde yeniden dinleyebileceğiniz bir hatıra kalmadı” dedi. “Şimdi bir taşla iki kuş vuralım” diyerek Tayyar Yeşilyurt isimli bir müteahhidi aradı ve elinde satılık daire olup olmadığını sordu. Tayyar Bey, Ulu Cami civarında Begonya Evleri isimli 40 dairelik bir site yaptıklarını ve ellerinde 1 adet satılık daire kaldığını belirtti. Müdür Bey: “Tayyar Bey, ilahiyat mezunu bir kardeşimizdir ama müteahhitlik yapıyor. Babası Mustafa Abi de, Doktor Abi’nin en yakınındaki insanlardan birisi idi. Oğlu size ev konusunda, babası da Doktor Abi konusunda yardımcı olabilecek en uygun kimselerdir” açıklamasını yaptı. Hemen radevulaştık ve yarım saat sonra binanın örnek dairesinde buluştuk. Bize teklif edilen daire B Blok 17 numaralı daire idi ve pencereleri Ulu Cami’ye bakıyordu. İnşaat halindeki daireyi de gördük ve beğendik. Daire 4-5 ay içerisinde tamamlanacaktı. Fiyatını sorduğumuzda, Tayyar Bey, gayet makul bir rakam telaffuz etti. Ödeme şartlarını da makul bir şekilde kararlaştırdıktan sonra “tamam” deyip el sıkıştık. Böylelikle, yaklaşık 1 saat içerisinde Erdemli’de bir evimiz olmuş oldu.

Ev alma işini böylece hallettikten sonra Tayyar Bey’in babası Mustafa Yeşilyurt Abi ile tanıştık. Kendisi o günlere ait hatıralarından bahsetti. Dinlediğimiz kasetlerin bir çoğunu kendisinin kaydettiğini ve çoğalttığını, Doktor Abi tutuklanınca ellerindeki kasetleri ve kitapları yakmak zorunda kaldıklarını, bir süre sonra kendisinin de tutuklandığını anlattı. Naylonlara sarıp toprağa gömdükleri bir kısım materyalin de, aradan yıllar geçtikten sonra çıkardıkları zaman tamamen çürüdüğünü görmüşler. “Peki değerli ağabeyim, Erdemli’ye bunca emeği geçmiş bu kıymetli insana ait herhangi bir eser, bir kalıntı kalmadı mı” diye sordum. Mustafa Ağabey: “Başkanlığını benim yaptığım bir dernek marifetiyle Ulu Cami’yi, altına da “Hafız Doktor Emin Şekerci Konferans Salonu”nu inşa ettik. Rahmetli Doktor Abi’nin dünya malına karşı en ufak bir meyli yoktu. Bu kubbede hoş bir sada bırakarak ebedi aleme irtihal eyledi” dedi. Bu konuşmanın hemen arkasından, zevcesi Türkan Hanım’la birlikte medfun bulunduğu Alata Mezarlığı’nı ziyaret edip ruhuna Fatiha’lar gönderdik.

Erdemli’li olmamız kesinleşince, Dr. Emin Şekerci ile ilgili daha fazla malumat veya materyal bulabilme umudu ile Konya’da olduğunu öğrendiğim oğlu Mustafa Şekerci’yi aradım. Kendisi, yakında Erdemli’ye geleceğini ve orada görüşebileceğimizi söyledi. Ancak bu görüşme 3 yıl kadar sonra gerçekleşebildi. Elhamdülillah, 5-6 ay kadar önce baba ocağına nakl-i hane eden Mustafa Burhan Şekerci Bey’le mülaki olma imkanına kavuştuk. Kendisine, Dr. Emin Şekerci’nin memleketi olan Divriği’deki bir eczacı arkadaşım aracılığı ile elde ettiğim, rahmetliye ait bazı resim ve belgeler takdim ettim, çok memnun oldu. Kendisi de bana, bende olmayan epeyce materyali içeren Facebook sayfasını açarak karşılık verdi. Halen görüşüyor ve ziyaretleşiyoruz. Kendisine sağlıklı ve hayırlı ömürler dilerim.

Acizane kanaatim; herhangi bir akrabam, tanıdığım, hakkında ciddi bir araştırmam olmayan Erdemli’ye bizi, gıyabında saygı duyduğum ve sevdiğim bir Allah Adamı’nın manevi daveti çekti getirdi. Öğretmen Evi, Ahmet Salih Bey, Tayyar Bey, Mustafa Yeşilyurt Abi, Mehmet Yıldırım, Avni Taşyürek, Nebi Karagöz, Durmuş Demirel ve ismini sayamadığım birbirinden değerli bir çok kişi de bu davette bize mihmandarlık ettiler, yardımcı oldular, yol açtılar. Hepsine çok müteşekkirim. Erdemli’yi çok seviyoruz ve bizi Erdemli’li yapanlara minnet duyuyoruz. Şu anda pencereden bakıyorum ve Ulu Cami’yi görüyorum, “Hafız Dr. Emin Şekerci Konferans Salonu” yazısıyla birlikte!

Son bir not: Erdemli’nin, merhum hafız Doktor Mehmet Emin Şekerci’ye ödemesi gereken vefa borcunu tam olarak ödeyemediğini düşünüyor, bu hususta yakınları başta olmak üzere herkese sorumluluk düştüğünü, bize verilecek her türlü göreve hazır olduğumuzu beyan ediyorum. Saygılarımla!

Prof. Dr. Mustafa Şenol
Emekli Öğretim Üyesi
Nisan 2017, Erdemli

Mebrur Bir Hacc: Avare Seyit

Kişi; yolculukta, komşulukta ve alışverişte belli olur! (Hz. Ömer)

İnsan yaşlandıkça uzak hafızası canlanır derler. Bizimki de öyle oldu galiba! Yöneticiliğini yaptığım “Ucasarlılar” isimli Facebook sayfasının “Şoförlerimiz” albümüne koymak üzere eski şoförlerimiz ve arabalarımızla ilgili fotoğraf araştırırken, “Nevşehir Platformu” isimli sayfada gördüğüm bir 302 Mersedes dikkatimi çekti. Resmi yakından inceleyince, arabanın önünde Ahmet Yurttaş, Hülya Koçyiğit ve tanımadığım diğer 2 kişinin durduğunu gördüm! Resmin çekildiği tarih 1976 olarak not edilmişti. Ahmet Yurttaş, nam-ı diğer Altındiş Ahmet, Nevşehir’in sevilen şoförlerinden idi. Rahmetli ile birlikte, 1983 yılında oldukça maceralı ve enteresan bir hacc yolculuğu yapmıştık. O mübarek yolculuğun en dikkate değer yolcusu ise, gene Nevşehirliler’in yakından tanıdığı “Avare Seyit” olarak bilinen rahmetli Seyit Mehmet Pınarbaşı idi. Gördüğüm bir fotoğraf beni yaklaşık 35 yıl öncesine götürdü!
Asteğmen olarak başladığım askerlik görevimden, 1982 yılı Ekim ayında teğmen rütbesi ile terhis oldum. Mecburi hizmetimi daha önceden tamamladığım için, devlet görevi almayıp serbest çalışmaya karar verdim ve Nevşehir’de muayenehane açtım. Muayenehanem, Damat İbrahim Paşa Camii’ne giden sokağın başında idi. Müsait zamanlarda namazlarımı Kurşunlu Cami’de kılmaya çalışırdım. Bir vakit namazında o zamanki Nevşehir Müftüsü İsmail Kırımlı Hoca ile tanıştık. Zamanla ahbaplığımız ilerledi. Gerek camide gerekse yolumun üzerinde bulunan müftülük binasında sık sık görüşüp sohbet ediyorduk. Bir defasında, hacc konusu gündeme geldi. Ben, hacca gitmeyi çok arzu ettiğimi söyledim. Müftü Efendi, sağlık görevlisi olarak hacca gidebileceğimi, hacc hazırlıkları ile ilgili olarak yakında Ankara’ya gideceğini, istersem benim adıma Diyanet İşleri Başkanlığı’na bir dilekçe verebileceğini söyledi. Ben de bir kaç gün sonra Ankara’ya gidecektim. Müftü Efendi’ye teşekkür edip, dilekçemi kendim vereyim diyerek ayrıldım.
Öğle namazını Kocatepe Camii’nde kıldıktan sonra, caminin karşısında bulunan Diyanet İşleri Başkanlığı Sağlık Daire Başkanlığı’na gittim. Dilekçemi vermek üzere Daire Başkanı’nın kapısını çalıp içeri girdim ki ne göreyim! Karşımda asker arkadaşım Dr. Salih Türkyılmaz oturmuyor mu! “Vay Salihciğim, selamünaleyküm!” “Vay Mustafacığım, aleykümselaaam! Hayrola, hangi rüzgar attı seni buralara?” Çaylarımızı içerken durumu anlattım, dilekçeyi önüne koydum ve “Artık hacc işimi olmuş sayıyorum, bu işin emaneti sana!” dedim. Salih Bey, “Mustafacığım, talep oldukça fazla! Özellikle siyasiler tarafından üst makamlara yoğun baskı geliyor. Bu açıdan yüzde yüz garanti veremem, ama elimden geleni yapacağımdan şüphen olmasın” dedi. “Ben anlamam arkadaş, ben işimi olmuş sayıyorum, senden hayırlı haberi bekliyorum” deyip ayrıldım.
Böylelikle Şubat ayında müracaatımızı yaptıktan sonra işimize döndük ve haber beklemeye başladık. Bu arada Müftü Efendi bir kaç defa daha Ankara’ya gitti geldi. Temmuz sonlarındaki son seferinden sonra telefon açtı ve “Bu toplantıda hacca gidecek sağlık ekibinin isimleri okundu, maalesef senin adın listede yoktu” diyerek üzüntülerini iletti. Ben de, “Sağlık olsun Hocam, demekki daha sıramız gelmemiş, önümüzdeki seneye kısmet olur inşallah” diyerek telefonu kapattım. Kapattım kapatmasına ama, muhtemelen kuvvetli bir beklenti içinde olduğumdan olsa gerek, çok ileri derecede üzülmüştüm. Bu üzüntünün etkisi altında yattım.
Uzun bir yolculuktaymışız. Çoğunluğunu imam-hatip okulu talebelerinin teşkil ettiği 5-6 otobüslük bir kafile. Bulunduğum otobüste aşina olduğum tek kişi Sadettin Ağaçlı ağabey. Kendisi Aksaraylı. Orhan Ağaçlı’nın amcası. Zaman zaman Nevşehir’e gelir, sohbetlere katılır, sevilen, sayılan bir büyüğümüz. Yalnız yolcularda bir gariplik var! Hiç bir hal ve hareketleri imam-hatip öğrencisine yakışır vaziyette değil! Ne abdest, ne namaz! Bol laubalilik, bol küfür! Argo sözler, sulu şakalar gırla! Şaşkınım, kızgınım, üzgünüm, sinirliyim! Sadettin Abi’ye, “Abi bu ne hal, bunlar nasıl imam-hatipli?” diye soruyorum. O da şaşkın, “Valla doktorum, ben de bir şey anlamadım bu işten” diyor. Bu minval üzere yolculuk devam ederken, bir dinlenme tesisinde mola veriyoruz. Seninkiler, hemen masalara yayılıyorlar, tavla, domino, pişti, al papazı ver kızı… Tam o sırada ikindi ezanı okunmaya başlıyor. Arkadaşlarda en ufak bir saygı emaresi yok! Ulan bari bacak bacak üstündeki ayaklarınızı indirin! Sinirim tepeme çıkmış, nereden geçtiyse elime bir küssük geçiyor! Girişiyorum bunlara! Yer misin yemez misin, yer misin yemez misin! “Ulan eşşoğlu eşşekler! Ulan edepsizler, ulan terbiyesizler! İmam-hatibin adını da rezil rüsvay ettiniz. Olmaz olsun sizin gibi imam-hatipli!” Koca salonu çil yavrusu gibi dağıttım ve uyandım!
Ertesi gün öğle namazını kıldıktan sonra Müftü Efendi’nin yanına gittim. “Hocam, sen ne dersen de, ben hacca gidiyorum” dedim ve gördüğüm rüyayı anlattım. Ayrıca rüyamı yorumlayarak; yolda özellikle yolcular açısından epey bir zorluk çekeceğimizi, anlaşabileceğimiz ve bize yakın özelliklere sahip yol arkadaşı bulma açısından pek de şanslı olmayacağımızı anlattım. Müftü efendi gülerek, “Hayırlısı olsun doktorum, o aradığın arkadaşlardan birisi de inşallah ben olurum” dedi. Aynı gün ikindi vakti Ankara’dan Doktor Salih Bey telefonla aradı ve “Gözün aydın Mustafacığım, asıl listede yer alan bir doktorumuzun gitmesine engel bir durum meydana geldi. Seni asıl listeye almaya gücüm yetmemişti ama, bu fırsatı hemen değerlendirdim. Gerekli evrakları hemen bana ulaştır. İnşallah Nevşehir kafilesi ile hacca gidecek ve gene onlarla birlikte geri döneceksin” dedi. Müftü Efendi’ye telefon açıp müjdeli haberi verdim.
Kalabalık bir uğurlama merasimini takiben, 1983 yılının sıcak bir Ağustos günü, 4 gruptan ibaret 19 otobüslük bir kafile halinde yola çıktık. Her 5 otobüs bir grup oluşturuyordu ve bir din görevlisi o gruba rehberlik ediyordu. İlk otobüste birlikte seyahat ettiğimiz Müftü Efendi, hem kafile başkanlığı, hem de 1. grup rehberliği görevini üstlenmişti. Nevşehir’i arkada bıratıktan kısa bir süre sonra şoförümüz Ahmet Yurttaş (Altındiş Ahmet) mikronu açtı ve anonsa başladı: “Muhterem hacı adaylarımız! Son model 302 Mersedes otobüsümüze hoşgeldiniz! Müftü efendimiz İsmail Kırımlı, doktor beyimiz Mustafa Şenol, kaptan şoförünüz, bendeniz Altındiş Ahmet ve hostesimiz Avare Seyit yolculuğunuz boyunca sizlere yardımcı olmaya çalışacağız. Özellikle ben, çok tecrübeli bir hacı yolculuğu şoförüyüm. Bu sefer 15. seferim! Dolayısıyla, zaman zaman size tecrübelerimi aktaracağım. Sözlerime dikkat etmeniz, menfaatiniz icabıdır! Hepinize hayırlı yolculuklar! Şimdi mikrofonu Müftü Efendimize veriyorum.” Müftü Efendi; hacc, yolculuk adabı, arkadaşlık gibi konulardan bahseden genel bir konuşma yaptı ve yola devam ettik.
Yolda, çoğunluğu sanayi esnafından olan hacı adayları, yedek şoförümüz olan Avare Seyit’e habire takılıyorlar: “Hostes, su getir! Hostes, kolonya dök! Hostes gel, hostes git! Hostes aşağı, hostes yukarı!” Maksatları belli! Sanayide büfecilik yapan ve Nevşehir’in en okkalı küfürbazlarından biri olan Avare’yi kızdırıp sövdürmek! Avare, beklenenin aksine çok sakin! Her söyleneni yerine getiriyor, her hizmete koşuyor, hiç bir şeye kızmıyor! “Ben Allahıma söz verdim! Ne yaparsanız yapın, ne derseniz deyin, ne ederseniz edin kızmayacağım, sövmeyeceğim! Hepinizin hizmetkarıyım, emredin yapayım, ayağınızın tozuyum, paspasıyım!” diyor, başka bir şey demiyor!
Kayseri, Maraş, Antep, Urfa! Halil’ür Rahman ziyareti, Mardin, Habur güzergahından Irak’a geçtik. Haburdaki hacc konaklama tesislerinde beklerken Altındiş Ahmet bütün otobüsleri dolaşıp; “Sayın hacı adayları! Ben bu yolda tecrübeli bir kardeşinizim! Biliyorum ki, bagajlarınızda sucuk, pastırma, sızgıç, çölmek peyniri, bal, tereyağ dolu! Hava zaten sıcak, bundan sonra daha da sıcak olacak! Bu maddeler 2-3 gün içinde bozulacak ve atacaksınız. Beni dinleyin ve bunları ortaya çıkarın, hep beraber ağız tadıyla yiyelim, sonra pişman olursunuz ha!” diyerek hafif tertip tehditle beraber insanları uyarmayı ihmal etmedi. Avare Seyit ise, tam bir mahviyet içinde arkadaşlarına hizmete devam ediyordu.
Musul’da Yunus Aleyhisselam’ın kabr-i şerifi, Bağdat’ta İmam-ı Azam, Abdülkadir-i Geylani, İmam Musa Kazım türbeleri ziyaret edildi. Bağdat’tan Kerbela’ya geçeceğiz. Tecrübeli(!) şoförümüz Altındiş yolu kaybetti. Otobüsü sağa çekiyor, askerlere veya esnafa bir şeyler soruyor ama bir türlü doğru çıkışı bulamıyor. En sonunda tepesi attı: “ Arkadaş, su gibi arapça konuşuyorum, adamlar anlamıyor, heriflerin Arapça’sı kıt bilader” deyip işin içinden sıyrıldı. Bir şekilde Kerbela’ya ulaştık. Hazret-i Hüseyin türbesini ziyaret ettik. Oradan Necef’e geçip Hazret-i Ali Efendimiz’i ziyaret ettik. Cenab-ı Allah’a, ziyaretlerimizi kabul etmesi duaları ile yola devam ettik.
Otobüste çoğu zaman eften püften sebeplerle bazı ihtilaflar, çekişmeler, hatta küçük çaplı arbedeler oluyordu. Böyle bir sürtüşmeye doğru gidildiğini hisseder etmez Altındiş Ahmet hemen devreye giriyor ve Müftü Efendi’ye; “Aman Hocam, gözünü seveyim! Şunlara bi konuş, bi mesele anlat ta bi uyusunlar!” diyordu. Gerçekten de Müftü Efendi bir mesele anlatmaya başlayınca, 2-3 dakika geçmeden otobüsün çoğu uykuya dalıyordu. Bu arada Altındiş, sık sık otobüsü durduruyor ve “Lastiklerin havasına bi bakayım” diyerek aşağı iniyordu. Avare Seyit kulağıma eğilip “Doktorum, herif şeker hastası, laf söz dinlemiyor! Ne perhiz, ne ilaç! Ondan sonra motor ikide bir su kaynatıyor! Saat başı teşaşür! Şuna söylesen de biraz dikkat etse!” deyince işin sebebi anlaşıldı. Bu minval üzere devam eden bir haftalık bir yolculuktan sonra ilk hedefimiz olan Medine-i Münevvere’ye vasıl olduk.
Müftü Efendi’yle aynı evde kalıyoruz. Sağlık ocağı olarak düzenlenmiş bir evde 12 saatlik 2 vardiya halinde sağlık hizmeti veriyoruz. Kalan sürenin birazını dinlenerek, birazını da ibadetle geçiriyoruz. Namazlarımızı mümkün mertebe Mescid-i Nebevi’de kılmaya çalışıyoruz. Medine’de çok sıkıntı çekmedik. Birlikte çalıştığımız meslektaşlarımdan birisi de dahiliye mütehassısı Dr. Ali Gören. Bir gün, Niğde müftüsü bir hasta getirdi. Ben hasta ile ilgilenirken odaya Dr. Ali Bey girdi. Müftü Efendi’yi görür görmez “Hoşgeldiniz Sayın Hocam” diyerek ellerine sarıldı ve öptü. Müftü Efendi de şaşkın bir şekilde, “Lan oğlum Ali, senin ne işin var burada” diye sordu. Ali Bey, “Hocam, duanız bereketiyle doktor olduk ve sağlık görevlisi olarak buradayız” diye karşılık verdi. Meğer, Dr. Ali Gören Adana İmam-Hatip Lisesi’nde hizmetli olarak çalışırken, okulun müdürü şu anda karşısında duran Niğde Müftüsü imiş. Dr. Ali Bey, bir taraftan çalışırken, diğer taraftan da dışarıdan İmam-Hatip Lisesi’ni bitirmiş. Lise fark derslerini de verip tıp fakültesine girmiş, önse doktor, sonra da uzman olmuş. Bu olanlardan haberi olmayan Müftü Efendi’nin şaşkınlığı gayet normal. Ne güzel bir tevafuk olmuştu! Müftü Efendi açısından şaşırtıcı, Ali Bey açısından gurur verici!
Medine’de kaldığımız süre içinde beni çok mutlu eden iki önemli ziyaret te nasip oldu! Bu ziyaretleri ayarlayıp bizi de ziyaret kadrosuna dahil eden Nevşehir Merkez vaizlerinden İrfan Hoca’yı minnet ve rahmetle yad ediyorum! Birinci ziyaretimiz, İstanbul’da da ziyaret edip duasını alma fırsatını bulduğumuz değerli büyüğümüz Hacı Musa Topbaş Efendi’ye oldu. Bize bir Medine sofrası kurdular, madden ve manen doyurdular! Ayrılırken bir de seccade hediyeleri oldu. Uzun yıllar üzerinde namaz kılmak nasip oldu, hala saklıyorum. İkinci ziyaretimiz ise, gene İstanbul’da ziyaret etme imkanına sahip olduğumuz Ramazanoğlu Mahmud Sami Efendi Hazretleri’ne oldu. İlerlemiş yaşına ve ciddi seviyedeki hastalığına rağmen ziyaretine kabul buyurdular. Selamımızı, kendisine vekaleten damatları Ömer Kirazoğlu Ağabey alıp cevaplıyordu. Cenab-ı Hakk, her ikisine de rahmetiyle muamele buyursun inşaallah!
Medine ziyaretimiz yaklaşık 10 gün sürdü. Sonra ver elini Mekke! Medine çıkışında mikat mahalli olan Zül Huleyfe’de ihrama girdik. Hicret-i Nebi aleyhisselamın güzergahı takip edilerek inşa edilen Medine-Mekke karayolu yaklaşık olarak 500 km. Hava çok sıcak! Kaptanımız Altındiş Ahmet, hacı adayı yolcularının durumunu yakından takip ediyor! Açıyor mikrofonu, “Sayın hacı adayları, daraldığınızın farkındayım. Hemen klimayı çalıştırıyorum, biraz sonra üşüyoruz derseniz karışmam ha!” Açıyor 302’nin kaloriferini, dışarıdakinden daha sıcak bir hava içeriye hücum ediyor. Hacılar bağrışıyor; “Kapat şunu! Gölge etme, başka ihsan istemez!” Bu minval üzere Mekke’ye vasıl olduk. Şimdiki Zemzem Kuleleri’nin olduğu yerin biraz sol tarafında Ecyad (Ciyad) Bölgesi’nde bir eve yerleştik. Kabe’yi ilk görüşte edilecek duaların kabul edileceği heyecanıyla ilk tavaf ve say’imizi yaptıktan sonra ihramdan çıktık..
Kaldığımız eve yakın bir sağlık ocağında çalışıyoruz. Hava çok sıcak. Şimdiki gibi klimalar falan da yok! Hacı adaylarımızın yaş ortalaması 70 civarında! Özellikle sıcak çarpması vakaları çok sık! Beraberinde çoğunlukla şuur bulanıklığı da oluyor. Hastayı bir küvet içine alıp buzla ovarak soğutuyoruz, sonra serum takıyoruz. Aklı başına gelince de evine gönderiyoruz. Çok yoğun bir tempo ile çalışıyoruz. Arkasından en az 5-6 saat kadar dinlenmemiz gerekiyor. Sonra elimizden geldiği kadar ibadetlerimizi yapmaya çalışıyoruz. Bazen Mescid-i Haram’da yatıyor, hurma-zemzem ile kifaf-ı nefs ederek ibadet zamanımızı çoğaltmaya çalışıyoruz. Bu arada çoluk çocuğa, eşe dosta bazı hediyeler de almak icab ediyor tabii. Bu işler de ister istemez bir zaman alıyor. O zamanlar TRT radyosu uzun dalgadan yayın yapardı. Bir elektronik mağazasına giriyorum. İngilizce olarak “Uzun dalgalı radyo var mı” diye soruyorum. Tezgahtar Türkçe olarak “Ankara yok, Ankara yok!” diye cevaplıyor.
Bu minval üzere Mekke günleri, Arafat, Müzdelife, Mina safahatı hızla geçti, günler tükendi. Allah eksiklerimizle beraber kabul eylesin, sağlık görevlerimizin yanında haccla ilgili vazifelerimizi de elimizden geldiği kadar yerine getirmeye çalıştık ve hacı olduk! Bütün bu safahatta Avare Seyit istifini ve duruşunu hiç bozmadı. Büyük bir tevazu ve mahviyet içinde bize ve arkadaşlarına hizmet etti, her işimize koşturdu, yardımcı oldu. Ağzından da kimse hayırdan ve güzel sözlerden başka bir şey duymadı. Böyle böyle, nihayet dönüş günü geldi çattı!
Eşyalarımızı otobüslere yükledik. Hacılarımız yerlerini aldılar. Hareket talimatını bekliyoruz. Arkadaki 18 otobüsten “harekete hazırız” bilgisi geldi. Müftü Efendi, mutad hitap şekliyle Altındiş’e “Tamam Ahmet Efendi, yola çıkabiliriz” dedi. Dedi demesine ama, Ahmet Abi’de bir telaş var. Arabanın etrafında dört dönüyor, terlemiş, sıkıntılı! “Hocam, Seyit ortada yok!” diyor. “Eve bakın, belki bir şeyini unutmuştur” diyor Kırımlı Hoca. “Hocam, her yere baktım. Aşağıdaki oyuncakçıdan torunlara oyuncak alacağım diyordu, oraya da baktım, hiç bir yerde yok” diyor kaptanımız. Arkadaşlarına soruyoruz, arkadaki arabalara sorduruyoruz, yok’tan başka bir cevap yok! Son günlerde Kabe’de uzun müddet kaldığı, dalgın dalgın Kabe-i Muazzama’yı seyrettiği aklıma geldi. “Hocam, bir de Mescid-i Haram’a baksak!” dedim. Müftü Efendiyle birlikte Kabe’ye gittik. Hacı dönüş zamanı olduğu için Kabe avlusu oldukça tenha! Baktık ki, Avare Seyit Hacer-i Esved’in karşısında bir yere oturmuş, sessizce ağlıyor.
“Hacefendi! Haydi, yola çıkmak için seni bekliyoruz!” diyor Müftü Efendi. Avare Seyit, ıslak gözlerle, “Hocam siz gidin, ben gelmiyorum” diyor. “Ben vazifelerimi tam yapamadım, Allahım’a kendimi affettiremedim, benim burada kalmam icabediyor” diye devam ediyor. Müftü Efendi’yle birlikte yarım saat kadar dil döküyoruz. “Hacefendi, sen olmazsan bizim çıkışımıza izin vermezler, 19 otobüs dolusu insan seni bekliyor. İnşallah, gelecek sene bir daha geliriz, eksiklerimizi de o zaman tamamlarız” şeklinde sözlerle zar zor ikna ederek arabaya getirdik. Avare Seyit Bağdat’a gelinceye kadar içten içe ağlamaya devam etti!
Ar-Ar sınır kapısı, Suudi Arabistan ile Irak arasındaki karayolu geçişini sağlayan ana gümrük kapısı. İşlemler için beklerken, arkadaki arabalardan birinde bir karışıklık olduğu haberi geldi. Suudi gümrük görevlisi, bir hacımızı alıp götürmüştü. Müftü Efendi ve o grubun sorumlusu olan hocaefendi ilgililere olayın mahiyetini sorunca, kendilerine; bir hacının başkasının yerine hacc yaptığı, yaptığı sahtekarlıktan dolayı alıkonulduğu ve 4.000 riyal ceza kesildiği, bu ceza ödenmediği takdirde kafilenin geçişine izin verilmeyeceği söyleniyor! Herkes şaşkın! Koca bir konvoy, çölün ortasına mahsur kaldık! Ne yapalım, nasıl yapalım tartışmaları yapılıyor. Bir taraftan hacılardan 5 riyal, 10 riyal para toplanmasına başlanıyor, diğer taraftan da gümrük müdürüyle cezanın biraz düşürülmesi için görüşmeler yapılıyor. Bir kaç gidiş gelişten sonra, müdür sinirleniyor ve “Bir daha gelirseniz ceza 10.000 riyale çıkacak diye bağırıyor! Çaresiz, hacılardan 4.000 riyal toplanıyor, ceza ödeniyor ve alıkonulan hacımız kurtarılıyor. Olayın mahiyeti sorulunca anlattıkları şöyle: Gülşehir’in bir köyünden Ahmet Ağa hacca gitmek üzere tüm hazırlıklarını tamamlamış. Şanssızlık bu ya, yola çıkmadan 3 gün önce düşmüş kalçasını kırmış! Ne yapalım, ne yapalım derken demişler ki:  Ahmet Ağa’nın amcası oğlu Mehmet Ağa’yı onun yerine hacca gönderelim! Olur mu olur! Hiç kimseye de bir şey söylememişler. Olaydan ne grup hocasının, ne de kafile başkanının haberi var! Adamcağız amca oğlunun pasaportuyla kafileye katılıyor ve sonunda hacı da oluyor.
Olayın anlaşıldığı zamana kadar, gümrük görevlileri arabaya biniyor, görevliden pasaportları istiyor, otobüsteki kişi sayısı ile pasaport sayısı aynı ise “Tamam, yallah!” diyor. Olacakla öleceğin önüne geçilmez kaidesince, bu hacımızın olduğu otobüse çıkan görevli, pasaportları eline alıyor ve tek tek hacıları kontrol etmeye başlıyor! Yanlış hacımızın başına gelince bakıyor ki, pasaporttaki resimle oturan kişi aynı kişi değil! “Bu sen değilsin” diyor. Vekil hacımız tasdik ediyor, “He, ben değilim!” “Öyleyse in aşağıya!” Sonrası malum! Müftü Efendi, cezası ödenip kurtarılan hacı efendiye, “Hacefendi, asker sana ‘bu sen değilsin’ dediğinde niye hemen ‘ben değilim’ dedin! ‘Hastalandım’, ‘güneşten karardım’, ‘zayıfladım’ gibi bir şeyler söylesen, belki de adam geçip gidecekti! Kendini de, bu kadar hüccacı da perişan ettin” deyince, pişkin hacımız: “Olur mu Hocam, artık ben hacı oldum! Hacı adam yalan söyler mi” demez mi! Müftü Efendi lahavle çekti, “İşi baştan sona yalan üzerine kurmuş adamın savunmasına bak! Başlattığın yalanı biraz daha sürdüremez miydin sanki!” diye söylendi ve yolumuza devam ettik.
Dönüş yolculuğumuz, gidiş süremizin neredeyse yarısı kadar bir sürede tamalandı ve salimen Nevşehir’e avdet ettik. Allah’a çok şükür, 27 yaşında hacı olmak nasip olmuştu!  Ailelerimizle sevinç içinde kucaklaştık, hasret giderdik. Bir taraftan da gözüm Avare Seyitte! O, karşılamaya gelen torunlarına sarılmış, gözyaşı döküyor! Sevinç gözyaşları mı, hasret gözyaşları mı acaba!
Bir hafta sonra teşekkür mahiyetinde Müftü Efendi’nin ziyaretine gittim. Genel bir değerlendirme yaptık. Hacc yolculuğumuzun, ufak tefek bir iki aksaklık dışında başarılı geçtiği kanaatinde idik. Ben son kanaatimi söylemek zorunda idim: “Sayın Hocam, acizane kanaatim, haccımızın mebrur olduğu yönündedir! Çünkü aramızda Avare Seyit gibi haccının kabul olduğundan şüphem olmayan bir yol arkadaşımız vardı. İnşaallah onun yüzü suyu hürmetine, Cenab-ı Hakk bizlerin de haccını kabul etmiştir!” dedim. Müftü Efendi, taşı gediğine koydu: “Harabat ehlini hor görme zakir! Defineye malik viraneler var!”

Prof. Dr. Mustafa Şenol
Mart 2017, Erdemli

Açıklamalar:

Müftü Efendi (İsmail Kırımlı): 1937 Develi doğumlu. 1974 Kayseri Yüksek İslam Enstitüsü mezunu. Anamur ilçe müftülüğü, Nevşehir (1978-85), Tekirdağ (1985-93) ve Amasya (1993-99) il müftülüğü yaptıktan sonra emekli oldu ve Tekirdağ’a yerleşti. 2012 yılında, 75 yaşında Tekirdağ’da vefat etti ve oraya defnedildi. Allah rahmet eylesin!
Altındiş Ahmet (Ahmet Yurttaş): Nevşehir’in sevilen, renkli, tecrübeli şoförlerinden. 1986’da vefat etti. Allah rahmet eylesin!
Avare Seyit (Seyit Mehmet Pınarbaşı): Nevşehir’in sevilen esnaflarından. Lale Sanayi’nin kuruluşunda büyük hizmetleri ve katkıları oldu. Uzun süre, Nisa Otel’in altında büfe işletti. 2000 yılında rahmete kavuştu. Allah rahmet eylesin!
Prof. Dr. Ali Gören: 1950 Adana doğumlu Gastroenteroloji uzmanı. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi emekli öğretim üyesi. 21. Dönem Fazilet Partisi Adana Milletvekili. Halen şalgam üretimi ile meşgul.
Küssük: Kısa, kalın ve kırılması zor değnek. Kapı ile duvar arasına dayanır, kapının açılmasını engeller.
Teşaşür: Küçük abdest.

 


Resim 1. Merhum Ahmet Yurttaş, Hülya Koçyiğit’le birlikte otobüsünün önünde, 1976.

 


Resim 2. Merhum Seyit Mehmet Pınarbaşı (Avare Seyit) büfesinin önünde, 1985 civarı.

 


Resim 3. Merhum İsmail Kırımlı. Nevşehir Müftüsü (1978-1985).

Mişmiş!

Rivâyet olunur ki, 150 yıl kadar önce, Malatya eşrâfından Hacıhaliloğlu Mustâfendi, birkaç arkadaşı ile birlikte hacca gitmişler. O zamanlar hacca yaya veya hayvan sırtında gidiliyor! Halep-Şam arası bölgede gâyet lezzetli, suyu az, hurma gibi kuruyan bir meyve görüyorlar ve adının mişmiş olduğunu öğreniyorlar! Hac dönüşünde aynı bölgeden geçerken, bu meyvenin Malatya’da yetişip yetişmeyeceğini soruyorlar! Oranın halkı da iklim şartlarını öğrenince, mişmiş’in Malatya’da rahatlıkla yetişebileceğini söylüyorlar! Yanına bolca mişmiş çekirdeği alan Mustâfendi, hacı karşılama ve ağırlama merâsimleri bittikten sonra, bahçesinde çukurlar açıp çekirdekleri dikmeye başlamış. Bahçe duvarından onu seyreden komşusu sormuş: “Hayrola Hacefendi, ne yapıyorsun”? “Halepten getirdiğim bir meyveyi dikiyorum”! “Dikince n’olacak”? “Bitecek”! “Sonra”? “Büyüyecek”! “Sonra”? “Çiçek açacak”! “Sonra”? “Çağla olacak”! “Sonra”? “Olgunlaşacak”! “Sonra”? “ Kurutulacak! “Sonra”? “Âfiyetle yenecek”!
Komşunun bu uzun hesaplı işe pek aklı yatmamış! Dönmüş öbür duvar komşusuna: “Dikecekmiş! Bitecekmiş! Büyüyecekmiş! Olacakmış! Kuruyacakmış! Yenecekmiş! Mişmiş de mişmiş! Mişmiş de mişmiş! Olmaz bu iş”! demiş.
Ama fidanlar büyümüş, çiçek açmış, meyveye durmuş ve yeni meyvenin adı mişmiş olmuş! Hacıhaliloğlu da böylelikle Malatya’nın en meşhur kayısı çeşidi olmuş!