İbrahim Sede Boz!

Değerli meslektaşım ve kardeşim Dr. Ethem Mülazımoğlu’ndan naklen:

Erzurum’da öğrenci olan bir arkadaşımı ziyaret etmek amacıyla, kaldığı Kredi ve Yurtlar Kurumu Yükseköğretim Öğrenci Yurdu’na gittim. Danışmadaki görevliye: “Arkadaşım İbrahim Boz’u ziyarete geldim, bir zahmet anons edermisiniz?” dedim. Görevli anonsa başladı: “İbrahim Bozu, İbrahim Bozu, ziyaretçin var, kapıya gel!”. Müdahale ettim: “Bozu değil, Boz, Boz, sadece Boz” dedim. Görevli anonsu düzeltti. İbrahim sede Boz, İbrahim sede Boz, ziyaretçin var, kapıya gel!”.

Namus Elden Gidiyor!

Birinci Cihan Harbi maalesef mağlubiyetimizle sonuçlanmış! Paylaşmada Güneydoğu Bölgesi Fransızlara ve İngilizler’e düşmüş. Bu işlerden fazla haberleri olmayan Urfalılar Gümrük Han’da kürsilerine oturmuşlar, taş oynuyorlar, mırra içiyorlar! Öteden bir haberci koşarak geliyor: “Ula Urfalılar, Fransızlar Haleb’e girdi!”. “Girdiyse girdi, ne olmuş ki, devlet var, hükümet var!”. Oyuna devam! Ertesi gün bir haber daha: “Ula Urfalılar, Fransızlar Adana’ya girdi!”. “Girdiyse girdi, ne yapalım yani, polis var, jandarma var!”. Oyuna devam!  Öbür gün yeni bir haber: “Ula Urfalılar, Fransızlar Anteb’e girdi!”. “Girdiyse girdi, ne olacak ki, vali var, kaymakam var!”. Oyuna devam! Yeni bir haber: “Ula Urfalılar, Fransızlar Nizib’e girdi!” “Girdiyse girdi, bize ne, muhtarı var, bekçisi var!”. Oyuna devam! Sonraki gün bir haberci daha: “Ula Urfalılar, Fransızlar Bireciğ’e girdi!”. “Girdiyse girdi, biz ne yapalım, Birecikliler düşünsün!”. Oyuna devam! Son haberci: “Ula Urfalılar, Fransızlar Halepli Bahçe’ye girdi, isot tarlalarını çiğniyor!”. “Ula kalkın, namus elden gidiyor, koman, vurun gavura!”. Böylelikle, Fransızlar bir isot başkaldırısı sonucu Urfa’dan çıkarılıyor!

Demek ki neymiş: Her yerin, her kişinin, her zamanın bir kırmızı çizgisi, bıçağın kemiğe dayandığı bir nokta var, dikkate alınmalı!

Ahmet Çavuş’un Karnı!

Kasabamızın sevilen şahsiyetlerinden, eski öğretmenlerden Halil Efendi’nin de kardeşi olan Baltacı Evi’nin Ahmet Çavuş, iştahı oldukça açık, boğazlı bir kişiymiş. Aşağı Mahalle’de komşumuz olan rahmetli, bir gün komşuları tarafından, İstanbul’dan gelen misafirlerin de davetli olduğu bir ziyafete çağrılmış. Sofra zengin mi zengin, ama misafirler de kibar mı kibar, neredeyse hepsi çıtkırıldım! 

Dumanı tüten bir çorba ile açılış yapılmış. Misafirler iki kaşık içmişler ve “kaldırın!” demişler. Sırada pastırmalı yumurta var. İki sokum almışlar, “kaldırın!” buyurmuşlar. Kavurma gelmiş, iki almışlar, “kaldırın!”, köfte gelmiş, iki kaşıktan sonra “ kaldırın!”, mantı ortaya konmuş, iki hamleden sonra “kaldırın!”, mis gibi yumurtalı köftür kavurması gelmiş, iki-üç lokmadan sonra “kaldırın!”

O zamana kadar epey bir “lahavle” çeken Ahmet Çavuş artık dayanamamış ve: “Kaldırın, kaldırın! Bu ne yav! Geri getirin bakayım şu kaldırdıklarınızı, Ahmet Çavuş’un karnı zil çalıyor! ” demiş.

Ben Bilirim Gidecek Yolu!

Rahmetli Mezit Evi’nin Mustafa Ağa, anneannemin kardeşi Zila (Zeliha) nene ile evli olduğu için bizim eniştemiz olurdu. Dili biraz peltek olduğu ve özellikle de “canım” kelimesini “şanım” olarak telaffuz ettiği için “Şanım Enişte” derdik. Şanım Enişte ile Küştan’da ortak bir tarlamız vardı. Babalarından kalma, yarısı onun yarısı bizim! O sene iki aile de oraya buğday ekmişler ve hasat zamanı gelmişti.

Sabah erkenden, rahmetli dedem, babam, ben ve kardeşim Hüseyin ekini biçmek için tarlaya vardık. Rahmetli Şanım Enişte ekini bir gün önceden biçtirmiş. Dedem ve babam tırpanla, ben ve Hüseyin kalıçla ekine giriştik. Saat 10 gibi Şanım Enişte, üzerine özel sap taşıma teknesi konmuş olan arabasıyla geldi. Kendisine yardım ettik, arabayı yüklettik, güzelce sardık, sarmaladık. Hesaba göre, 3 arabalık sap var! Biz tarlayı bitirene kadar Enişte 2 sefer daha yapacak ve sap harmana indirilmiş olacak.

Yola çıkacakken rahmetliye; “Enişte! Küştan yolundan gitme! Palancı Mustafa’nın kayısı ağacı yola bir kol uzatmış, senin yük te biraz havaleli oldu, oradan geçemezsin! Çubuk Yolu’ndan aşağı git!” dedim. “Meyak etme yiyenim, ben biliyim gidejek yolu!” dedi ve yola çıktı. Biz işe devam ettik. Öğle yemeğini yedik, biraz dinlendik, yeniden işe koyulduk! Enişteden ses yok! İkindi vakti ekini bitirdik. Sap tarlada birkaç gün kalıp gevreyecek. Eşyalarımızı topladık, arabaya bindik, enişteden gene ses yok!  Palancı Mustafa’nın tarlaya varınca ne görelim! Ortalık harman yeri gibi! Her taraf sap, saman! “Eyvah” dedim, “Bizim enişte, sapı buraya dağıtmış!” Yola devam ettik, Çubuk Çeşmesi’ne varınca atımız su içmeye durdu. O sırada baktık ki enişte köyden taraf, ağzında sigara, gemi çeke çeke geliyor. Yanımıza gelince, “Ne yaptın Enişte, galiba arabayı yıkmışsın!” dedim. “Şoyma yiyen şoyma! Dediğini tutmadık! Gavuy ağaç bıyakmadı ağa! dedi.

Tahmin ettiğimiz gibi, enişte varıyor, ağaca takılıyor. Enişte diyor “ben geçeceğim”, ağaç diyor “bırakmam!” İş inada biniyor! Zorlayınca, özek demiri çıkıyor, tekne yere iniyor, dört teker öne çıkıyor! Hadi bakalım! Etraftaki komşuların da yardımıyla tekne boşaltılıyor, yerine konuyor, sap tekrar yükleniyor, ama bir araba sap, oluyor iki araba! Enişte gidiyor, arabayı harmana yıkıyor. Dönüyor, kalan sapı yüklüyor, tekrar harmana! Şimdi üçüncü sefer! Küştana gidip bir araba daha yükleyecek! Bu vesile ile kendisini rahmetle yad ediyoruz, ruhu şad olsun!

 

Sıradan Biri!

Değerli Ağabeyim Dr. Atilla Özcan’dan naklen:

Bugün köyde, iki adayın yarışacağı muhtarlık seçimi vardı. Akşama kadar sandığın başında bekledi, yapabildiği kadar seçmenleri, özellikle tanıdıklarını, kendi muhtar adayına oy vermeleri hususunda yönlendirmeye çalıştı. Saat 5’te seçim bitti, sandık açıldı. Zaten 50 haneli küçük bir köy! Oylar çabucak sayıldı, kendi muhtar adayı açık ara farkla seçimi kazanmıştı. Dolayısıyla kendisi de üçüncü sıradan ihtiyar heyetine aza seçilmiş oluyordu! Tabii ki çok sevindi, yeni muhtarı ve diğer azaları tebrik ettikten sonra evine gitti. Akşam yemeğini iştahla yedikten sonra zaferinin tadını çıkarmak üzere köy kahvesinin yolunu tuttu. Köşedeki boş masaya oturdu, ayak ayak üstüne attı ve kahveciye; “Adem, abine şöyle okkalısından bir şekerli kahve yap bakalım” diye seslendi. Kahvecinin getirdiği bol köpüklü kahveden hafifçe höpürdeterek bir yudum aldı. Gözlerini kahve ahalisi üzerinde şöyle bir gezdirdikten sonra; “Allah’ın hikmetinden sual olmaz demişler! Daha düne kadar ben de şunlar gibi sıradan bir adamıdım yav!” diye mırıldandı!

Postallarımı Bağlıyorum Komutanım!

Vakti zamanında sabah içtimasını alıp bölüklerini mıntıka temizliğine sevkeden iki yüzbaşı, hem kahvelerini höpürdetiyorlar hem de havadan sudan sohbet ediyorlarmış. Bir süre sonra kendilerini ve çevrelerini övmeye geçmişler. Eğitimlerinin zorluğundan, imkanlarının darlığından, buna rağmen nasıl başarılı olduklarından bahsedilmiş. Bölüklerinin başarılarından, tabur komutanının övgülerinden,  aldıkları madalyalardan dem vurulmuş. Söz dönmüş dolaşmış emirerlerinin marifetine kadar yol almış. 

Yüzbaşılardan biri, “Benim bir emirerim var, maşallah ateş parçası! Leb demeden leblebiyi anlar, hiç bir emrimi ikiletmez! Çok gözaçık ve gözüpek maşallah!” Öbür yüzbaşı altta kalır mı! “Ya benimki, ya benimki! Becerikli, pratik, hızlı, anlayışlı, tam bir cevher. Bir iş verdim mi gözüm arkada kalmaz!” Emirerlerini övme faslı iyice kızışınca birisi demiş ki; “Haydi bir sınayalım şunları! Bakalım dediğimiz gibiler mi, yoksa biraz abartıyor muyuz, görelim!”

“Hay hay” diyen ilk yüzbaşı seslenmiş; “Ahmet!”. “Emret komutanım!”. “Al şu parayı, karşıdaki bakkaldan bir paket sigara al da gel!”. “Başüstüne komutanım!”. Ahmet selam verip çıkınca yüzbaşı saymaya başlamış: “Dışarı çıktı, koridoru geçti, merdivenleri indi, binadan çıktı, karşıya geçti, bakkala girdi, parayı verdi, sigarayı aldı, bu tarafa geçti, binaya girdi, merdivenleri çıktı, koridoru geçti, kapıya geldi” diye olanları hayalinde sıralamış. “Ahmet!”. “Buyurun komutanım, bu sigaranız, bu da paranızın üstü”. “Aferin oğlum!”. “Sağolun komutanım!”.  

Bu sefer diğer yüzbaşı seslenmiş: “Mehmet!”. “Emret komutanım!”. “Al şu parayı, karşıdaki bakkaldan bir paket sigara al gel!”. “Başüstüne komutanım!”. Mehmet selam verip çıkınca ikinci yüzbaşı da saymaya başlamış: “Dışarı çıktı, koridoru geçti, merdivenleri indi, binadan çıktı, caddeyi geçti, bakkala girdi, parayı verdi, sigarayı aldı, bu tarafa geçti, binaya girdi, yukarı çıktı, koridoru geçti, kapıya geldi”. “Mehmet!”. “Buyurun komutanım!”. “Hani oğlum sigara?”. “Postallarımı bağlıyordum komutanım!!!”

Uçhisar mı Üçhisar mı?

Kasabamızın adının “Ucasar” mı “Ücesar” mı olduğu konusunda halkımız arasında ciddi bir ihtilaf olmamasına rağmen, özellikle basın-yayın organlarında ve medyada maalesef zaman zaman bir kafa karışıklığı görülmektedir. Önce karışıklığa yol açan bu iki isim konusundaki rivayetleri nakledelim, sonra da kararımızı açıklayalım.

Birinci rivayet odur ki: Büyük Selçuklu Devleti’nin delifişek komutanlarından Bekçioğlu Emir Afşin Bey, Malazgirt Savaşı’ndan daha önce Anadolu’yu hallaç pamuğu gibi atmış, Halep’ten girmiş, Antakya, Antep, Maraş, Kayseri, Kapadokya, Frigya derken soluğu Üsküdar’da almış! O hızla nereyse İstanbul’u bile alacakmış ama devletler arası güç dengeleri o gün için buna imkan vermemiş. 

Bu sefer sırasında, Kayseri’yi fetheden Afşin Bey, fütuhatına batıya doğru devam ederek Ürgüb’ü de ele geçiriyor. Kadim Türk geleneğine uyarak, fethettiği yerlerin isimleri uygunsa olduğu gibi bırakıyor, değilse değiştiriyor. Ürgüp te ismi değiştirilecek yerler arasında! Ne olsun, ne olsun diye düşünürken, tepedeki büyük kaya kitlesinden mülhem, “Hisar” adını uygun buluyor. Ertesi gün harekata devam ediliyor, Ortahisar zabtediliyor. Birincisinden daha büyük bir kaya kütlesi! Kale’ler iki olunca, ilkine “Başhisar”, ikincisine “Uçhisar” deniyor. Harekatın üçüncü gününde Uçhisar’a giriliyor. İlk ikisinden daha büyük, devasa bir kaya kütlesi! Böylelikle hisarlar üç oluyor: Başhisar-Ortahisar-Uçhisar! Nedendir bilinmez, Başhisar ismi tutmuyor, ama Ortahisar ve Uçhisar o günden beri bu isimlerle anılmaya devam ediyor.

İkinci rivayet budur ki: Uzaktan bakıldığında kasabamızda üç adet kale dikkat çeker: Ağa’nın Kale-Çavuş’un Kale-Tığraz! Bu üçünden hareketle kasabamıza “Üçhisar” adı verilmiştir.

Yukardaki bilgiler muvacehesinde, kanaat-i acizanemiz ve netice-i kelamımız: Kasabamızın doğru adı; Üçhisar değil “UÇHİSAR”, halk arasındaki söylenişiyle “Ucasar”dır, vesselam!

 

 

 

Seyahatlerim!

Allah’a sonsuz şükürler olsun, hiç ummadığım yerlerden türlü nimetlerle beni rızıklandırdığı gibi, seyahat konusunda da bana son derecede cömert davrandı. Bunlardan önemli gördüğüm bazılarını mümkün mertebe özetleyerek nakletmeye çalışacağım inşallah:

Hacc ve Umre Seyahatlerim:

Cenab-ı Hakk, çok şükür şimdiye kadar 3 hacc ve 2 umre ziyareti nasibetti. İlk hacc görevini 1983’te sağlık görevlisi olarak yerine getirdim. Bu güzel yolculuğu “Mebrur Bir Hacc: Avare Seyit” hikayesinde anlattım. 

İkinci haccımı rahmetli eniştem Metin Gökgöz’e vekaleten 2016’da yapmak nasiboldu. Üç kişilik bir odada, Adapazarlı 2 arkadaşla birlikte güzel bir hacc yaptık. 

14446173_1268210626536443_1640629948451361552_n(Kabe-i Muazzama, Eylül 2016)

14344366_1268208896536616_6517971421691804054_n(Medine-i Münevvere, Eylül 2016)

Üçüncü haccımız ise, 2017’de değerli oğlum Mücahit’in anne-babasıyla kaim-i valide ve kaim-i pederine bir hediyesi şeklinde kısmet oldu. Malum, Türkiye’den hacca gitmek oldukça zorlaştı. Aynur Hanım, 28 Şubat döneminde ben gidemem düşüncesiyle hacca tek başına gitmek zorunda kalmış ve bu durum onda bir burukluğa sebep olmuştu. Ben zaten hakkımı kullanmıştım. Hasan Hocam ve Bedriye Hanım ise yılladır sıra bekliyorlardı. O sıralar Amman Büyükelçiliğinde konsolos olarak görev yapan Mücahit, karşılıklı iyi ilişkiler içinde bulunduğu Suudi mevkidaşından bu konuda yardım talep ediyor. O da hemen pasaportlarını göndersinler vize verelim diyor. Böylelikle biz Ürdün vizesiyle 4 kişi Türkiye’den hacca gitmiş, aynı zamanda birilerinin hakkına da girmemiş olduk. Güzel bir hacc oldu, özellikle bizler tecrübeli ve kıdemli hacılar olarak değerli dünürlerimize güzel bir mihmandarlık yaptığımızı zannediyoruz. Allah kabul eylesin!

2009 yılı Ocak ayında ve 2012 Şubat’ında iki defa da umre yapmak nasiboldu elhamdülillah!

1393294_875437642480412_6854938993342331874_n(Mekke-i Mükerreme, Şubat 2012)

Şimdiye kadarki hacc ve umre ziyeretleriyle ilgili bazı müşahadelerimi de sizinle paylaşmak isterim: Maalesef, her konuda olduğu gibi, hacc ve umre konusunda da madde-mana dengesini bir türlü koruyamadığımızı düşünüyorum. Maddi taraf öne çıktıkça mana tarafı zayıflıyor. Konfor arttıkça elde edilen manevi gelir azalıyor. Lüks yolculuklar, 5 yıldızlı oteller, açık büfe israfı, gereksiz bir alışveriş telaşı, Kabe’nin tepesine dikilen devasa binalar, çok kötü kullanılan bir teknoloji, rehberlik hizmetlerinin yetersizliği… gibi bir çok sebep, haccdan beklenen maddi-manevi faydaları iyice sınırlıyor. En fazla manevi huzuru, en zor şartlarda yerine getirdiğim ilk haccımdan elde ettiğimi rahatlıkla söyleyebilirim. Bu yolculuklarda atalarımızın “Hacı buradan gider” tespitinin ne kadar doğru olduğunu defalarca gözlemledim. Oralara gitmeden önce burada çok esaslı bir ön hazırlık yapılması gerekiyor.

Amerika Seyahatimiz:

Görev yaptığımız Turgut Özal Tıp Merkezi’ne, kurucusu olan rahmetli Özal tarafından sağlanan özel bir statü çerçevesinde, ailecek 15 ay süreyle Amerika’nın Pittsburgh şehrinde yaşadık. Oradaki izlenimlerimizi ve hatıralarımızı bu yazının biraz üst tarafında yer alan “Malatya Malatya Bulunmaz Eşin!” başlıklı hatıradan okuyabilirsiniz. 

Avrupa Başkentlerine Seyahatlerim:

Mesleki toplantılar sebebiyle çeşitli tarihlerde Prag, Varşova ve Lizbon’u ziyaret etme fırsatım olmuştu. Londra’yı da Ağustos 2018’de, Google’da çalışan değerli oğlum Ahmet Kerim’in daveti sebebiyle görme imkanımız oldu. Bu son yolculukta, Aynur Hanım ve ilk göz ağrısı torunum Zeynep te bana eşlik ettiler. Her 4 başkentin de birbirine çok benzeyen yönleri vardı. Her Avrupa şehrinde olduğu gibi, bu başkentlerin de en önemli ortak özelliği çok geniş ve güzel parklara sahip olmalarıydı. İkinci özellikleri ise, tarihlerine büyük bir saygı ve tarihi koruma çabaları idi. Üçüncü dikkatimi çeken husus, bol miktarda kiliseye sahip olmakla birlikte, kiliselerin çoğunun başka amaçlarla kullanılması oldu. Özellikle Londra’da gördüğüm kiliselerin büyük kısmı yarı harabe halinde idi ki, bu durum Avrupa’daki dini hayatın esaslı bir göstergesi idi. Önemli bir hristiyan başkenti olan Londra’nın belediye başkanının Pakistan kökenli bir müslüman olması da oldukça enteresan bir durum!

Londra’da oldukça fazla sayıda cami ve mescit var ve bir hayli de faal durumdalar. Orada olduğumuz sürede Kurban Bayram Namazını Londra Merkez Camiinde, Cuma namazlarını da mahallemizdeki Risale Camii’nde kıldık.

41300464_2087750691249095_5073882176592805888_n(Londra Merkez Camii, Ağustos 2018)

 

41244217_2087751064582391_235593786707673088_n(Risale Camii, Londra, Ağustos 2018)

Bu başkentlere yaptığım ziyaretlerde hiç bir şekilde bir aşağılık duygusu hissetmedim. Özellikle ulaşım ve temizlik konusunda bizim şehirlerimiz daha ilerde. Bizim sıkıntımız, üzerinde oturduğu hazineden habersiz fakirler durumunda olmamız! İnşallah zamanla bu eksiğimizi de gideririz.

41315574_1847195302039152_6284355499936710656_n(British Museum, Londra, Ağustos 2018)

 

Suriye Seyahatimiz;

Malatya’da çalışırken yanılmıyorsam 2005 yılı olacak, bir hafta sonu Antep merkezli bir firma aracılığı ile Suriye’ye gittik. Bu gezide Aynur Hanım ve değerli oğlum Mücahit te bana eşlik etti. O zaman ikili ilişkiler çok iyi durumda! Kilis-Cilvegözü’nden çıkış yaptıktan sonra; Halep, Hama, Humus, Şam güzergahıyla ülkeyi baştan başa katettik. Bu geziden aklımda kalan önemli noktalar: Halep Kalesi, Kapalı Çarşı, Emeviyye Camii ve içindeki Hz. Zekeriyya Türbesi, Hama’daki devasa su çarkları (Dertli Dolap), Humus’ta Halid bin Velid Camii ve Türbesi, Şam’da; Kasiyun Dağı ve Muhiddin-i Arabi Türbesi, Hamidiye Çarşısı, Emeviyye Camii (Hz. Yahya ve Hz. Hüseyin Türbeleri), Hicaz Demiryolu İstasyonu ve Abidesi, Süleymaniye Külliyesi ve Sultan Vahdettin’in mezarı, Ehl-i Beyt Mezarlığı ve Bilal-i Habeşi Türbesi, Seyyide Zeynep Türbesi, açık hava lokantaları… 

Bu geziden çıkardığım özet sonuç; Suriye bizden bir parça! İnsanı, binaları, camileri, çarşıları aynı Antep, Diyarbakır veya Urfa! Hiç bir fark yok, peki niye ayrıyız, hatta şimdilerde düşmanız, anlayan beri gelsin! Vah esefa!

İsrail-Filistin Seyahatimiz:

Şubat 2011’de, Aynur Hanım ve Ahmet Kerim’le birlikte, kıymetli oğlum Mücahit’in ilk dış görev yeri olan Tel Aviv’i ve dolayısıyla İsrail’i ziyaretimiz de enteresan ve birçoğu maalesef üzücü hatıralar edinmemize sebep oldu. Kudüs, Yafa, Hayfa, Akka gibi kadim Osmanlı beldelerinin şu andaki mahzun ve mahrum halleri bizi derinden yaraladı. 

943821_1082311815126326_9182780377943818024_n(Kubbet’üs Sahra, Şubat 2011)

Bu ziyaret sırasında 3 Cuma namazını Kudüs’te kılmak nasiboldu çok şükür. Ana girişler maalesef İsrail askerlerinin kontrolünde. İç girişler ve avluda ise Ürdün Mescid-i Aksa Vakfına ait güvenlik görevlileri var. Harem-i Şerif; Mescid-i Aksa, Kubbet’üs Sahra, Avlu ve çok değişik binalardan oluşan büyük bir kompleks. Bizler, oğlumun diplomatik kimliği sayesinde bir sıkıntı çekmedik ama sıradan insanların çektiği sıkıntılara çokça şahit olduk. Harem-i Şerif, Hazreti Süleyman’dan günümüze uzanan bir canlı tarih müzesi! Özellikle Mescid-i Aksa’nın Süleyman Mabedi’nden miras kalan alt bölümleri çok etkileyici! Hacer-i Muallaka’nın üzerine bina edilen Kubbet’üs Sahra ayrı bir değer! Eski Kudüs, Davud Aleyhisselam’ın kabri, Kıyamet Kilisesi, Ömer Mescidi… anlat anlat bitmez! Allah Kudüs’teki ziyaretlerimizi ve ibadetlerimizi kabul eylesin!

Kudüs’e gidişlerimizden birinde Hazret-i İbrahim’in ebedi istirahatgahı olan, şimdilerde Hebron diye bilinen El-Halil’i ve Harem-i İbrahim’i de ziyaret kısmet oldu. Şehir tam bir ölü belde halinde, malesef her taraftan sefalet görüntüleri ve kokuları geliyor. Bir ibadethaneye değil de sanki bir hapishaneye girermiş gibi çok sıkı kontrollerden sonra ancak içeri girebiliyoruz. El-Halil Camii, İsrail tarafından ikiye bölünüp yarısı sinagog haline getirilmiş. Büyükçe bir sanduka halindeki Hz. İbrahim’in kabri de iki kısma ayrılmış: Bir tarafını Yahudiler, bir tarafını müslümanlar ziyaret ediyor. Caminin içinde ayrıca Sare Validemiz’in ve İshak Aleyhisselam’la hanımı Rebeka’nın da kabirleri var. Camide bulunan bir kuyu (mağara)da Hazret-i Yakup ve Hazret-i Yusuf’un da eşleriyle birlikte mezar (makam)ları olduğuna inanılıyor. El-Halil ziyaretimizi tamamladıktan sonra, dönüşte, Hazreti İsa’nın doğduğu yer olan Beytüllahim (Betlehem)i ve Doğuş Kilisesi’ni de ziyaret ettik.

Eski bir Osmanlı şehri olan Yafa, Tel Aviv’in bir mahallesi durumunda. Yakın olması hasebiyle oraya sıkça gidip geldik. Osmanlı’dan, özellikle Abdülhamid Han’dan kalan çok sayıda eser var. Güzelim bir çarşı, halen kullanımda. Merkezde güzel bir saat kulesi ve aktif olarak çalışan şirin bir mescid diğer aklımda kalanlar!

SAM_0512

(Yafa, Ocak 2011)

Diğer enteresan bir gezimiz de kuzey istikametinde oldu. Bu seferde ilk olarak Hayfa’yı ziyaret ettik. Burası iki açıdan önemli: Birincisi, Hayfa dünya Bahailerinin merkezi! Çok güzel düzenlenmiş taraçalar halindeki Bahai Bahçesi ve bu bahçenin merkezinde bulunan Bahaullah’ın Türbesi görülmeye değer yerler. Bizi ilgilendiren ikinci tarihi alan ise, Hicaz Demiryolu’nun Hayfa İstasyonu ve istasyon anıtı oldu. Orada da Abdülhamid Han’ı rahmetle yad ettik.

SAM_0582

(Hayfa, Şubat 2011)

Akka, Hayfa’nın biraz kuzeyinde yer alan güzel bir Osmanlı şehri. Akka demek Cezzar Ahmet Paşa demek! Dünyada Napolyon’u önce durduran sonra da yenen tek kişi ünvanına sahip kahramanımız! Akka Kalesi’ni, limanını, çarşılarını, camilerini hep onun gölgesinde gezdik. Adını taşıyan camisinde namaz kıldık ve türbesinde dua ettik. Allah mekanını Cennet eylesin!

SAM_0587(Cezzar Ahmet Paşa Camii, Akka, Şubat 2011)

Ecdat eserlerinin tepesinde dalgalanan İsrail Bayrağı, Kudüs’te, El-Halil’de, Yafa’da, Hayfa’da, Akka’da… içimizde hep hüzün, hep elem, hep acı oldu! Bu seyahat tabii ki evlatlarımızı görmek açısından bir sevinç idi, ama buruk bir sevinç!

Son olarak bir de sevincimi aktarayım: Gerek Kudüs’te, gerek Yafa’da, gerek diğer yerlerde, başta TİKA (Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı) olmak üzere kamu kurumlarımızın ve sivil kuruluşlarımızın çok önemli hizmetlerine büyük bir gururla şahitlik ettik. Emeği geçenlere sonsuz teşekkürler!

Bosna-Hersek Seyahatimiz:

Haziran 2011’de, ÜAK (Üniversiteler Arası Kurul)’ın özel toplantısı Saraybosna’da yapıldı. Ben de İnönü Üniversitesi temsilcisi olarak rektörümüz Cemil Bey’le birlikte bu toplantıya katıldım. Bu gezide Aynur Hanım da bana refakat etti. Resmi işlerimizin yanında, bu vesile ile Bosna-Hersek’i baştan aşağı gezme fırsatı bulduk. Saraybosna’da savaşın izleri hala canlı olarak görülebiliyor. Başçarşı, Hüsrev Bey Külliyesi, Bedesten, Aliya’nın de medfun bulunduğu Kovaçi Şehitliği, Tünel, Latin Köprüsü, yediğimiz burekler, içtiğimiz kahveler, özel aramalarla bulduğumuz tavşan kanı çaylar…

Bosna’da gittiğimiz özel mekanların başında tabii ki Mostar geliyor. Hırvatlar tarafından yıkılıp TİKA tarafından yeniden inşa edilen meşhur Köprüsü, Blagay (Sarı Saltuk) Tekkesi, Neretva Nehri…oradan aklımızda kalan önemli noktalar!

Bir buçuk yıl kadar devam eden ÜAK üyeliğimin en verimli sonucu bu gezi oldu. Demek ki, bazı kurullara üye olmanın bazen böyle önemli yan girdileri de oluyormuş, çok şükür!

Ürdün Seyahatimiz:

Aralık 2015’te sevgili oğlum Mücahit’in ikinci dış görev yeri olan Ürdün’ün başkenti Amman’ı Aynur Hanım’la birlikte ziyaret ettik. Ülkeye giriş ve çıkışlarımız Ürdün’ün ikinci havaalanı olan Akabe’den oldu. Ahmet Kerim de Londra’dan gelerek bize katıldı. Bir ay kadar süren bu ziyaret te çok verimli oldu. Pek çok yeri görme imkanımız oldu. Önemli gördüğüm bazı hususları aktarmaya çalışacağım:

Başkent Amman, coğrafi ve tarihi açıdan Ankara’ya çok benziyor. Tepesi, deresi, vadisi bol bir yer. Özellikle “Beled” denilen merkez, bizim Samanpazarı ve Çıkrıkçılar Yokuşu’nun bir kopyası. Kalesi de Ankara Kalesi’ne benziyor. Daha da enteresanı, Ankara’ya yatırım yapan Romalılar, Amman’ı da unutmamış. Kalenin içinde, Emevi Saray kalıntıları yanında devasa Roma kalıntıları mevcut! Tarihin kaydettiği bu büyük medeniyet karşısında şapka çıkarmamak ne mümkün! Amman’ın insan yapısı da bize çok yakın. Klasik arap kıyafeti giyenler oldukça az. Bizde olduğu gibi, başörtülü ve streçli hanımlar dikkat çekiyor!

Ürdün yönetiminde üçlü bir paylaşım var sanki: Haşimi Ailesi temsili bir otoriteye sahip. Esas güç, parlamentoda temsil edilen yerel kabilelerin elinde. Askeri alanda ise Çerkezler hakim. Rivayet odur ki; İngilizler tarafından Ürdün Kralı ilan edilen Abdullah, çadırını o zaman merkez durumundaki Salt’a kurmak istiyor, ama oradaki kabile reisleri buna izin vermiyorlar. Abdullah da çadırını mecburen Amman’a kuruyor. Kabile reisleri yaptıkları istişareler sonunda; Haşimi kökenli bir kralı kabul etmenin çok da zararlı olmayacağı, aksi takdirde krallık için kendi aralarında çatışmak zorunda kalacakları sonucuna varıyorlar.

Amman’da; Kral Abdullah Camii, Şerif Hüseyin Camii, Kral Hüseyin Camii, Kraliyet Otomobil-Uçak Müzesi, Antik Roma Tiyatrosu… gibi güzel yapıları görme fırsatımız oldu.

Amman’da severek yediğimiz yiyecekler ise; Çeşitli kebaplar, şaverma (çevirme, döner), mensef, felafil, humus, künefe (özellikle Nefise ve Habibe) idi.

Bu arada epey bir çevre gezisi yapma fırsatı da bulduk. Madaba, Kerak, Jeraş, Ölü Deniz (Lut Gölü)… Madaba’daki Roma ve Bizans kalıntıları, özellikle mozaikler dikkat çekici idi. Ölü Deniz civarındaki tepelerdeki coğrafi oluşumlar nedense bana hep taşlaşmış insan figürleri gibi geldi. Hz. Yuşa Türbesi, Hz. Şuayb Türbesi, Ashab-ı Kehf Mağarası da enteresan yerlerdi.

Amman-Kudüs arası yaklaşık olarak 90 kilometre. Ürdün gezimiz sırasında, bir defa daha Kudüs’ü ziyaret etme ve Cuma namazı kılma  imkanımız oldu. Bu kadar kısa anlattığıma bakmayın, bu işler epey bir prosedüre tabi. Sağolsun o işleri Mücahit halletti. İsrail ziyaretimizde anlattığımız hususların dışında, dönüş sırasında Eriha’da Hz. Musa’ya izafe edilen Makam/Kabri de görme ve dua etme fırsatımız oldu. 

thumbnail_943821_1082311815126326_9182780377943818024_n(Kudüs, Ocak 2016)

Ürdün’ün en meşhur yeri olan Petra’ya niye gitmedik! Birincisi, epey bir yürümeden sonra esas merkeze varılabiliyormuş. Bizim dizler ise maalesef o kadar mesafeyi yürümeye müsait değil. İkincisi, Mücahit’in anlattığına göre bizim Kapadokya’ya çok benziyormuş. Bunu ve biraz da soğuk havayı bahane ederek Petra ziyaretini bir sonraki sefere erteledik!

Ürdün seyahatimizin en etkileyici bölümü şüphesiz ki “Salt Türk Şehitliği” idi. Salt, Amman’ın yaklaşık 30 km. kuzeybatısında yer alıyor. Şehir, Osmanlı döneminde özellikle askeri açıdan Filistin Bölgesi’nin idare üssü imiş. 1918’de bölgenin İngilizler tarafından işgali sırasında; savaşarak, yerli halk tarafından öldürülerek, hastalanarak… şehit olan 300 civarında askerimiz, şehrin mezarlığı içinde bulunan bir mağaraya üstüste atılmışlar ve unutulmuşlar. Bu toplu şehitlik, 1973 yılında vefakar bir askeri ateşemiz tarafından yeniden günyüzüne çıkarılmış. Devletimiz tarafından çok güzel bir düzenleme yapılmış. Sembolik bir mezar inşa edilen mağarada 24 saat Kur’an-ı Kerim okunuyor. Şehitlerimizin isimlerinin sıralandığı kitabede bir de Nevşehir’li şehidimiz var: Hasanoğlu Kazım! Mekanları Cennet, makamları âlî olsun!

12487243_1087891337901707_8596396094162558962_o

 

12509883_1087922237898617_8950550579147708287_n

(Salt, Ürdün, Ocak 2016)

Böylelikle, şimdiye kadar kısmet olan seyahatlerimizi mümkün mertebe özetleyerek nakletmeye çalıştım. Hepsi de çok güzel, verimli, ders verici, tecrübe kazandırıcı, ufuk açıcı yolculuklardı. Bu gezilere vesile olan; merhum Turgut Özal’ı rahmetle, mesleğimi minnetle, değerli oğullarım Mücahit ve Ahmet Kerim’i şükranla yad ediyorum. Bundan sonraki hedefimiz, kısmet olursa Kanada olacak! Ya nasip!

 

Reis Bey!

Rahmetli babam Kavaklı Çavuş’un Halil, Memillioğlu’nun kahveyi çalıştırırken ben de özellikle akşamları kendisine yardım ederdim. Kahvenin müdavimlerinden birisi de merhum Gıbış’ın Lomen Ağa’nın oğlu İsmail (Eser) Abi idi. Rahmetli, hoş sohbet, heyecanlı ve biraz da saf bir insandı.

Her seçimden önce, ortalıkta belediye başkan adaylarının ismi dolanmaya başlar malum! Gene böyle bir zamanda, İsmail Abi’nin etrafını kendisinden yaşça küçük 5-6 kişi sarar ve yavaş yavaş konuyu gündeme getirirler: “İsmail Abi, hadi bakalım, hazırlan!”. “Neye hazırlanacağım lan!”. “Reisliğe Abi!”. ”Gedin lan başımdan! Geçen sefer de beni gaza getirdiniz. O kadar mesarif boşa gitti. Koskoca davarı da yediniz. Çıka çıka 2 rey çıktı. O da avradınan benim! Bi daha o deliğe elimi sokar mıyım!”

“Abi, o zaman acemilik varıdı! Haklısın! Amma velakin rakiplerimiz de iyi çalıştı. Mesela şimdiki reis, o zaman tosun kesti, millete yedirdi. Biz onun kadar yapamadık. Bu sefer işi biraz daha sıkı tutarsak bu iş tamam abi!”. “Öyle mi lan?”. “Öyle tabii, mesela şimdi millete birer çay ısmarlasak nasıl olur!”. “Olur mu?”. “Olmaz mı Abi!”. “İyi, söyleyin bakalım!”. “Halil Abi, millete çay ver, İsmail Abi’den!”. Rahmetli babam, İsmail Abi gittikten sonra gençleri, yaptıklarının yanlışlığı konusunda uyarır ama dinleyen kim! Ertesi akşam sahne tekrarlanır. “Halil Abi, millete çay ver! Reis Bey’den!”.

Bu minval üzere İsmail Abi’den epey bir çay içilir. Ara sıra evden kabak çekirdeği ve kuru üzüm de takviye gelir. Seçim iyice yaklaşınca, tezgahçı ekip yeniden iskeleye yanaşır: “Abi, rakipler sıkı çalışıyor. Biz biraz geride kaldık sanki. Yeni bir hamle yapmamız lazım!”. “Ne yapacağız lan!”. “Senin şu düveyi kessek, millete bir güzel ziyafet çeksek!”. Olmaz oğlum, gidin başımdan!”. “Abi, karşıda deve gibi oyun gidiyor, sen el kadar buzağının hesabını yapıyorsun. Dediğimizi yap, gerisine karışma! İş bu sefer garanti! Yeter ki sen he de!”. “Lan oğlum, olmaz! Gidin başımdan!”. “Abi, etme eyleme! Biz herkezinen konuştuk. Tamam diyorlar, ama senden de bişeyler bekliyorlar!”. “Öyle mi lan?”. Öyle Abi!”. “Eyi öyleyse, keselim bakalım!”

Düve kesilir, afiyetle yenilir içilir. Seçim yapılır, bu sefer İsmil Abi’ye 1 rey çıkar. Muhtemelen hanımı da bu saflığa çok kızmış olacak ki, kendisine oy vermemiştir. 

Bir sonraki seçimde İsmail Abi tekrar adaylığa soyundu mu bilmiyorum ama, niyetlendiyse bile herhalde babasından ve hanımından epey bir papara yemiştir. Lomen Amca’nın, İsmail Abi ve hanımının, ahirete intikal eden diğer yakınlarının mekanları Cennet olsun, kalanlara hayırlı ömürler dileriz!

 

Güç Bizde Artık!

 

Kara gün kararıp kalmaz demiş atalarımız! Allahu âlem, bizim liyakatimizden ziyade zulüm cephesinin kantarın topuzunu fazla kaçırması sebebiyle, bin yıl sürecek denen Şubat ayazı da geçti gitti çok şükür. Şimdi de iktidar, güç ve imkan imtihanına tabi olacağız, Allah rast getire!

Nasıl Profesör Oldum!

2008 yılında yapılan rektörlük seçimini bizim de desteklediğimiz aday olan Prof. Dr. Cemil Çelik kazandı. Cemil Hoca sağolsun önceliği mağduriyetleri gidermeye verdi. Bu kategoride ben de 10 senelik yardımcı doçentliğin arkasından, doçent olamadan profesör oldum. Bir yıl kadar rektör danışmanlığı yaptım.

1503483_753758584648319_568536382_n(Profesörlük, 2008)

Bu süreçte; koltuğa oturan insanların değiştiğini ve eleştiriyi sevmez hale geldiklerini yakından müşahade etme imkanı buldum. O koltukta ben otursam nasıl olurdum sorusuna da net bir cevabım yok doğrusu! Sonunda, Rektör Bey’le yönetim anlayışlarımız uyuşmayınca ayrıldım. Bu ayrılmada bardağı taşıran damla, Üniversitemize gelmesinde epeyce bir dahlim olan İlahiyat Fakültesi Dekanı Cem Zorlu’nun gönderilme yöntemi oldu. Burada ilginç bir olayı da serdedelim:

Danışmanlıktan Cuma günü ayrıldım. O sırada kayınpederini ziyaret için Malatya’da bulunan Pittsburgh İslam Merkezi Müdürü, değerli Kardeşim Kadir Gündüz aradı. Hafta sonu, yolu Pitsburg’a uğramış arkadaşlarla bir araya gelsek, eski günleri bir yad etsek dedi. Ben de, “Hay hay kıymetli kardeşim, bizim lojman bu iş için uygun, buyurun” dedim. Pazar sabahı misafirler teşrif ettiler: Ulvi Saran (vali), Ahmet Kızılay (şu anki rektörümüz), Recep Aslaner (Eğitim Fakültesi matematik hocası), ben, Kadir Gündüz ve bacanağı Cevdet Atalan. Kahvaltı, sohbet, muhabbet, eski günler, yeni günler, güzel ve nostaljik bir 2 saat geçirdik. Ertesi gün, kapıdaki kırmızı plakayı gören üniversite ahalisinin yorumu: Rektör Bey, Mustafa Şenol’u istifadan vazgeçirmek için evine kadar gelmiş, ama vazgeçirememiş! Epey gülmüştük! Bazen böyle enteresan tevafuklar da olabiliyor! 

Güç, imkan ve iktidar imtihanında da bir şeyler yolunda gitmiyor gibiydi. İşlerin olması gereken seviyede seyretmemesi, çoğumuzun “Rabbena, hep bana” türünden davranışları, çok basit menfaatler için birbirimizi kırıp dökmemiz, atamalarda hep itaat edecek yapıdaki insanların öne çıkması… gibi pek çok sebeple geri plana çekilmeye çalıştım. Bu kararımda, yılların getirdiği yorgunluk ve bedbinlik te etkili olmuştur muhtemelen. Ama “Çekildik izzet ü ikbal ile bab-ı hükümetten” diyebilmek için de bir mazeret gerekiyordu. Cenab-ı Hakk onu da lutfetti elhamdülillah!

Hastalığım!

Amerika’da iken bende bir ışık duyarlığı başlamıştı. Bunu o zamanlar daha önce hiç kullanmadığımız şekilde yoğun bilgisayar kullanımına bağlamıştım. Zamanla, göz kapaklarımda, omuz ve kalça kaslarımda yorgunluk hissetmeye başladım. Tahlillerde CK (kreatin kinaz) ve PSA (prostat spesifik antijen) de yüksek çıkınca, kendi kendime Dermatomiyozit teşhisi koydum. Birkaç defa da prostat biyopsisi yapıldı, sonuçlar normaldi. Bu konuda; nöroloji, romatoloji, fizik tedavi hocası arkadaşlarımla da istişareler yaptım, bir sonuca varamadık. 

Hastanemize romatoloji uzmanı genç bir arkadaş tayin edilmişti. Onu ziyarete gittim, hayırlı olsun dileklerimden sonra şikayetlerimden bahsettim. “Hocam, durumunuz McArdle Hastalığı’na benziyor. Bazı testler yaptıktan sonra kesin konuşabilirim” dedi. Gerekli testleri yaptı ve teşhisi kesinleştirdi. “Acer testinin suyu soğuk olur” atasözü bir kere daha doğrulanmıştı. Ben de de dahil, o kadar hocanın içinden çıkamadığı durumu yeni mezun bir uzman çözmüştü! Şu anda Samsun’da profesör olarak çalışan Dr. Metin Özgen’e ne kadar teşekkür etsem azdır!

Böylelikle hastalığımızın adı konmuş oldu ve rahatladım. Yapılacak özel bir tedavi yoktu. Eskiden 1 ton yük çekebilen araba yorulmuş ve istiab haddi 250 kiloya düşmüştü. Yani fiziken fazla yorulmamam gerekiyordu. Bu durum emekli olabilmem için iyi bir gerekçe oluşturdu. “Ömür  Yaprakları” hikayesi bir kere daha tahakkuk ediyordu. Malatya’da yiyecek ekmeğimiz, içecek suyumuz bu kadarmış! Hamdolsun, şükrolsun!

Emeklilik!

Şubat 2014’te, 32 yıl 6 ay süren bir defteri kapattık ve emeklilik defterini açtık. Sağolsunlar kendi bölümüm, dekanlığımız ve rektörlüğümüz, öncelikle ayrılmamam konusunda çok ısrarcı oldular ama “Şampiyonlar zirvedeyken bırakırlar!” demem üzerine de saygı gösterdiler. Veda yemekleriyle, hediyelerle, plaketlerle, velhasıl dört başı mamur bir emeklilik seremonisiyle bizi yeni hayatımıza uğurladılar. Bu aşamada; rektörümüz Cemil Bey’e, dekanımız Ünsal Bey’e, değerli meslekdaşlarım Yelda Hanım’a, Hamdi Bey’e, Serpil Hanım’a, değerli asistanlarımıza, hemşirelerimize, diğer personelimize, özellikle Atilla Abi’ye hususi teşekkürlerimi sunarım. İnşaallah herkese böyle güzel bir emeklilik nasib olur. Baki kalan kubbede hoş bir sada imiş! 

10479040_801845806506263_4429317097307762301_n(Emeklilik Yemeği, Malatya, Ocak 2014)

Şu anda, yazları Nevşehir’de kışları Erdemli’de güzel ve asude bir emeklilik hayatı yaşıyorum. Erdemli’de ne işin var diyenlere: “Nasıl Erdemli’li Oldum” hikayesini okumalarını salık veririm. Hoşça kalınız!