O Beni Tanır!

    Arkadaşlığın, ahbaplığın kıymetli olduğu zamanlardan bir zaman, adamın biri, akşam yemeğine davetli olduğu arkadaşının evine doğru aheste adımlarla yürüyormuş. Arkadaşının evine yaklaşık 15 dakikalık bir yolu varmış. O sırada tanıdığı bir kişiye rastlamış. Tanıdığı; “Hayrola Abi, böyle ağır adımlarla azimet nereye!” demiş. “Asker arkadaşım akşam yemeğine davet etti de oraya doğru gidiyorum” diye cevaplamış adam. Tanıdığı; “Çok acıktım, abi, davete beni de götür” deyince, “Ben ev sahibinin davetlisiyim, sana kim diyelim” demiş adam. “Dayımın oğlu dersin canım!” demiş öteki! “Peki, gel bakalım dayımın oğlu!”

Birlikte 5 dakka kadar yürüdükten sonra karşıdan birisinin geldiğini görmüşler. Bu kişi; “Selamünaleyküm ağalar, akşam vakti nereye böyle?” diye sormuş. Adam; “Akşam yemeğine arkadaşıma davetliyim, oraya doğru gidiyoruz” deyince o kişi; “Ağam, ağam, çok acıktım, n’olur beni de götürün demiş. Adam; “Götürmesine götürelim de, ben esas davetliyim, buna da ‘dayımın oğlu’ diyeceğiz. Sana kim diyelim” diye sormuş. O kişi; “Bana da ‘amcamın oğlu’ dersin canım!” diye çözümü sunmuş. “Peki, sen de gel bakalım amcamın oğlu!”

Üçü birlikte davet sahibinin evine iyice yaklaşmışlar. Tam eve girecekleri sırada bir kişiye daha rastlamışlar. O kişi; “Hayrola ağalar, cümbür cemaat nereye böyle” diye sorunca adam; “Asker arkadaşımın davetlisiyim, ona yemeğe gidiyoruz” diye cevaplamış. “Aman ağalar, acımdan ölmek üzereyim, n’olur beni de götürün” diye yalvarmış üçüncü kişi! Adam; “Olmaz kardeşim! Esas davetli benim, yolda peşime takılan buna ‘dayımın oğlu’, şuna da ‘amcamın oğlu’ diyeceğiz. Sana yer kalmadı!” deyince o yüzsüz; “Bir şey demenize gerek yok, O zaten beni tanır” demiş. “Eh! Seni tanıyorsa mesele yok, sen de gel bakalım” demiş adam.

Çalınan kapıyı açan ev sahibi karşısında bir yerine dört zıranta görünce afallamış, gözlerini üzerlerinde şöyle bir gezdirdikten sonra adama, “Sen davetlimsin, buyur geç” demiş. İkinciyi göstererek, “Bu kim?” diye sormuş. “Dayımın oğlu!” demiş adam. “Sen de geç misafirimin dayısının oğlu”. Sıra üçüncüye gelmiş; Ya bu kim oluyor!”. “Amcamın oğlu” demiş adam. Kafayı sağa sola sallayan ev sahibi, “Sen de geç bakalım misafirimin amcasının oğlu” demiş demesine ama, bu pişkinlik karşısında artık zıvanadan çıkmış ve dördüncüyü göstererek hışımla; “Ya bu eşşoğlu eşşek kim?” diye sormuş. Pişkin davetsiz, kimsenin bir şey demesine fırsat vermeden; “Size ‘o beni tanır’ demedim mi” deyip eve  dalmış!

 

Pekmezin Ekşimiş!

Değerli Ağabeyim Dr. Atilla Özcan’dan naklen:

Dağ köylerinden iki arkadaş, Elbistan Pazarı’ndan alışveriş yapmak ve nüfus dairesindeki işlerini halletmek üzere Elbistan’a inmişler. Pazarda gezerlerken, yolları bir köşker (kundura tamircisi)’in önüne uğramış. Köşker, dükkanının önünde bir kürsü (kısa boylu ahşap tabure)’ye oturmuş, elindeki kunduraya pençe vurmaya uğraşıyor.

Köşkerin sağ tarafında, yerde bulunan orta boy leğendeki koyu renkli su bizimkilerin dikkatini çekmiş. Köşkerin tepesine dikilmişler ve “Emmi, bu su ney?” demişler. Köşker başını kaldırmadan; “Pekmez” demiş. “Bir tadına bakabilir miyiz, beğenirsek biraz alırız” demişler. Köşker; “Tabii yiğenlerim, istediğiniz kadar içebilirsiniz” demiş. Bizimkiler kösele suyunu tepelerine dikip epey bir içmişler. Yüzleri buruşuk bir vaziyette: “Emmi, sen de bizi iyice  kara cahil yerine koydun, içmesine içtik amma anlamadık sanma, pekmezin ekşimiş! Bunu alan malan olmaz, iyisi mi sen bunu buradan kaldır” demişler!

O Palyaço Benim!

Şehrin tanınmış psikiyatri uzmanlarından olan doktor, günün son hastasını sabırla dinledi. Karşısındaki, dertli bir insan olmanın ötesinde bütün dünyanın gam yükünü çekmek zorunda olan bir mahkumdu sanki! Anlattı, anlattı, anlattı, “derdim çoktur hangisine yanayım” doktor bey diye bitirdi! Psikiyatrist sakin bir eda ile hastasına geniş açıklamalarda bulundu, güzel bir reçete düzenledi ve “geçmiş olsun, bu tedaviye bir ay devam edelim, sonra bir daha görüşelim” diyerek hastasını uğurladı.

Hasta tam kapıdan çıkarken doktor; “Beyefendi bir dakika! Ben akşama kadar sizin gibi dert yüklü bir çok insanı dinliyorum, hepsinden de azar azar  etkileniyorum. Dolayısıyla günün sonunda bende de bir gerilim oluşuyor. İki sokak aşağıda bir sirk var, o sirkin de muhteşem bir palyaçosu var. Eve gitmeden o sirke uğruyorum, yarım saat kadar o palyaçoyu seyrediyorum. Öyle komiklikler yapıyor ki neredeyse yerlere yatıp yuvarlanacağım! Gösterinin sonunda dertten kederden kurtulmuş olarak evimin yolunu tutuyorum. Size de ara sıra o sirke uğramanızı, o palyaçoyu mutlaka izlemenizi tavsiye ederim” dedi.

Yüzü keder yüklü hasta, hafifçe gülümsemeye çalıştı ve “ O palyaço benim doktor bey!” diye mırıldandı.

Dedemin Ceketi!

Değerli Ağabeyim Atilla Özcan’dan naklen:

1993 yılında, İnönü Üniversitesi ve Baylor Medical College arasındaki eğitim programı çerçevesinde, bir grup arkadaşla birlikte Amerika’nın Houston şehrine gittik. Program gereği yapmamız gereken işlerin dışında, genellikle hafta sonlarında arkadaşlarla bir araya geliyor ve memleket hasretini hafifletmeye çalışıyorduk.

Gene böyle bir sohbet sırasında söz döndü dolaştı, Amerika’daki yoğurtların bizim yoğurtlara benzemediğine, damak tadımıza uymadığına, Türk yoğurdunun bir başka lezzetli oluşuna geldi dayandı. O sırada, Rizeli Beyin Cerrahı arkadaşımız Dr. Ahmet Çolak, rahmetli babaannesinin nasıl yoğurt yaptığını anlatmaya başladı: “Rahmetli babannem, ineklerden taze taze sağdığı sütü iyice bir kaynatır, sonra açık havada soğumaya bırakır, zaman zaman ısısını serçe parmağıyla kontrol eder, sütün ısısı istediği dereceye gelince bir kaşık damızlığı (maya görevini yapacak yoğurt) tencerenin kenarından yavaşça bırakır, tencerenin kapağını kapatır, kalın bez parçalarıyla tencereyi sıkıca sarar, en dışına da rahmetli dedemin eski ceketini örterdi. Bu şekilde 5-6 saat bekledikten sonra tutan (mayalanan) yoğurdun tadına doyum olmazdi”. Bu tarifin üzerine, Amerika’da Türk usulü yoğurt yapıp yapamayacağımızı tartışmaya başladık.

Tartışmalarımızı bir köşede sessizce dinleyen bilgisayar mühendisliği doktora öğrencisi Mustafa isimli temiz kalpli genç arkadaşımız söz aldı: “Ahmet Abi, bu dediklerinin tamamını burada bulabilir ve yapabiliriz. Amerika’da sütten bol ne var! Kaynatırız, parmağımızı süte sokmaya lüzum yok, o işi derece ile hallederiz. Elimizde yoğurt var, maya olarak onu kullanırız. Kalın örtü bulmak ta mesele değil! Ama, anladığım kadarıyla bu işin püf noktası rahmetli dedenizin eski ceketi! Onu burada nasıl ve nereden bulacağız?”.

Gösterin Bana Şunun Anasını!

Bir gün Nasrettin Hoca merhumun bostanına bir dana girmiş! Yatmış, yuvarlanmış, hoplamış, zıplamış, koşmuş, koşturmuş, bostanda dikili namına bir mahsul komamış! Görenler hemen Hoca’ya haber vermişler. Bostanına gelen Hoca, bakmış ki olan olmuş, ölen ölmüş, yapacak bir şey kalmamış! Eline sağlam, kısalama bir sopa almış ve “Gösterin bana şunun anasını” demiş. “Şu uzakta otlamakta olan sarı inek” demişler etraftan. Hoca varmış sarı ineğin yanına ve girişmiş Allah ne verdiyse! Yetişenler zor almışlar Hoca’nın elinden! Bir taraftan da; “Hoca sen ne yapıyorsun, tarlanı bu inek değil, danası çiğnedi! Bu garip ineğin ne suçu var da sen buna giriştin!” diye sitem ediyorlarmış. Hoca merhum; “Bu daha çocuk! Ne bilsin bostan çiğnemeyi, tarla-tapan tepelemeyi! Garanti bunları buna anası olacak bu sarı belletmiştir, dolayısıyla deyneği de o hakediyor! Bırakın da yarım kalan işimi bitireyim” demiş.

Dah He Gavur Malı!

Rahmetli dedem Kavaklı Çavuş bir gün Daryol’daki bağımıza gider. Bağda seyrekten bitmiş otlara bir kaç çapa vurduktan sonra, sepetlere üzüm, armut, kayısı Allah ne verdiyse doldurur ve köye doğru yola çıkar. İki dereyi aşıp Kayaönü’ne geldiğinde Şehiroğlu’ndan yeni aldığı bıçkı aklına gelir. Sağa bakar, sola bakar, heybelerin gözlerini kontrol eder, bıçkı yok! “Herhalde çavuş üzümü çubuğunun dibinde unuttum” diyerek geri döner. Arar, tarar, bütün çubukların diplerini tek tek kontrol ederi bıçkı yok! Tekrar iki dereyi geçip Kayaönü’ne kadar gelir. “Tüh yav! Keyişi armudunun dibine bakmayı unuttuk” der, geri döner! Bütün armutların, zelderilerin, üvezlerin diplerine iyice bakar, bıçkıyı bulamaz, yok, yok, yok!

Ağustos’un sıcağında iki defa onca meşakkatli yolu tepmek zorunda kalan zavallı eşşek, üçüncü defa Kayaönü düzüne çıkınca öyle yorulmuş ki, her gördüğü tezzeği koklamaya başlamış. Bıçkıyı bulamadığı için zaten canı iyice sıkkın olan rahmetli dedem, Suluharman’a kadar sabretmiş. Eşşek, tezzek koklama işini iyice abartınca artık dayanamamış ve “Dah he gavur malı, zaten canım burnumda, bi de sennen mi uğraşacağım” deyip elindeki bıçkıyı zavallı hayvanın boynuna batırmış!

 

O Sen Değilsin!

Değerli Ağabeyim Süleyman Arslantaş’tan naklen:

1950’lerden sonra seyrek te olsa İslami konulardan bahseden kitaplar yayınlanmaya başladı. Bunlardan birisi de ilk baskısı 1957 yılında yapılan Dr. Haluk Nurbaki’ye ait “Tek Nur” isimli kitaptı. İspat-ı Vacib üzerine yazılmış, bilimsel verilerle de desteklenmiş, o günün şartlarına göre ileri düzeyde bir çalışma idi.

1960 darbesini takibeden yıllar! Ankara’da çiçeği burnunda bir hava astsubay adayıyım. İslami konulara da ilgi ve merakım var. Her bulduğum kitabı olduğu gibi, bu kitabı da heyecanla ve bir solukta okudum. Çok etkilendim ve yazarı ile tanışmak istedim. Kitabın arkasında: Onkolog Doktor Haluk Nurbaki, Sakarya Caddesi, Kızılay-Ankara diye aklımda kalmış bir adres vardı. Bir Cumartesi günü, heyecanla kitapta yazan adrese gittim. Bir apartmanın ikinci katında bir daire idi. Kapısında da Dr. Haluk Nurbaki yazan bir tabela vardı. İçeri girdim, hasta bekleme salonu olduğu anlaşılan bir salon! Karşıdaki masada sekreter olduğunu zannettiğim, gayet dekolte giyinmiş bir genç hanım oturuyordu. Şaşırdım ve “herhalde yanlış geldim” diyerek geri çıktım. Karşı daireleri kontrol ettim, bir yanlışlık yoktu! Tekrar aynı daireye girdim ve sekreter hanıma Dr. Haluk Bey’le görüşmek istediğimi söyledim. İçeriye telefon etti ve muayene odasının kapısını açarak beni içeriye buyur etti. Odaya girmemle ikinci büyük şoku yaşamam bir oldu. Karşımdaki masanın arkasında; 40’lı yaşlarda, pos bıyıklı, sigara içmekten bıyıkları sararmış, ayaklarını Amerikan kovboyları gibi masanın üzerine uzatmış bir adam oturuyordu. Bütün hayallerim yıkılmış, düşünce dünyam alt üst olmuştu. Biraz etrafa bakındıktan sonra yutkundum ve “O, sen değilsin” deyip kendimi dışarı zor attım!

Hüsn-ü Zannımız Zedeleniyor!

Benzer bir olayı da değerli Ağabeyim Eflatun Saygılı anlatmıştı:

Rahmetli Necip Fazıl’ın Kayseri’de verdiği son konferanslardan biri idi. Konu; “Yolumuz, Halimiz, Çaremiz”, yıl” 1977 olsa gerek. Salon hınca hınç dolu! Merhum Üstad her zaman olduğu gibi çoşkulu bir şekilde, kendisini sık sık alkışlayan ve çoğunluğu gençlerden oluşan dinleyici kitlesine hitap ediyor, ara sıra da bir sigara yakıyordu. Sigarasından ardarda nefesler çekerken, “Ben biraz sigara içeyim, siz de bu arada beni alkışlayın!” diyerek latife yapmayı da ihmal etmiyordu! 

Yaklaşık 3 saat kadar süren konferansın bitiminde yemek yendi, kahve içildi, dar çerçevede özel bir sohbet imkanı da bulunmuş oldu. Rahmetli üstad, seyahatlerinde genellikle trenle seyahat etmeyi tercih ederdi. Sohbetin bitiminde, Üstad’ı yolcu etmek üzere hep beraber Kayseri Tren Garı’na gidildi. Üstad, kendisine tahsisli özel yataklı vagondaki yerini aldı. Tren birazdan hareket edecek, bizler de alkışlayacağız. O sırada, konferansın tertipçilerinden MEF-DER (Mefkureci Öğretmenler Derneği) Kayseri Şube Başkanı, Deli Mikdat Hoca diye de bilinen edebiyat öğretmeni, aşağıdan Üstad’a seslendi: “Üstadım! Sana bir şey diyeceğim, amma bana darılmayacaksın!”. Trenin camından kalabalığı seyreden Üstad, “Söyle Deli Oğlan” dedi. Mikdat Hoca; “Üstadım, sen köşkünde otur, kitaplarını yaz, bize gönder, biz okuyalım! Bizim içimize karışma, aksi takdirde hüsn-ü zannımız zedeleniyor arkadaş!” dedi. Biraz duraklayan Üstad, “Bana böyle bir lafı, ancak senin gibi bir deli söyleyebilirdi. Tavsiyen dikkate alınacaktır Deli Oğlan!” dedi. O sırada zaten tren de yavaş yavaş harekete geçmişti!

Demek ki neymiş: Kişilerden çok fazla beklenti içine girmek, şiddetli hayal kırıklıklarına yol açabilir. Gönül, en çok kendisinden çok şey umulan kişilere kırılır!

Daha Bitmedi!

Nevşehir’in ilk fotoğrafçılarından Salanda (Gümüşkent)’lı Foto Necati, gençliğinde motosiklet sevdalısı imiş. Dükkanının hemen yanında bulunan rahmetli Lütfü Kocakor da “Komar” marka Çekoslovakya motosikletlerinin Nevşehir bayisi! Necati bir sabah bakmış, komşusunun dükkanına yeni motosikletler gelmiş! Hemen içeri girmiş ve “Selamünaleyküm Lütfü Amca, hayırlı olsun, yeni motorlar getirmişsin” demiş. Lütfü Amca, “Öyle oldu yeğen, bunlar Türkiye’ye ilk defa geliyor, son model, öncekilere benzemiyorlar, çok değişik marifetleri var” deyince Necati, “Bana bunlardan birini ver” demiş. Lütfü Amca, “Oğlum, vermesine vereyim de, önce biraz bellemeye çalış. Bizim oğlan Hüseyin bu işleri benden daha iyi bilir. Ondan biraz ders al. Gazı nerde, freni hangisi, kaç vitesi var, anahtarı nasıl sokulur, benzini nasıl konur, kaç hava basılır… ben tam bilmiyorum. Hüseyin sana biraz öğretsin, ondan sonra istediğini al götür” demiş. Demiş demesine de bizimki aceleci! “Amma da yaptın Lütfü Amca, sen de beni küllü cahil saydın! Az buçuk tanışıklığımız var bu makinelerle” deyip kırmızı renkli bir motosikleti beğenmiş. Lütfü Amca bildiği kadarıyla biraz motorun sağını solunu tarif etmiş, depoyu da hemen üstteki petrolden doldurmuş ve Necati’ye teslim etmiş.

Heyecanla taze motoruna atlayan Necati basmış gaza; Ana caddeyi, Nar Caddesini, Stadın yanını “cıvv” diye süratle geçmiş ve Gülşehir yolunu tutmuş. Aynı hızla Gülşehir’i de “cıvvv” diye geçen bizimki, Salanda’ya varınca köyün harman yerini hedeflemiş ve “cıvvv, cıvvv, cıvvv..” diye harmanda tur atmaya başlamış. Harman yerine toplanan ahali; “Dur oğlum, ne yapıyorsun, şaşırdın mı, delirdin mi…” tarzında nidalarla Necati’yi durdurmaya çalışmışlar ama nafile! O hem dönüyor hem de söyleniyormuş: “Durun, daha bitmedi, durun daha bitmedi…”. “Ney bitmedi, ney bitecek oğlum!” diyenlere cevap gene aynı: “Daha bitmedi, daha bitmedi…”. Epey bir döndükten sonra nihayet motorun sesi kesilmiş, Necati; “Çok şükür Yarabbi, sonunda bitti nihayet” diyerek motosikletten inmiş ve yere yığılmış. Ahali hala merak içinde, “ Ney bitti oğlum, biten ney! diye üsteleyince; “ Ne olacak, benzin bitti benzin!” diye cevaplamış!

Gazı, freni, dümeni iyice bellemeden motora binersen olacağı bu!

Kemerleri Saymaya Başladı!

Rahmetli dedem Kavaklı Çavuş (Mustafa Şenol), askerliğini yaptıktan sonra epey bir süre çerçilik, yani eşek sırtında seyyar bakkallık yapmış. Köylerde en çok ihtiyaç duyulan malzemeyi, özel olarak hazırlanmış kutularla eşeğin sırtına yükler, genellikle iyi tanıdığı Nevşehir-Niğde güzergahındaki köylerde, az ihtimalle peşin parayla, daha çok harman veresisine, en çok ta takas yoluyla satmaya çalışırmış. İğne-iplik, gazocağı iğnesi, gaz lambası şişesi, lüküs gömleği, kumaş boyaları, bit-pire tozu, akide şekeri, şak (kırık) leblebi, soğukkuyu ve naylon ayakkabılar… en çok rağbet gören ürünler. Karşılığında da; yumurta, üzüm, buğday, arpa, çavdar, yün, naylon eskileri, eski kap-kacak ödenirmiş. Köyde satış işleri bitince, köy odasında veya bir asker arkadaşının evinde misafir olur, sabah başka bir köye müteveccihen yola çıkarmış.

Böyle seferlerden birinde yolu Mazı’ya düşmüş. Gün boyu köy meydanında satışını yaptıktan sonra misafir kalacağı asker arkadaşı İbrahim Onbaşı’nın evine varmış. Ev sahibi, “Çavuş’um bugün şanslıyız, komşuda düğün yemeği var, biz de davetliyiz” demiş. Akşam namazını kıldıktan sonra davet evine varmışlar. Ev sahipleri, misafire hürmeten sofranın baş köşesinde bir yer vermişler. Bundan sonrasını merhum dedemden dinleyelim:

Anlaşılan düğün sahibi varlıklı birisi. Geniş ve kemerli bir odadayız. Odaya 5 sofra sığdırılmış, Sofralar tahtadan ve oldukça büyük. Davetliler sofrlarda yerini aldıktan sonra yemekler gelmeye başladı. Önce tam kıvamında pişirilmiş bir bulgur çorbası geldi. İştahla içtim. İkinci sırada sofraya dumanı üstünde bamya yemeği kondu. Bamyanın sıcak olacağını biliyorum! Onun için acele etmeden diğer misafirleri takip etmeye başladım. Davetlilerin çoğu, sakalı göbeğinde, yaşlı-başlı adamlar. Bamyaya daldırdıkları kaşıkları alıp alıp atıyorlar. Dedim ki, “Sıcak olsa bunlar böyle rahat alıp alıp atamazlar, demek ki içerde biraz bekletilmiş”. O rahatlıkla bir kaşık ta ben attım! Atmamla birlikte gözlerimden yaşlar boşandı, ne yutabildim, ne çıkarabildim, gözlerimi tavana diktim, kemerleri saymaya başladım! Neden sonra ağzımdaki lokmayı yuttum ama dilim damağım kabardı. Yemekler birbiri peşi sıra gelip gidiyor, ev sahipleri ısrarla, “Hadi Misafir Ağa, niye yemiyorsun, devam et hele, bir tadına baksaydın” sözleriyle beni yemeye teşvik ediyorlar. Ama bende yiyecek hal mi kaldı! “Sağolun ağalar, zaten karnım toktu, çabuk doydum, yapanların ellerine sağlık yemekler de çok güzel olmuş” diyerek vaziyeti idare etmeye çalıştım. Yassı ezanına yakın ziyafet bitti, müsade isteyip İbraam Ombaşı’nın evine döndük. İşin farkında olan ev sahibim eve girer girmez hanımına seslendi: “Hanım, bir sahan yoğurt, bir tabak bekmez, bolca da taze çörek getir. Misafir Ağa ağzını yaktı!”

 

Tam Bu Geceye Denk Geldi!

Oflu Hoca’nın ezberi ve kıraati biraz zayıfmış. Bundan dolayı, kıraatin cehri (açıktan) olduğu sabah, akşam ve yatsı vakitlerinde bir mazeret uydurur ve cemaatten ehil birini mihraba geçirirmiş. Kıraatin hafi (gizli) olduğu öğlen ve ikindin vakitlerinde ise kendisi mihraba geçer ve namazı kıldırırmış. Cemaat, Hoca’nın niye böyle davrandığını az buçuk kestirmekle beraber, sebebini bir türlü de itiraf ettirememişler.

Bir Kadir Gecesi cemaat, allem etmiş kallem etmiş Hoca’yı mihraba sürmüşler. Mecburen imamete geçen Hoca, istifini hiç bozmadan yatsı namazını gene hafiden kıldırmış. Namazdan sonra cemaat, “Hocafendi, n’aptın?” demişler. “N’aptık?” demiş Hoca. “Yatsı namazı cehri okunması gereken bir namazdır, sen ise hafiden kıldırdın Hocafendi!”. “Haa, onu mu merak ettiniz? Bu yatsı namazı var ya, 40 yılda bir gece hafiden kıldırılması gereken bir namazdır, o da tam bu geceye denk geldi ey muhterem cemaat!” deyip işin içinden sıyrılmış Of’lu Hocamız!