28 Şubat İmtihanı!

Amerika’dan döndük dönmesine ama Malatya’yı bıraktığımız gibi bulamadık. Turgut Özal Tıp Merkezi (TÖTM) inşaatı tamamlanmış. Epey bir karmaşa ile beraber yeni odalarımıza yerleştik. Odalarda pencere yok, aydınlatma, ısıtma, soğutma… her şey merkezi, yani parayla! Amerika’nın en sıcak yerlerinden biri olan Houston’daki bir hastane, hiç bir adaptasyona tabi tutulmadan, ılıman bir iklime sahip olan Malatya’ya aynen kopyalanmış. Neyse yerleştikten sonra arkadaşlar hoşgeline geldiler. “Amerika’da ne öğrendin, ne başardın?” diye sordular. “Ayda 1.800 dolarla, kendimi, hanımımı, 4 çocuğumu geçindirdim, hatta üstüne tasarruf bile ettim. Kimseyi kaybetmeden tek parça halinde de geriye getirdim! Bundan daha büyük başarı mı olur!” diye cevaplayınca diyecek bir şey bulamadılar!

Temmuz ayında rektörlük seçimi olacaktı. Mevcut rektörümüz devam etmek istiyordu ama çoğunluğun adayı dekanımız Mustafa Paç oldu. Sol cenah ise, Ankara’da Cumhurbaşkanı Demirel’e ulaşarak, “Malatya’nın elden gitmekte olduğunu ve merkezden bir kurtarıcı gönderilmesi gerektiği” fikrini işliyordu. Seçim yapıldı, Mustafa Paç 78, merkezden gönderilen halaskar, eski GATA komutanı Ömer Şarlak ise 69 oy aldı. Demirel, her zaman olduğu gibi Demirelliğini gösterdi. Mustafa Paç YÖK aşamasında elendi ve emekli bir paşa, bazı noktalarda çok ileri giden Malatya’yı hizaya getirmek üzere Üniversitemize, pardon kışlamıza, rektör olarak atandı. Şubat soğukları  sanki Ağustos’tan itibaren başlıyordu! 

Yeni rektör hızla tasfiye hareketine başladı. Mevcut dekan ve başhekim, çeşitli tezgahlarla görevlerinden alındı. Özellikle Mustafa Paç Hoca üzerine ciddi baskılar uygulandı. Önce bir iftira ile dekanlıktan alındı, sonra ameliyatlara girmesi engellendi, sonunda mecburen ayrılmak zorunda kaldı. Dekanlığa Dr. Özcan Ersoy, başhekimliğe ise Dr. Fatih Hilmioğlu atandı ama gerçek patron Fatih Bey idi. Zaten profesör olduktan sonra önce dekan ve sonra da rektör olacaktı. 

Arkasından 28 Şubat postmodern darbesi geldi. Malatya, bu süreçte pilot bölge olarak seçilen yerlerin en başında geliyordu. Hava iyice ağırlaştı. Kendine yer ve imkan bulabilenler üniversiteden ayrılmaya başladılar. Bizim gibi garibanların gidebilecek bir yeri olmadığı gibi, birilerinin de kalıp hamamın namusunu kurtarmaya çalışması gerekiyordu. Demek ki, bu horlanan, bu öksüz bırakılan, ama bir o kadar da büyük davayı yüklenme noktasında bir küçük pay da  bize düşecekti! Taşıyabilirsek ne büyük şeref!

Nasıl Doçent Olamadım-1

Amerika’dan dönmüşüz, yabancı dilimiz iyi, ortalamanın üstünde bir yayın sayımız var, 4 yılı aşkındır da öğretim üyesiyiz, artık doçent olsak fena olmayacak! Müracaatımızı yaptık. O zamanlar doçentlik sınavı yılda bir defa sonbaharda yapılıyordu. Kasım 2017’de İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesinde rahmetli Hocamız Prof. Dr. Dilek Kocabalkan Selçuki başkanlığındaki bir jüri önünde sınava alındık. Önce yayın aşamasında 3’e 2 oy çokluğu ile geçtiğim açıklandı. Kayseri ve Trabzon’dan gelen hocalar olumsuz not vermişlerdi. Sözlü sınavda da bu iki hoca çok ters davrandılar, neticeten 4’e 1 oy çokluğu ile başarısız olduk. Yazılı aşamasını geçmem biraz teselli sebebi oldu ama tabii ki üzülmüştüm.

Dönüşte, beni tanımaz etmez bu iki hocanın niye bu kadar olumsuz davrandığını araştırmaya başladım. PTT’deki bir arkadaşın yardımıyla, bu hocaların rektör yardımcısı Ersin Karagözler’in makam telefonundan müteaddit defalar arandığını tespit ettim. Ersin Karagözler beni tanımaz, ben de onu tanımam. Bu tezgahı Fatih Hilmioğlu’nun kurduğu belliydi, ama o zaman henüz doçentti, kendisini rektör yardımcısı olarak tanıtmanın daha etkili olacağını düşünmüş olmalı! Olayı zihnimde olgunlaştırdıktan sonra başhekimliğe gittim. Hilmioğlu, bu selamsız sabahsız girişe şaşırdı, konuşmasına fırsat vermeden; “Bana bak! Zaten darbenin ağır havası bize yetiyor! Bu sefer yayından geçtiğim için tolere ettim, ama bir daha etmem! Aynı şeyi bir daha yaparsan seni öldürürüm!” dedim. Yerinden doğrulur gibi oldu, “Beni tehdit mi ediyorsun?” dedi. “Tehdit etmiyorum, olacağı söylüyorum! Sana acımam, 2 çocuğun var, onlara acırım! Kendime acımam, 4 çocuğum var, onlara acırım! Sakın bir daha yapma!” diyerek kapıyı vurup çıktım. Ertesi gün Ersin Karagözler’den randevu alıp makamına gittim. Olanları anlattım ve bir daha telefonlarını bu tür işler için kullandırmaması gerektiğini ihtar ettim. Bir yardımcı doçentin makamında böyle üst perdeden konuşmasına adam da şaşırdı. Daha sonra, benim gibi ağırbaşlı ve sakin tabiatlı birinin nasıl böyle davranabildiğine kendim de şaşırdım! Demek ki insan keçeyi suya çalınca, kendinden hiç beklenmeyecek tavırlar sergileyebiliyor!

Fatih Hilmioğlu’nun enteresan bir geçmişi vardı. Babası Hilmi Soydan, Elbistan’lı bir toprak ağası ve CHP senatörüydü. 1978’de MHP’ye geçtiği gerekçesiyle, Elbistan’da THKO tarafından öldürülmüştü. Fatih Soydan bu olaydan sonra Hilmioğlu soyadını aldı. Babası solcular tarafından katledilen bir kişinin bize bu kadar şedit ve hasmane davranması ancak “Stockholm Sendromu” ile izah edilebilir bir durum olsa gerek!

Burada, Hilmioğlu’nun akıbetinin çok kötü olacağını kesine yakın olarak hissettiğim bir olayı da nakletmem gerekiyor: Hilmioğlu dekanken, çay getirip götüren, minyon yapılı, iki çocuk annesi dul bir kadın olan Zeynep Hanım’ı, bir-iki defa başörtüsünü çıkarması konusunda uyarıyor. Zavallı kadıncağız, ne yapsın! Yıllardır sürdürdüğü geleneksel yapısı bu! Başörtüsünü biraz geriye doğru çekerek bağlamaya çalışıyor ama Dekan Bey yutar mı! Her zaman olduğu gibi sinirli bir anında, çekiyor kadıncağızın başındaki örtüyü, atıyor yere ve üzerinde tepiniyor! Bu olayı duyduğumda; “Tamam” dedim, “Şimdi baltayı taşa vurdun!” “Bu yaptığın Gayretullah’a dokunur! Bizler, öyle veya böyle kendimizi savunuruz, en kötü ihtimalle gider dışarda kendimize yeni bir hayat kurarız. Ama, ekmeği ile inancı arasına sıkıştırdığın bu kadıncağızın gideceği bir yer yok! Atalar her bir şeyi söylemişler amma dinleyen kim! Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste! Zaten Allah hiçbir işi ihmal etmez, ama imhal eder!”

Yiğidi öldürelim amma hakkını da yemeyelim! Aslında Hilmioğlu, kendi davasına sadık, samimi, çalışkan dürüst bir idareciydi, lakin durduğu yer yanlıştı!

Nasıl Doçent Olamadım-2

1998 Kasım ayında Hacettepe Üniversitesi’nde ikinci defa doçentlik bilim sınavına girdim. Öncelikle çözülmesi zor bir vaka verdiler, anladım ki gidişat pek hayra alamet değil. Sınavda özellikle jüri başkanı negatif bir tavır içinde! Ben de bu halet-i ruhiye içinde çok iyi bir performans gösteremedim. Sonuçta oybirliği ile başarısız sayıldık. Jüri üyelerinin birisinden, içeride sosyal durumumun tartışıldığını ve yargılandığını öğrendim. Ertesi gün tekrar Hacettepe’ye gittim. Dermatoloji camiasında oldukça tanınan ve etkili bir kişi olan jüri başkanı olan hanımefendiye, önce dünkü misafirperverliğinden dolayı teşekkür ettim, memnun oldu. Arkasından, “Sınavda başarısız olmamdan ziyade, jürinin benim bilimsel yönümden ziyade sosyal yapımı değerlendirmesine üzüldüğümü, böyle bir yetkilerinin olmadığını, bilim camiasının içine düştüğü bu durumun esef verici olduğunu” vurgulayan bir konuşma yaptım. Şaşırdı tabii ki ama cevap vermesine fırsat vermeden çıkıp gittim! Bu davranış, “Nasıl olsa bunlar bizi doçent yapmayacaklar, hiç olmazsa biraz da biz onların canını sıkalım” değerlendirmesinin sonucuydu ama bu sefer keçeyi iyice suya çalmıştık! Bu sınava gelecek sene de gireceksin oğlum, akıbetin hayrola!

Nasıl Doçent Oldum!

Bu sorunun cevabını öğrenmek için sitemizin “Kısa Hikayeler” başlığı altında bulunan “Samsa Çavuş” hikayesini okumanızı rica edeceğim!

Nasıl Doçent Olamadım-3

Ankara’da doçent olduk olmasına da Malatya’da bir türlü doçent olamadık. Özlük haklarınızdan doçent olarak faydalanabilmeniz için üniversitenin size bir kadro tahsis etmesi gerekiyor. Hilmioğlu’nun dekan ve daha sonra rektör olduğu bir ortamda bu kadronun verilmeyeceği gün gibi aşikar. Benim hakkım olan kadro benim asistanıma verildi! Verene değil de, daha çok, hocalarını çiğneyerek bu rezilliği içine sindiren, vakti zamanında bizden görünen karakteri zayıf  asistanımıza üzüldüm. Böylelikle asistanımız iki kıdemli hocasının tepesine anabilim dalı başkanı yapıldı. Mahkeme kanalıyla bu işi düzeltmek neredeyse 2 yılımızı aldı. Tam anabilim dalı başkanı olacakken, bu sefer de Erzurum’da birlikte ihtisas yaptığımız bir hanım arkadaş, Malatya’ya getirilip profesör yapılarak önümüz kesildi! İkinci defa aynı noktaya vardık! Ormanı kesen baltanın sapı bizden olduktan sonra kime ne diyelim!

Temeli Şarlak Paşa tarafından atılan, Fatih Hilmioğlu tarafından iyice yerine oturtulan bu süreçte, ben ve benim gibi düşünen arkadaşları kaçırabilmek için ciddi bir yıldırma (mobing) harekatı yürütüldü. Gerek bunlardan kurtulabilmek, gerekse verilmeyen özlük haklarımızı alabilmek için 15 civarında idari dava ile uğraşmak zorunda kaldım. Bir davanın; İl idare mahkemesi-Bölge idare mahkemesi-Danıştay zincirinde yaklaşık 2 yıl sürdüğünü düşünürsek harcadığımız emeği, yaşadığımız stresi varın siz hesabedin! Özellikle üniversite davalarına bakan Danıştay 8. dairesi, tamamen idare tarafında mevzilenmişti. Bu kadar davayla uğraşmamızın üç faydası oldu: 1. Sahip olduğumuz mevziyi korumayı başardık, 2. Hilmioğlu’nun canını çok sıktık, 3. İyi bir üniversite hukuku uzmanı olduk! 

Ama kaybettiklerimizin haddi hesabı yok! Bu kadar davayla uğraşana kadar kaç yayın yapabilirdim, kaç öğrenci eğitebilirdim, kaç hastaya yardımcı olabilirdim… Sonuç; benim için kayıp, üniversitem için kayıp, ülkem için kayıp, herkes için kayıp oldu maalesef!

Neticeten; 28 Şubat imtihanını herkes kaybetti:

  1. Bizler kaybettik çünkü; karakter zaaflarımız, menfaatperestliğimiz, güce eğilmemiz, dayanıksızlığımız aşikar oldu. Büyük kısmımız kalburun altına geçti, az sayıdaki üstünde kalanımız da, bir sonraki iktidar dönemi sınavında sınıfta kaldık.
  2. Bu zulmü icra edenler kaybetti. Özellikle bizim örneğimizde baş aktör durumundaki Fatih Hilmioğlu kaybetti. 5 yılı aşkın hapis yattı, bu esnada gencecik bir evladını kaybetti. Allah sabır versin! O yere göğe sığmayan adam, şu anda Haberal’ın hastanesinde bir sığıntı durumunda.

Kumpas mumpas dediler amma, bu tokadı çoktan haketmişlerdi, sadece tokat ummadıkları bir yerden gelince şaşırdılar!  

  1. Maalesef topyekün bir ülke kaybetti!

 

Malatya Malatya Bulunmaz Eşin!

Daha önce sınavlar ve bazı dersler sebebiyle Malatya’da biraz kalmıştım. O sırada Aksaray’da aldığımız evi sattım ve Zafer Mahallesi’nde bir ev aldım. 1993 Haziran ayında Malatya’ya taşındık ve yerleştik. Çocuklar bir kere daha yeni okullarına yerleştiler, Mehmet Malatya Lisesi’ne, Mücahit Fen Lisesi’ne, Bilal Kampüs İlkokulu’na kaydoldu. Ahmet Kerim henüz 20 günlük! 

O sıralar Tıp Fakültesi Hastanesi, stadın üstündeki eski Devlet Hastanesi’nin bir bölümünde halk tarafından bilinen adıyla “Araştırma Hastanesi” olarak görev yapıyor. Cildiye Bölümü’nde benden önce iki öğretim üyesi var, ama ikisi de eğitim için Amerika’ya gitmişler: Dr. Yasemin Oram ve Dr. Atilla Özcan. Dolayısıyla çiçeği burnunda taze bir öğretim üyesi, aynı zamanda da A.B.D Başkanı olarak göreve başladım! Yanlış anlaşılmasın; Ana Bilim Dalı Başkanı! Bir de asistanımız var: Dr. Ersoy Hazneci.

Rektörümüz, merhum Turgut Özal tarafından atanan Erciyes Üniversitesi öğretim üyesi Darende’li Gastroenteroloji Uzmanı Prof. Dr. Mehmet Yücesoy. Dekanımız Dr. Mustafa Paç ta Amerika’ya gitmiş, yerine Prof. Dr. Ahmet Acet bakıyor. Başhekimliği ise değerli kardeşim Prof. Dr. Nasuhi Engin Aydın deruhte ediyor.

“Acer testinin suyu soğuk olur” atasözü mucibince heyecanla göreve başladık. Hepsi de benim gibi idealist 20-25 kişilik bir öğretim üyesi ekibiyle çalışıyoruz. Bizden önce oraya yerleştirilen çoğu Hacettepe kökenli arkadaşlar Amerika’dan döndükten sonra Ankara’ya dönme niyetinde ve gayretindeler. Dolayısıyla yeni ekibin bir an önce kendini ispatlaması lazım! Harıl harıl yayın hazırlıyoruz, Tıp Fakültesi Dergisi’ni çıkarıyoruz, yabancı dili zayıf arkadaşlara yardım ediyoruz… Bir taraftan da ders notları hazırlamak ve görsel malzeme tedarik etmek için yoğun gayret gösteriyoruz. Bu işler şimdiki gibi kolay değil! Dergilerden, kitaplardan gerekli fotoğrafları slayt filmlerine çekmek, onları banyo etmek, kesmek, kasetlere yerleştirmek… neredeyse özel uzmanlık alanımız oldu. Bu işlerde bize çok değerli katkıları olan Fotofilm Merkezi sorumlumuz Hüsnü Tekedereli’ye minnet ve teşekkür borçluyuz. 

 Bu aradan küçük bir hatıramı nakledeyim: Yeni öğretim üyesi olmanın heyecanıyla derslere hazırlanıyorum. Bir derste “Verrüler (Siğiller)” konusunu işlerken tıbbi bilgileri aktardıktan sonra modern tıbbın da kabul ettiği “Telkin (Suggestion)” tedavisinden bahsettim. Halkımızın değişik şekillerde bu tedaviyi uyguladığını anlattım. Örnek olarak ta rahmetli annemin siğil tedavisinde uyguladığı yöntemi naklettim. İki gün sonra yerel gazetelerden birinde bir haber: “Araştırma Hastanesi’ne yeni gelen Cildiyeci, siğilleri tedavi etmeyip üfürükçülere gönderiyormuş!”. Bu bana bir ders oldu! Ne demiş atalar: Her doğruyu her yerde söylemek doğru değildir!

Göreve başladıktan yaklaşık 1 yıl kadar sonra Engin Bey’in Amerika’ya gitmesi sebebiyle değerli asker arkadaşım Doç. Dr. Haluk Şavlı başhekim oldu. Ben ve değerli kardeşim Nöroloji uzmanı Dr. Ayhan Bölük de yardımcılığını yaptık. Haluk bey, özellikle diyabet konusunda çok bilgili bir Dahiliyeci idi ama çok enteresan bir özelliği vardı. “Çok bilen çok yanılır ve çekinir” kuralının canlı temsilcisi idi. Hata yapma endişesiyle kolay kolay reçete yazamazdı. Ya asistanlarına yazdırır, ya da başka bir arkadaşına havale ederdi. Başhekimlikte de aynı tavrını sürdürdü. Kolay kolay bir evrakın altına imza atmazdı. Onun imzalaması gereken evrakın büyük çoğunluğunu ya ben ya da Ayhan Bey imzalardık.

Amerika!

1995 yılının başlarında Dr. Yasemin Oram ve Dr. Atilla Özcan Amerika’dan döndüler. Amerika’ya gitme sırası bana gelmişti. Öğretim üyelerimizin çoğu, rahmetli Özal tarafından yapılan anlaşma gereğince Houston’daki “Methodist Hastanesi”ne gidiyorlardı. Ben ve başka bazı arkadaşlar, özel kanallarla akseptans aldığımız Pittsburgh Üniversitesi Tıp Merkezi’ni tercih ettik. 1995 Mart ayında Amerika’ya gittim. Benden önce aynı yere giden değerli Kardeşim Dr. Mustafa Şahin’in de yardımlarıyla, geçici olarak Muammer Özer isimli bir doktora öğrencisinin yanına yerleştim. Allerji-immünoloji konusunda birlikte çalışacağımız Dr. Philip Fireman ve ekibiyle tanıştık. Ana çalışma konumuz “Mast Hücreleri” idi. 15-20 günlük bir kütüphane sürecinden sonra, mast hücreleri konusunda otorite olan Dr. Michael Tharp’ın laboratuvarında yeni doğan sünnet derisinden mast hücrelerinin nasıl elde edildiğini öğrendim. Daha sonra Dr. Fireman’ın laboratuvarında, Asha Patel isimli Hintli bir teknisyenle birlikte mast hücrelerinin aktivasyonu ve blokajı üzerine çeşitli deneyler yaptık. Bu çalışmaların sonunda bir kaç adet yayın elde etmeyi başardık.

amerika84

(Dr. Fireman (gözlüklü) ve ekibi, Pittsburgh, Ekim 1995)

Üç ay kadar,  Muammer’in misafiri olduktan sonra hastaneye yakın Oakland semtindeki McKee Place isimli sokakta Suriye kökenli bir hristiyan olan Mr. İlyas’a ait 3+1 bir ev kiraladık. Amerika’da 3+1 ev bulmak oldukça zordur, bu kanuda da şansımız yaver gitti. Bu sırada Türkiye’ye dönüş yapan Emin Karip isimli bir doktora öğrencisinin ev eşyalarını ve arabasını aldık. Haziran’ın başında hanım, Bilal ve Kerim, Temmuz başında da Mehmet’le Mücahit geldiler. Mehmet bir yıl süreyle Meslek Yüksek Okulu’na (Comunity College), Bilal ilkokul 5. sınıfa devam etti. Mücahit yıl kaybetmemek için 3 ay sonra geri döndü.

amerika11

(Gurbette bir bayram sabahı, Pittsburgh, 1995)

Gerek bizim gerek çocukların Amerika’ya uyumunda Pittsurgh İslam Merkezi ve Malatya’lı müdürü kıymetli kardeşim Kadir Gündüz’ün çok değerli katkıları oldu, kendisine çok müteşekkiriz. Pittsburgh’da iki Ramazan ve bir Kurban bayramı yaşadık. Gerek merkezdeki iftarların, gerek kapalı spor salonunda kılınan bayram namazlarının, gerekse bayram pikniklerinin tadı hala damağımdadır. Merkezde kılacağımız teravih namazlarının 8 rekat olduğunu duyunca önce sevindiğimizi, ilk teravih namazını 2 saatte tamamlayınca da Türkiye’deki teravihleri özlediğimizi gülümseyerek hatırlıyorum. Bu aradaAmerika’yı ziyaret eden merhum Prof. Dr. Mahmut Esat Coşan Hocaefendi de birkaç gün misafirimiz oldu.   

amerika63

(Esat Coşan Hocaefendi, Pittsburgh, 1996)

Pittsburgh güzel bir şehirdi, yakın çevremizde bizimle birlikte çok sayıda doktora öğrencisi de yaşıyordu. Pek çoğuyla ailecek görüşüyorduk. Bilal’in Fahrettin (pardon Safrettin) Abisi’yle yaptığı “Garage Sale”leri hala gülerek hatırlarız. Yaz tatili boyunca mesleki çalışmaların yanında gezip tozmayı da ihmal etmedik. Fazla uzak olmayan Niagara Şelalesi ve Washington gezileri oldukça enteresandı. Mesela; Beyaz Saray ziyareti sırasında o sıralar 2 yaşında olan Kerim’in, Sarayın ihata duvarlarını bir kaç defa sulamasını hiç unutmayız!

Dr. Fireman laik bir Yahudi idi. Benim dini hassasiyetlerime çok saygı gösterir, öğle yemeklerinde bana özellikle peynirli piza getirtirdi. Bir gece, hakiki Yahudilik hakkında yanlış kanaatlere sahip olmamı önlemek için, ortodoks bir Yahudi arkadaşının evine ailece yemeğe davet etti. Orada gördük ki bozulmamış Yahudilik İslamiyete oldukça yakındı. Yemeğe dua ile ve tuzlu ekmekle başlamak, çorba-ana yemek-tatlı sıralaması ve yemeği gene bir dua ile bitirmek bizim hiç te yabancısı olmadığımız uygulamalardı.

Amerika’da mesleki çalışmalarım dışında, sosyal hayata dair keşke bizde de böyle olsa dediğim bazı gözlemlerimi paylaşmak isterim:

Görebildiğim kadarıyla devlet organizasyonu vatandaşı merkeze alarak düzenlenmiş. Asık yüzlü bir memur göremezsiniz, işinin en kısa sürede halledilir. Olmayacaksa niye olmayacağı nezaketle anlatılır. Mesela araba alıp satmanız yarım saat içinde tamamlanır, bir telefonla telefonunuz bağlanır… Böylelikle devlet ve vatandaş arasında karşılıklı bir güven oluşuyor. Vatandaş ta devleti benimsiyor ve yardımcı olmaya çalışıyor. Mesela, arabanızdan bir izmarit fırlatın, arkanızdaki hemen polisi arar ve az sonra 300 dolar ceza makbuzunu elinize alırsınız!

İnançlara ciddi bir saygı gösteriliyor. Hastanede sih doktor, başında türbanıyla, yahudi doktor kippa’sıyla, müslüman personel başörtüsü ile çalışıyor, kimse de bu durumu garipsemiyor. İnsanların kılığına kıyafetine değil, ne ürettiğine bakılıyor. Bilal’i ilkokul kaydına götürdük. Oradaki memure hanım, gerekli işlemleri yaptıktan sonra, “Zannediyorum siz müslümansınız, çocuğunuza burada iki öğün yemek verilecek. Lütfen dikkat etmemiz gereken hususları not edin, dikkat edelim” dedi. Daha sonra takip ettim, bu bir formalite değildi, menüde peperoni piza olduğu günlerde, okuldaki müslüman çocuk sayısı kadar peynirli piza geliyordu ve daha da enteresanı, önce bu çocuklara servis yapılıyordu!

Zenginliğin içinde, iktisatlı davranmaya da azami dikkat ediliyor. Bir gün sohbet sırasında Dr. Fireman’a, “Bizim Malatya’da bile elektrik telleri yer altına alındı, koskoca çelik üretim merkezi şehrinizde hala ahşap direkler, salkım saçak teller biraz garip kaçıyor” dediğimde gülerek, “Elektriğin yanıyor, telefonun çalışıyor, suyun akıyor, demek ki sistem çalışıyor. Çalışan bir sistemi bozup yenisini yapacak kadar zengin değiliz” diye cevap vermişti. Bu iyi niyetli insanı daha sonra Türkiye’de ailesiyle birlikte 15 gün kadar misafir ettik. Biz ondan, o da bizden memnun olarak ayrıldık.

Amerika’da geçirdiğimiz 15 ay, hem kendim için hem de çocuklar için çok verimli oldu. Mesleki katkılar yanında çok değerli sosyal kazanımlar da edindik. Ben rahatlıkla yayın yapma tecrübesi kazandım. Çocuklarsa eğitimleri sırasında hiç yabancı dil problemi yaşamadılar. Rahatlıkla yurt dışına girdiler çıktılar, halen ikisi öğretim üyesi olarak ikisi de yurt dışı görevlerde rahatlıkla çalışıyorlar, o günlerin ekmeğini yiyorlar!

Haziran 1996’da Amerika maceramız sona erdi. Enteresan bir yolculuk sonunda; kişi başı ağzına kadar dolu 2 bavul ve 2 çantadan oluşan kallavi bir bagajla, 4 uçak değiştirerek salimen Malatya’ya vasıl olduk. Elhamdülillah!

 

Koyun Şunun Kasedini!

Değerli Kardeşim Dr. Bülent Topaloğlu’ndan naklen: Rahmetli Dayım, meşhur gazelhan, Malatya’lı Sami Kasap anlatıyor: 

Mendebur herifin biri, arkasından; “Ne kendi eyledi rahat, Ne kimseye verdi huzur, Yıkıldı gitti dünyadan, Dayansın ehl-i kubur” denilerek öte tarafa postalanmış. Herif buradayken hem ağaydı hem paşaydı ya, orayı da bura gibi olacak bellemiş! Eller arkada, ceket omuzda, tesbih elde, sarma tütün ağızda ortalıkta külhanbeyi gibi dolanmaya başlamış. Oranın meydancısı gelmiş, “Şuraya adam gibi otur, sıranı bekle, az sonra zaten çağıracaklar, gösterecekler sana Hanya’yı, Konya’yı” demiş. Ama bizim ağa oralı değil! “Ben sıra mıra beklemem, sorgu sual vermem, derhal beni köşküme götürün, yoksa yapacağımı bilirim” diye üst perdeden atıp tutmaya başlaması üzerine, meydancı durumu üst makama arzetmiş!

Üst makamdan, “Koyun şu pez….gin kasedini” emri gelince, meydancı gelmiş! “Otur lan şuraya!” demiş. “Kasedini seyredeceğiz!”. Meydancı, kasetçiye, “ Oynat!” demiş. Doğumu, çocukluğu, ergenliği… ufak tefek arızalar dışında vukuatsız gibi geçmiş. Bir görüntüye gelince meydancı, “Durut, durut, durut!” demiş. “Kim lan bu” diye sormuş. “Benim ben olmasına da, o zamanlar biraz cahillik vardı, görmezden gelseniz olmaz mı” demiş bizimki! “Oynat!” demiş tekrar meydancı. Bir yere gelince, “Durut, durut” demiş! “Bu kim lan!”. “Benim de, bir yanlışlık sonucu öyle bir şey olduydu, orayı silerseniz sizi görürüm” demiş bizimki pişkin pişkin! “O dediğin burda geçmez! Oynat!” demiş meydancı. Bir görüntüye gelince, “Durut, durut, durut!”. “Bu haltı yiyen kim lan!”. “Bana benziyor ama görüntü biraz bulanık, bir karışıklık olmasın!”. “Oynat!”. “Durut, durut!”. “ Bu mendebur kim lan!”. “Benim heralde!”. “Oynat!”. “Durut, durut, durut”. “Kim bu eşşoğleşşek!”. “Ben!”. “Oynat!”. “Durut, durut! “Kim bu ahlaksız!”. “Ben!”. “Oynat!”. “Durut!”. “Oynat!”. “Durut!”… “Yeter meydancı ağam! Alımımı aldım! Söz, bundan böyle hiç sesimi çıkarmayacağım!” deyip kulakları düşmüş vaziyette sırasına geçmiş bizim ağa! 

Orayı da bura gibi olacak sandıydın ha! Nerede o yoğurdun bolluğu oğlum? Ne demiş atalar? Men dakka dukka!

 

Aksaray

Ekim 1991’de Aksaray Devlet Hastanesi Cildiye Uzmanı olarak ihtisas sonrası mecburi hizmetime başladım. Valiliğin biraz güneyinde bulunan Vadi Sokak’ta yeni inşa edilmiş bir daireyi kiralayıp evimizi taşıdık. Çocukları okullarına yerleştirdik. Mehmet Aksaray Lisesi’ne, Mücahit Anadolu Lisesi’ne Bilal de ilkokul’a başladı.

Hastanede işbirliği içinde çalışan uyumlu bir ekip vardı. Başhekimimiz Ortopedi Uzmanı Dr. Azmi Hoplamaz’ın teklifi üzerine, onun Ulu Cami yanındaki muayenehanesini ortak kullanmaya başladık. Yardımcımız pansumancı Mustafa da çok becerikli birisi idi. Birlikte çalıştığımız yaklaşık 1.5 sene boyunca, Tarsus’lu olan Azmi Bey bana karşı, benim yanımda birisine söveceği zaman benim dışarı çıkmamı rica edecek kadar saygılı bir tavır içinde oldu sağolsun! 

Aksaray’ı sevdik ve hemencecik benimsedik. Kısa sürede hem hasta çevrem hem de sosyal çevrem genişledi. Azmi Beyden başka; Dr. Süleyman Kabakçı, Dr. M. Emin Bahçe, Dr. Nihat Soytekin, Dr. Kazım Can, Dr. Kemal Soytorun, Dr. Fikri Yetkin, Dr. Lütfü Dokuzoğlu, Dr. Nuray Akyüz gibi değerli arkadaşlarımız oldu. Şehirden ise; merhum kardeşim Eşref Timuçin, Mehmet Özdemir, Müslüman Kamil (Oruç) gibi değerli insanlarla tanıştık ve ahbap olduk.

Aksaray’dan anlatabileceğim çok sayıda hatıra mevcut. Tadımlık kabilinden bir kaçını aktarayım:

Benim muayenehanem Ulu Cami’nin doğu tarafında, aslen merkeze bağlı Baymış köyünden olan Müslüman Kamil Abi’nin manifatura dükkanı ise batı tarafında idi. Kendi anlatımına göre, eskiden pırtıcılar çarşısında iki geçe 40 esnaf imişler. İçlerinden bir tek Kamil Abi Cuma namazı kılarmış, onun müslümanlığı oradan geliyormuş. Şimdi anlatacağım hatırayı kendisinden dinleyelim: 

Muhterem kayınpederim Cafer Ağa, Aksaray’ın meşhur lokantacılarından olup aynı zamanda küfürbazlığı ile de nam salmış bir adamdı. Bir sabah erkenden dükkanı açtım, kapının önünü sulayıp süpürürken yaşlı gariban bir dilenci geldi ve “Allah rızası için bir ekmek parası versen efendi oğlum” dedi. “Bre babacığım, sen bu saatte üşenmeyip benim kapıma kadar zahmet etmişsin. Seni bir ekmek parasıyla göndermek benim şanıma yakışır mı? Şu kartı al, Cafer Ağa’nın lokantasına git, karnını bir güzelce doyur! Hesap ödeme vakti gelince, sana verdiğim kartı Cafer Ağa’nın önüne koy, gerisine karışma!” dedim. Adamcağız kayınpederin lokantasına gider, garsona; “Bi çorba getir oğlum!” der. Çorbayı içer, “oğlum bi de tas kebabı getir, yanında pilav da olsun!” der. Arkasından imambayıldı, arkasından biber dolması, arkasından baklava, üstüne iki bardak çay! Kasada oturan Cafer Ağa, bi taraftan adama bakıyor, bi taraftan da ; “Lan bu çulsuz herif, delidevre bu kadar yemeği nasıl yiyor, bunun altından bi Çapanoğlu çıkacak ama, bakalım ne çıkacak!” diye içinden söyleniyormuş. Sonunda elhamdülillahı çeken adam Cafer Ağa’nın tepesine dikilmiş ve elindeki kartı önüne koymuş! Kartta “Muhterem Kayınpederim! Arz-ı hürmet ederim!  Mirasıma mahsuben, bu garibanı bi güzel doyurmanı! Arz ve reca ederim! İmza, Damadınız Kamil Bey!” yazdığını gören Cafet Ağa köpürmüş. Dağarcığındaki bütün okkalı küfürleri sıraladıktan sonra en zoruna giden kısma gelmiş; “Bi de utanmadan “Bey” diye yazmış lan! Baymış’tan kaç tene bey çıkmış eşşoğleşşek!” deyip sövmeye devam etmiş. Cafer Ağa’nın hışmından nasibini alan dilenci süklüm püklüm Kamil Abi’nin yanına dönmüş. “Ne yaptın babacığım, karnını doyurdun mu” sorusuna, “Doyurdum doyurmasına da, üstüne bir kaç tekme atmayalardı daha iyi olurdu” diye cevap vermiş. Kamil Abi, “Onu da KDV’si say babacığım” deyip adamcağızın eline biraz harçlık verip göndermiş. Dediğine göre o olaydan sonra Cafer Ağa Kamil Abi’ye tam 6 ay küsmüş!

Merhum kardeşim Eşref Timuçin, endüstri mühendisi olmasına rağmen, baba mesleği olan müteahhitliği devam ettirmek zorunda kalmıştı ve bu durumdan pek hoşnut olduğu da söylenemezdi. Çok daraldığı zamanlarda anlattığı “Okumuşun Hali!” fıkrasını sitemizin “Sosyal Konular” kısmında yer alan “Kısa Hikayeler” başlığı altında okuyabilirsiniz. Kendisine rahmet diliyorum.

Göreve başlayalı 1 yılı geçmiş, Aksaray’a yerleşmiştik, hatta işi iyice sağlama almak için değerli kardeşim Mehmet Özdemir’in Uluırmak kenarında yeni inşa ettiği bir binadan uygun bir de daire almıştık. Muhtemelen 3-4 ay içinde taşınmayı planlıyorduk. 

Bir gün hastaları bitirmiş, doktor odasında mesainin dolmasını bekliyor ve arkadaşlarla sohbet ediyorduk. O sırada başhekimlik sekreteri, “Mustafa bey, telefonunuz var” diye seslendi. Hemen koştum ve “Alo!” dedim. “Aloo, Mustafacığım selamünaleyküm, ben Dr. Mustaf Paç!”. “Buyurun değerli Hocam!”. “Nasılsın? İyi misin?”. “Elhamdülillah Hocam, iyiyiz çok şükür! Siz nasılsınız?”. “Biz de iyiyiz, teşekkürler! Seni niye aradım biliyor musun?”. “Buyurun değerli Ağabeyim!”. “ Ben Malatya’ya dekan oldum. Seni de kadromuzda görmek istiyorum!”. “Teveccühüne çok teşekkürler Sayın Hocam! Ama benim yaşım öğretim üyesi olmak için biraz geçmiş durumda! Ayrıca Aksaray’a yerleştik, keyfimiz, kazancımız, rahatımız yerinde! Beni bu işten muaf tutsanız!”. “Mazeret istemiyorum, akşam ailenle de konuş, yarın senden olumlu bir cevap bekliyorum! Bunun bir emir olduğunu da unutma ha!”. Kalp-Damar Cerrahisi uzmanı olan Mustafa Bey’le Erzurum’dan tanışıyorduk. Ayrıca 1983’teki haccımız sırasında da sağlık ekibimizin başhekimi idi.

Şaşkın vaziyette doktor odasına döndüm. Yanına oturduğum değerli ağabeyim Dahiliye Mütehassısı Dr. Mehmet Emin Bahçe, “Hayrola!” deyince durumu anlattım ve isteksiz olduğumu belirttim. Kendisi Aksaray’ın en çok hastası olan doktorlarından birisi idi. “Bana bak Mustafa! Şu anda muayenehanemde 25-30 hasta beni bekliyor, kazandığım parayı koyacak yer bulamıyorum. Emin ol, böyle bir teklif bana gelse, değil Malatya’ya Fizan’a bile giderim. Bir süre sonra sen de benim durumuma geleceksin, usanacaksın, tatminsizlik başlayacak. Hiç tereddüt etme, bu fırsatı sakın kaçırma” dedi. Teşekkür ettim, beraberce muayenehanelerimize doğru yollandık. Akşam hanıma durumu açtım, sağolsun her zaman olduğu gibi, “Sen neredeysen biz de orada oluruz, bizden yana kaygın olmasın, kararına gönül rahatlığıyla katılırız” mealinde teşvik mahiyetinde güzel sözler söyledi. Ertesi gün Mustafa Paç Hoca’yı aradım ve olumlu cevabımı ilettim. Teşekkür etti ve gerekli işlemleri başlatacağını söyledi. Bana da yayınlarımı toparlamamı, yabancı dil sınavına girmemi, gerekli bazı evrakları hazırlamamı söyledi. 

Mart 1993’te ilan edilen yardımcı doçentlik kadrosuna başvurdum, gerekli sınavları geçtim, ilgili prosedürü tamamladım ve Mayıs 1993’te İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Deri ve Zührevi Hastalıklar Anabilim Dalı öğretim üyeliği görevine tayin edildim. Tarih gene tekerrür etmiş, rahmetli Mehmet Derin Hoca’nın “Kısa Hikayeler” içinde yer alan “Ömür Yaprakları” kıssası bir kere daha gerçek olmuştu! Tevekkeltü tealallah, çok şükür!

Bu arada 1993 Kurban Bayramı’nın birinci günü gecesi en küçük oğlumuz Ahmet Kerim, Dr. Nuray Hanım’ın yardımıyla dünyayı teşrif etti. Bir kere daha elhamdülillah!

 Güzel Aksaray’dan ayrılmak hiç te kolay olmadı. Merhum arkadaşlarım Eşref Timuçin ve Dr. Kazım Can’a rahmet, hayatta olanlara hayırlı ömürler diliyorum!

 

Kaynar Su mu, Korona mı?

Aşağıda okuyacağınız yazı, merhum Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi Efendi’nin “A’mak-ı Hayal” isimli kitabındaki bir hikayeden uyarlamadır:

O sabah karıncalar diyarında hummalı bir koşuşturma ve heyecan vardı. Kahramanımız etrafındakilere sordu: “N’oluyor? Nedir bu telaş?”. “Haberin yok mu, padişahımız efendimiz komşu ülkeye harp ilan etti! Ordu, birazdan veliaht şehzade hazretlerinin komutasında yola çıkacak, son hazırlıklar yapılıyor”. Bunu duyan kahramanımız, hemen en yakın askere alma merkezine başvurdu, kaydını yaptırıp silahlarını kuşandıktan sonra kendisine gösterilen takımda yerini aldı. Biraz sonra padişah hazretleri, sarayın balkonundan orduyu teşyi eden ve cesaretlendiren güzel bir konuşma yaptı. Yapılan duaların ardından milyonlarca karıncadan oluşan muazzam ordu düşman ülkesine müteveccihen yola çıktı.

Askerler gayet şen şakrak, aralarında şakalaşarak, neşe içinde yola devam ediyorlar. Galip geleceklerinden en ufak bir şüpheleri yok. Böyle yer götürmez bir orduya kim karşı koyabilir ki! Kuşluk vakti yola çıkan ordu, bu minval üzere öğle vaktine kadar yol aldı. Askerin yorulduğunu hisseden şehzade hazretleri gümrah bir gölgelikte mola verdi. Askerler sevinç içinde çıkınlarını açıp nevalelerini yemeye başladılar. Olacak bu ya; tam keyiflerinin zirve yaptığı esnada, gökyüzü birdenbire simsiyah kesildi. Daha kimse ne olduğunu anlayamadan gökyüzünden kaynar sular boşaldı. Başkomutan dahil ordunun tamamı kaynar su deryasında garkolup gittiler. Tufan kesilince, faciadan kurtulabilen 3-5 yaralı asker, kahramanımızla birlikte hızla memlekete döndüler ve yaşadıkları büyük felaketi haber verdiler. Ülkede feryat-figan arşa yükseldi, bayraklar yarıya indirildi, 40 gün matem ilan edildi!

Sütçü Ahmet Efendi, her gün yaptığı gibi, sabah namazını kıldıktan sonra köyünden sütleri toplayıp güğümlere doldurdu ve beygirine yükleyip şehre indi. Abonelerini dolaşıp sütlerini teslim etti. Öğle sıcağı çökmüş, sabahtan beri dolanmaktan hem kendisi hem de beygiri bir hayli yorulmuşlardı. İşleri bitince, Ahmet Efendi her zaman çay içtiği kahvehaneye gitti. Beygiri bahçede bulunan gümrah at kestanesinin gölgesine çekip torbasını taktı. Kendi de bir masaya oturup çay söyledi ve çıkınında bulunan peynir dürümünü iştahla yemeye başladı.

Gölgede rahatlayan ve yediği arpa ile keyfi yerine gelen sütçü beygiri, idrarını üzerinde durduğu Arnavut kaldırımının üzerine şarıl şarıl bırakıvermesin mi! Beygirin sıcak idrarı, tam da orada dinlenmek için mola veren karınca ordusunun tepesine kaynar sular halinde ve büyük bir felaket olarak boşalmıştı! Demek ki, milyonlarca karıncadan oluşan devasa orduyu telef eden büyük felaket, bir sütçü beygirinin işemesinden ibaretti!

Kıssadan hisse: Bizim tepemize gökten kaynar sular boşalmasına da lüzum kalmadı, ne idüğü belirsiz bir virüs yetti de arttı bile!

Erzurum-İhtisas

1988’in ilk günü, çok soğuk bir Cuma sabahı Erzurum’a indim. Gülşehir Sağlık Grup Başkanı, arkadaşım Dr. Hakkı Yeşilyurt’un babası Hacı Abi ile önceden haberleşmiştik, bize bir kaç tane kiralık ev hazırlayacaktı. Kuşluk vakti Hacı Abi’nin evinde güzel bir kahvaltı yaptık. Biraz dinlendikten sonra evlerinin yakınındaki Pervizoğlu Camii’nde Cuma namazını kıldık ve bir taksiye binip ilk kiralık ev adayımıza bakmak üzere Palandöken eteklerinde gelişmekte olan Yenişehir Mahallesindeki bir siteye gittik. Beşinci katta bulunan yeni daireye girdiğimizde yüzümüze çok tatlı bir sıcak çarptı. Dışarısı o kadar soğuktu ki sakalım ve bıyıklarım buz tutmuştu. “Burayı hemen tutalım Hacı Abi” dedim. Hacı Abi’nin “Bir kaç ev daha vardı Doktor Bey” demesine rağmen sıcak o kadar hoşuma gitmişti ki ilk gördüğümüz o evi tuttuk. Bu evde oturduğumuz yaklaşık 4 yıl boyunca gerek ev sahibimizden gerek komşularımızdan hiçbir şikayetimiz olmadı çok şükür.

Ertesi gün, resmi işlemler için Üniversiteye gittim. Dekanlığa gerekli evrakları teslim ettikten sonra Cildiye polikliniğine  uğradım. Niyetim hocalarla ve birlikte çalışacağım diğer kişilerle tanışmaktı. Orada ilk tanıştığım kişi, o sırada başasistan olan değerli kardeşim Dr. Adnan Öbek oldu. Bana, sakallı olarak hocalarla tanışmamın iyi bir fikir olmadığını, resmi işlemler tamamlanınca sakalımı kesip öyle gelmemi tavsiye etti sağolsun. Buna rağmen, bir şekilde polikliniğe uğradığımı duyan hocaların, sakalım hakkında epeyce bir değerlendirme ve yorum yaptıklarını sonradan öğrendim.

Nevşehir’e döndüm, muayenehanenin resmi kapanış işlemlerini yaptım. Şubat tatilinde eşyalarımızı bir kamyona yükledik, ben ve çocuklar da komşum Muzaffer Yargı’dan aldığım 1980 model Opel Rekord 2.0 ile Erzurum’un yolunu tuttuk. Evimize yerleştik, çocukların okul nakliyle ilgili işleri tamamladık. Mehmet’i ilkokul son sınıf ikinci yarıyı tamamlamak üzere Mimar Sinan İlkokulu’na kaydettirdik. Daha sonra Erzurum İmam-Hatip Lisesi’ne devam etti. Kampüs İlkokulu 4. sınıfa kaydettirdiğimiz Mücahit, okulunu bitirince Erzurum Anadolu Lisesi’ni kazandı. Bilal ise, Erzurumdaki son yılımızda Mimar Sinan Anaokulu’na gitti geldi. Ben de yaşı biraz geçmiş taze bir asistan olarak görevime başladım.

Aynı zamanda Dekanımız olan Prof. Dr. Sabahat Kot, Anabilim Dalı Başkanımız Prof. Dr. Ayten Ural, öğretim üyeleri Doç. Dr. Gönül Ergenekon ve Yrd. Doç. Dr. Şevki Özdemir’den oluşan değerli bir eğitici ekip nezaretinde bir yıl kadar serviste çalışacak, ancak bu süreden sonra polikilinikte hasta görebilecek seviyeye gelecektik. Benden kıdemli olarak Dr. Adnan Öbek, Dr. Hakkı Karataş,  Dr. Füsun Başdaş, Dr. Muammer Parlak ve Dr. Akın Aktaş, eş kıdemli olarak ta Dr. Mahir Kaya olmak üzere 7 asistan birlikte çalışıyorduk. Daha sonra bu kadroya Dr. Orhan Külahçı ve Dr. Ersan Nail Erinç te katıldı. Arkadaşlarımız arasında çok mükemmel bir uyum vardı.  Özellikle Adnan, Akın ve Mahir Beyler’in başrolde olduğu şakalaşmalarımız, bazen kontrolden çıkar, hocalara kadar uzanırdı. Arkadaşlarım sağolsunlar beni hiç incitmediler, ihtisas süresi boyunca ilişkilerimiz hep karşılıklı sevgi ve saygı ekseninde cereyan etti. Hattâ bir sohbet sırasında arkadaşlara: “Arkadaşlar! Cildiye ihtisasının kolay olacağını tahmin ediyordum ama doğrusu bu kadar rahat ve kolay geçeceğini de beklemiyordum. Bunda en büyük pay sizlere ait, hepinize teşekkür ederim!” dediğimi hatırlıyorum.

Kliniğimizin değerli sekreteri, hemşireleri ve yardımcı sağlık personeli ile de çok verimli bir işbirliği içindeydik. Özellikle; Akın Bey’in ayakkabı fırlatma hedefi olan Naim Efendi, patoloji spesmenlerimizi titizlikle hazırlayan Selim Efendi, poliklinik hastalarını koyduğu tanılarla birlikte içeriye gönderen Dursun Efendi, sosyetik Kemal Efendi… hala zaman zaman hatırladığım değerli insanlar!

Göreve başladığımda gerek bende gerekse hocalarımızda mevcut olan tedirginlik kısa sürede ortadan kalktı. İnsanlar birbirlerini yakından tanıyınca önyargıların bertaraf edilmesi kolay oluyor. Bunda benim tecrübeli bir klinisyen olmamın ve hastalarla kolaylıkla iletişim kurabilmemin de rolü olduğunu zannediyorum. Aslında hocalarım çok iyi niyetli ve hayır elli insanlar idi. Özellikle Ayten Hanım’ın açıktan veya örtülü hayırlarına çok şahitlik ettim. Sabahat Hanım da aslında çok inançlı bir insandı. Öyle ki Ramazan aylarında hanımlar arasında cemaat oluşturup teravih kıldıkları söylenirdi. Ama piyasadaki genel geçer bazı kanaatler, özellikle başörtüsü konusunda keskin önyargılar oluşmasına sebep oluyordu ama zamanla  bunlar da yumuşadı çok şükür.

Ayten Hanım’ın geniş teorik bilgilerinden, Sabahat Hanım’ın zoonozlar başta olmak üzere her alandaki pratik tecrübelerinden ve dermatopatoloji konusundaki tartışılmaz hakimiyetinden, Gönül Hanım’ın öne çıkan dermatokozmetoloji ile ilgili uygulamalalarından çok istifade ettik. Başta değerli kardeşim Hakkı Karataş olmak üzere kıdemlilerimizden de çok şeyler öğrendik.

Kliğimizin çalışma düzeni gereğince her ay bir hocamız sorumlu oluyor, Pazartesi günleri de bütün hocaların katıldığı büyük vizit yapıyoruz. Bir gün servise kızıl benzeri döküntüleri ve ateşi olan 12-13 yaşlarında bir çocuk yatırıldı. Çocukta; yaygın makülopapüler döküntüler, çilek dili, karın ağrısı ve orta derecede bir ateş var! İntramusküler penisilin tedavisi başladık ama çocuk rahatlamadı. 3-4 gün sonra bir yaş küçük kız kardeşi de benzer şikayetlerle abisinin yanına yatırıldı ve ona da aynı tedavi başlandı. Bir hafta sonra evin en küçüğü de benzer şikayetlerle başvurdu ve aynı odaya yatırıldı. Üç kardeş bir arada, yaptığımız tedavi işe yaramıyor, ne yapacağımızı şaşırdık! Büyük vizitte Sabahat Hanım; “Çocuklar, bunların durumu akrodinya’ya (civa zehirlenmesi) benziyor, etraflıca bir araştırın bakalım” dedi. Bunun üzerine yaptığımız soruşturmada; çocukların babalarının Ziraat Fakültesi’nin ahırlarında hayvan bakıcısı olarak çalıştığı, bir gün temizlik yaparken bir ahırda bulduğu içi sıvı dolu ağır bir şişeyi eve getirdiği, çocukların yere döktükleri bu parlak ve bilye gibi yuvarlanan madde ile uzun süre oynadıkları, bir kısmını da sobanın üzerine dökerek buharlaşmasını seyrettikleri bilgilerine ulaştık. Evden getirttiğimiz şişenin içindeki madde civa idi. Temas eden ve teneffüs edilen civa, çocukların bütün organlarını etkilemişti. Uzun uğraşlardan sonra ta İngiltere’den BAL (British Anti Lewisit) adlı antidotu temin ettik ve uyguladık. Çocuklar 1.5 ay kadar yattıktan sonra ancak düzelebildiler. Bu teşhis konulamasaydı muhtemelen üçüde kaybedilecekti. Kitabi bilgi önemli ama tecrübenin yeri başka!

Bir Pazartesi sabahı Ayten Hanım’la vizite başlıyoruz. Koridorun en başındaki özel odada, enfekte tinea pedisi olan bir öğretim üyemiz yatıyor. Odaya doğru ilerlerken, içerden gelen güzel bir koku dikkatimi çekti. “Hocam, içerde Balıkesir Esmen marka beyaz zambak kolonyası var” dedim. Hoca biraz da kaşlarını çatarak, “ta markasına varıncaya kadar nerden biliyorsun?” dedi. Odaya girdik, hastamızın hanımı hepimize kolonya ikram etti. Ayten Hanım kolonya şişesini aldı ve okudu: Beyaz zambak, Esmen, Balıkesir! Bana baktı, “Hocam, rahmetli dayım Balıkesirde astsubay olarak uzun süre görev yaptı, izne gelişlerinde hediye olarak hep bu kolonyayı getirirdi, oradan aşinayım” dedim. Koku hassasiyeti tıbbın diğer branşlarında olduğu gibi Cildiyede de oldukça önemlidir. Bazı hastalıkları sadece kokusundan yola çıkarak tanımak mümkündür. Daha sonra Amerika’da iken, “Body Odor in Dermatologic Diagnosis (Dermatolojik Hastalıkların Tanınmasında Vücut Kokusu) başlıklı bir makale yazarak bu özelliğimi değerlendirdiğimi düşünüyorum.

İhtisasımız sırasında 3 ay İntaniye, 3 ay da Dahiliye rotasyonu yapıyoruz.  İntaniyede Şeysi Şerafettin Hoca’dan, Dahiliye’de değerli ağabeyim Mehmet Gündoğdu Hoca’dan çok şeyler öğrendik. Her iki hocamız da, hastanın klinik belirtileri ile laboratuvar sonuçları arasındaki uyuma çok önem verirlerdi. Özellikle Mehmet Gündoğdu Hoca’nın, böyle çelişkili durumlarda ellerini ovuşturarak, “Fesübhanallah! Hastalıklar da şaşırdı bilader” deyişi hâlâ aklımdadır.

Sabahat Hocamız’dan edindiğimiz dermatopatoloji tecrübesini belgelendirmek amacıyla kendisinden bir yazı istedim, ileride lazım olabilir düşüncesiyle! O da, kendisinin patoloji uzmanı sıfatı olmadığını, dolayısıyla istediğim yazıyı Patoloji  Anabilim Dalı Başkanı Yrd. Doç. Dr. N. Engin Aydın’dan almamı, kendisinin de dekan olarak o yazıyı imzalayacağını söyledi. Sağolsun Engin Bey, laboratuvarında 3 ay süreyle volanter olarak dermatopatoloji eğitimi aldığımı belirten bir belge verdi. Makamına götürdüğüm belgeyi Sabahat Hanım, sonradan ne düşündüyse onaylamadı. Sonradan bu belgeyi İnönü Üniversitesi’nde doçentlik başvurusunda kullanmam sebebiyle hem benim, hem de değerli kardeşim Engin Bey’in başı ağrıdı. Demek ki haklı bile olsak nizami olmayan yollara tevessül etmemek lazımmış!

Erzurum’da olup ta rahmetli Naim Hoca’dan bahsetmemek vefasızlık olur! Merhum, Erzurum’un maruf simalarından idi. Aslı berbermiş, sonra imam olmuş, emekli olunca da sarraflık yaparak hayatını kazanmaya başlamış. Sarraflık yaparken de fahri imamlık ve vaizlik yapmaya devam etmiş. Bir Cuma günü vaaz etmek üzere kürsüye çıkmış ve: “Ey cemaat-i möhterem! Bögün size guslün farzlarını anlatacağım!”demiş. “Buyur Hocafendi!”. “Malum-u âlîleriniz, guslün farzı üçtür! Mazmaza i istinşak, bir! Cemi bedeni yuyup pak itmek, iki!”. “Üçüncüyü duyamadık Hocafendi!”. “Bir daha sayalım! Mazmaza i istinşak, bir! Cemi bedeni yuyup pak itmek, iki! Üçüncü neydi yav?”. “Biz ne bilelim Hocafendi?”. “Bilirsiniz, bilirsiniz, beni böyle ufak işlerle uğraştırmayın!” deyip kürsüden inmiş. Mazmazayı ayrı, istinşakı ayrı saymayınca bazen böyle karışıklıklar olabiliyor demek ki! Çağının Nasreddin Hocası olan değerli büyüğümüze rahmet diliyoruz!

Erzurum’da çok güzel günler geçirdik, dört kışını, dört yazını gördük, herbiri ayrı bir güzellikti. Arkadaşlarla birlikte pikniklere, dağ gezilerine, tabyalara gittik. Cağ kebabını, kadayıf dolmasını, üçlü iftarlıklarını severek yedik. Her gittiğimiz yeri beğendiğimiz gibi, soğuğuyla ünlü bu muhteşem şehrimizi de çok sevdik. Ama her güzel şeyin bir sonu olduğu gibi Erzurum günlerimizin de sonu yaklaşıyordu. Bu arada Nevşehir’den getirdiğim Yeşil Opel’i değerli arkadaşım Dr. İbrahim Yekeler’e sattım. Ertesi gün teslim edecektim ki o akşam, ehliyetsiz ve alkollü bir sürücü, babasından habersiz aldığı kamyonla oturduğumuz sitenin bahçesine daldı ve bizim Opel’i kullanılmaz hale getirdi. Arabayı hurdacıya sattık, oğlundan yaka silker hale gelen baba, zararımızı karşılamaya yanaşmadı, mecburen zararımızı telafi etmek için mahkemeye gitmek zorunda kaldık. Uzun bir süreç sonunda mahkeme lehimize sonuçlandı ama bu işten baba da ben de zararlı çıktık, kazançlı çıkan ise avukatlar oldu.

1991 yılı yaz başında, geçirdiği bir trafik kazası sebebiyle ihtisası uzayan Dr. Akın Aktaş, ben ve Dr. Mahir Kaya aynı gün uzmanlık sınavına girdik. Yaşı benden küçük olmasına rağmen, sevgili eniştemiz Dr. Akın Aktaş uzmanlıkta benden 1 saat kıdemlidir, dolayısıyla her görüşümde mutlaka saygıyla ceketimi veya önlüğümü düğmelerim!

Nevşehir’de başlayıp Erzurum’da biten başka enteresan bir hatıramı, sitemizin “Kısa Hikayeler” kısmında “Komiserlik Uğruna” başlığı ile okuyabilirsiniz.

Bu  vesileyle, değerli hocalarım Prof. Dr. Ayten Ural ve Prof. Dr. Sabahat Kot başta olmak üzere ahirete intikal eden bütün Erzurum ahbabına ve yaranına Yüce Mevla’dan vasi rahmet, hayatta olanlara ise hayırlı ömürler diliyorum.

İhtisası tamamlayınca tayin için Sağlık Bakanlığı’na başvurduk. Boş olan yerler içinden Tekirdağ Devlet Hastanesi’ni seçtik ve gerekli evrakları teslim ettik. Bu arada hanımla birlikte Tekirdağ’a gittik, hastaneyi gördük, beğendik. O sıralar Tekirdağ Müftüsü olan değerli Hocam merhum İsmail Kırımlı’nın yardımıyla bir ev kiraladık, 15 günlük te kapora verdik.

Bekle bekle, bir türlü tayin haberi gelmiyor, ilgili tayin şubesi şefine soruyoruz, ilgisiz davranıyor. Bu durum uzayınca, o sıralar Sağlık Bakanı olan hocamız Dr. Yaşar Eryılmaz’a bir şikayet mektubu yazdım. Bir süre sonra durumu sormak için yanına uğradığım şef gülerek ve masasında duran mektubuma bakarak; “Gel bakalım beni bakana şikayet eden doktor bey!” dedi. Meğer şef Aksaray’lı imiş, oradaki cildiye uzmanı askere gideceğinden, onun yerine beni göndermeyi düşünmüş. Ama bir önceki arkadaşın ayrılma işlemi biraz gecikince bizim iş de gecikmiş. O görüşmede Aksaray Devlet Hastanesi’ne tayin edildiğimi öğrendim. Bir sevindim, bir sevindim, deme gitsin! Körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz! Aksaray bizim memlekete çok yakın güzel bir şehir. Erzurum’da uzun süre kalmama rağmen İbrahim Hakkı Hazretlerini iyi dinlememişiz demek ki: “Deme niçin şol şöyle, Yerincedir ol öyle, Bak sonuna sabreyle, Mevla görelim neyler, Neylerse güzel eyler!” Eyvallah değerli Üstad!

Yarı Çamurlu!

Uçhisar Sağlık Ocağı’nda 80’li yıllarda bir yıl kadar birlikte çalıştığımız merhum Taybe Kızı’nın Burhan (Taşdelen) Abi askerliğini Kore’de yapmış bir gazimiz olup aynı zamanda usta bir ahçı idi. Zaman zaman yaptığı melemenlerin tadı hâlâ damağımdadır. Rahmetli askerlikte de bölüğün ahçısı imiş. Bir gün Amerikalı komşu bölüğün komutanı, Burhan Abi’nin bölük komutanına ziyarete gelecek olmuş. Gerisini kendisinden dinleyelim:

Bölük komutanı beni çağırdı ve “Burhan! Komşumuz Amerikan bölüğünün komutanı yarın akşam ziyaretimize gelecek! Bize mahsus bir yemek yapacaksın! Göreyim seni, beni misafirime mahcup etme!” dedi. “Başüstüne komutanım, inşallah yüzünüzü kara çıkarmayacağım! dedim. Amerikalı komutan geldi, bizim komutanla sohbete başladılar. Ben de o sırada çadırın kenarında ateşi yaktım ve mantı suyunu üstüne koydum. Bir tavada da bol salçalı ve kıymalı bir yüz (sos) hazırladım. Kaynayan suya mantıyı bıraktım, iyice haşlanınca tencerenin kapağını ters çevirip suyunu süzmeye başladım. O şartlarda süzgeç ne gezer! İyice süzülsün, içinde fazla su kalmasın derken, kapağın elimden kaymasıyla hamurun toprağa bulanması bir oldu! İçerde komutanlar yemek bekliyor, yapacak bir şey yok! Çamurun içinden topladığım hamuru yıkayabildiğim kadar yıkadım, yoğurdunu kattım, üzerine de hazırladığım yüzle güzel bir Türkiye haritası yaptım. Komutanlara servisi yaptık ama ben korkudan tir tir titriyorum! Ya birinin dişine bir taş değerse! Yemekten sonra komutanlar birer de kahve istediler. Kahveyi götürdüğümde baktım ki neşeleri yerinde, korkum azaldı! Amerikalı komutan gittikten sonra bizim yüzbaşı beni çağırdı: “Lan gavur oğlu gavur! Nasıl bir mantı yapmışsın, neredeyse parmaklarımızı yiyecektik oğlum! Ellerine sağlık, beni mahcup etmedin, teşekkür ederim” dedi. “Afiyet olsun komutanım, her zaman emrinizdeyim” deyip kuş gibi hafiflemiş olarak makamdan çıktım.

Bu vesile ile değerli Burhan Abimize Yüce Mevla’dan vasî rahmet diliyorum, mekanı Cennet olsun!

Osman Çavuş!

Rahmetli Osman Çavuş, özellikle Kaya Otel’in planlama ve yapım aşamalarında sık sık Ankara’ya gider gelirmiş. İşlerinin takibinde yardımcı olması için de, o zamanlar Millet Partisi’nden Nevşehir Milletvekili olan eski Ürgüp Belediye Başkanı merhum Ali Baran Numanoğlu’nun kapısını çalarmış. O zamanlar araba kıtlığı var, dolayısıyla ilgili makamlara gidiş gelişlerde de taksi kullanılıyor.

Lazım olduğu zaman, Osman Çavuş taksiyi çevirir, ön kapıyı açar, sırtını tapışlayarak, “Bâran Bey buyur, Bâran Bey buyur!” diye Ali Baran’ı öne oturturmuş. İnerken de taksi parasını mecburen önde oturan Bâran Bey ödermiş! Bir, iki, üç, beş derken sonunda Ali Baran’ın sabrı taşmış! Bir keresinde Osman Çavuş’un gene bir taksiyi çevirip ön kapıyı açması ve “Bâran Bey buyur, Bâran Bey buyur!” diye sırtını tapışlaması üzerine; “Gözünü seveyim, bu sefer de sen buyur Osman Çavuş hiyerif!” demiş!

Her iki değerli büyüğümüze de Cenab-ı Hakk’dan gani gani rahmet dileriz!

Nevşehir’de Beş Yıl

Kasım 1982’de askerlik görevini tamamlayıp Nevşehir’e döndüm. Artık serbestim ve devlette çalışmayacağım! 350 Evler’de bir ev tuttuk ve yerleştik ama fazla oturmadan Aksaray Caddesinde bulunan merhum Milyoner Zeki’nin evine taşındık. Evin altında değerli kardeşim Recep Gülderen’in Şifa Eczanesi vardı. Niyetimiz, orayı hem ev hem de muayenehane olarak kullanmaktı. Kısa sürede ev ve muayenehanenin bir arada olmayacağını gördük. Bunun üzerine, Cumhuriyet İlkokulu’nun karşısında, Kurşunlu Cami’ye giden yolun başlangıcında, sağ tarafta yer alan  ve yeni yapılan Kervansaray işhanının ikinci katında bir dükkan kiralayıp içinde yaptığımız düzenlemelerle mütevazi bir muayenehane haline getirdik. Aynı işhanında; diş hekimleri önce Aynur Sonat sonra Fatmagül Zedelenmez, diş teknisyeni merhum Murat Kitapçı, merhum Terzi Bünyamin ve kardeşi Yalçın, muhasebeci Muzaffer Yargı, merhum Saatçi Sinan Kozan, Eczacı Ahmet İnan, Sarraf Nihat Aydoğan gibi çok değerli komşularımızla beraber çalışıyorduk.

20-25 uzmanın arasında tek pratisyen hekim olarak “küllü cahilun cesurun” cesaretiyle Mart 1983’te açılışını yaptığımız muayenehanede akrabalarımızdan birinin oğlu olan İsmail Baş ta bana yardımcı oluyordu. Muayene ücretini, uzman hekimlerinkinin yarısı olarak belirledik. Başlangıçtaki beklentim, “6 ay kadar masrafı çıkarırsak ne ala” şeklinde idi, ama 3 aya varmadan bu hedefi aştık ve bilançomuz artı istikamette gelişmeye başladı. Giderken kesmek zorunda kaldığım sakalımı asker dönüşünde tekrar bırakmıştım. Bu sebeple halk arasında “sakallı doktor” diye tanınıyordum. Hasta sayım; gerek yerli olmam, gerek iyi bir pratisyen hekimlik yapmam, gerek yaşantım, gerek evlere ve köylere yüksünmeden gitmem gibi pek çok sebeple hızla arttı.

Doktorluğun yanında sosyal çevrem de hızla genişliyordu. Müftümüz merhum İsmail Kırımlı, sevilen ve sayılan kanaat önderlerinden Hüseyin Yücebaş, İrfan Hoca (Demirhan), Fahrettin Gönenbaba, Zeki Soyak, Kurşunlu Cami imam-hatibi Naci Hoca (Demir), Bekir Efendi Camii imam-hatibi Deli Mehmet Hoca (Derin), Alibey Camii imam-hatibi Derviş Hoca, Fişekçi Camii imam-hatibi Mahir Hoca,  terzi Ali Dağaslan, muhasebeci Şuayip Çetinel, tuhafiyeci Tekin Pamukçu, Dr. Levent Uluğlar, Dr. Mükremin Taşkın, Dr. Naci Demir, Dr. Abdurrahman Kayan, Ecz. Bayram Altıncıoğlu, Ecz. Sami Serhatlı, Ecz. Ahmet İnan, Ecz. Recep Gülderen, sanayi ustalarından: Refik Usta, Derviş Usta, İsmail Sekili, Şeref Usta, Erol Şimşek, esnaftan: Milyoner Zeki, Süleyman Polatçelik, Fevzi Avlanmaz, Mustafa Paslanmaz, İsmet Çelebi, Köybaşılar, ismini sayamayacağım kadar çok öğretmen arkadaş… bu çerçevede ilk aklıma gelenler. İsimlerini sayamadıklarımın affına sığınıyorum! Özellikle Ecz. Recep Gülderen ve Ahmet İnan’ın, maddi durumu uygun olmayan hastalarımızın ilaçlarını temin açısından çok değerli katkıları oldu.

Muayenehaneyi açışımın 6. ayında sağlık görevlisi olarak hacca gitmek nasib oldu. Bu ilk haccımın enteresan hikayesini, sitemizin “Kısa Hikayeler” bölümünde “Mebrur Bir Hacc: Avare Seyit” başlığı ile uzun uzadıya teferruatıyla anlattım, oradan okuyabilirsiniz.

Beş yıl devam eden muayenehane hekimliğim sırasında pek çok olay yaşadık, pek çok hatıramız oldu. Bunlardan, tadımlık kabilinden bir kaç örnek vereyim:

1985’in yaz aylarından bir gün Çardak köyünden 45 yaşlarında bir kadın, yanında kocası olduğu halde muayenehaneme geldi. Çardak köyünün çoğunu tanırdım. Biraz hal hatır sorma ve hoşbeşten sonra esas meseleye geldik. Kiraz Hanım’a şikâyetini sordum. “Bir dokun, bin ah işit kase-i fağfurdan” sözü sanki onun için söylenmişti. Başladı anlatmaya: “Ah dohtur beyim ah, ben bu derdi tam 18 senedir çekiyorum. Gitmediğim dohtur, gitmediğim hastane, gitmediğim hacı-hoca kalmadı. Hiçbir kimse bendeki bu maraza bir çare bulamadı. Bizim köyde seni pek bi metettiler, son bir umut sana geldik”. “Dur bakalım Kiraz Hanım! Ölüm ve ihtiyarlıktan başka her derdin devası vardır. Sen hele şu derdini etraflıca bir anlat, inşallah beraberce bir çare buluruz” dedim. “18 senedir, suğsünümden ılık, sarı renkli bir su çıkıyor, lıkır-lıkır akıyor, sonra pöçüğümden içeri girip kayboluyor. Sırtımdan aşağı sanki ılık ve ıslak bir yılan kayıyor” diyerek derdini anlattı.

Psikiyatrik bir durum ile karşı karşıya olduğumu anlamıştım. Hastanın şikayetini muayene kartına ciddiyetle işledim. Başkaca önemli bir sağlık problemi olmadığını söyledi. Tepeden tırnağa güzel bir fizik muayene yaptım. Bedenen gayet sağlıklı bir hanımdı. Kendi kendime: “Git bire kadın, bir şeyin yok, maşallah turp gibisin” desem, bu hasta, daha çook doktor doktor dolaşır, ben buna bir psikoterapi yapayım, dedim. “Kiraz Hanım, şu ensenden çıkıp, kuyruk sokumundan içeri girerek kaybolan suyu biraz daha tarif edebilir misin?”. “Dohtur bey, bendeki bu su; ılık, kavuniçi renkli, biraz koyuca (kıvamlıca), yavaş akan bir sudur. 18 senedir hiç kesilmeden, devr i daim yaparak akıyor”. Laboratuvara geçtim, 10’luk bir enjektöre 1 ampul Calcium Sandoz ve 1 ampul Bemiks çektim. 5 dakika hafif sıcak bir suyun içinde beklettim. Hastanın tarif ettiğine benzer ılık ve koyu sarı renkli bir sıvı olmuştu. Tekrar muayene odasına döndüm. “Bak bakalım Kiraz Hanım, bu su, senin sırtında yıllardır akan suya benziyor mu? Hasta enjektörü eline aldı, inceledi ve “Tıpkısının aynısı dohtur beyim” dedi. Gayet ciddi ve güven telkin eden bir eda ile, “Bazı hastalıklarda, ‘çivi çiviyi söker’ misali tedaviler uygulanır. Senin hastalığın da bu gruptan bir hastalıktır. Dolayısıyla, bu enjektördeki suyu kalçandan yapınca, yıllardır sırtından aşağı akan o su 10 dakika içinde kesilecektir. 10 dakika içinde kesilmezse derdin bana gelsin” dedim.

Hasta muayene masasına yüzükoyun uzandı. Calcium-Bemiks karışımını yavaş yavaş intramusküler enjekte etmeye başladım. Yarısına gelmeden, inleyerek “Dohtur bey, bu ne ağulu bir ilaçmış” dedi. “Ee, 18 senelik derdi ancak böyle ağulu bir ilaç iyileştirebilir” dedim ve enjeksiyonu tamamladım. “Şimdi saate bakalım, 10 dakikaya kalmadan tesirini göreceğiz” dedim. Saate baktık. 7-8 dakika olmuştu ki, “Tamam!, kesildi!, hay Allah senden razı olsun dohtur beyim. Dedikleri kadar varmışsın” diye sevinçle bağırdı. Nevşehir’den ayrıldığım 1988’e kadar Kiraz Hanım, Pazartesi günleri, pazara gelen kocası ve yakınları aracılığıyla bazen tavuk, bazen yumurta, bazen de süt göndererek, Anadolu insanına has kadirşinaslığını devam ettirdi. Hayattaysa hayırlı ömürler, vefat ettiyse Allah’tan rahmet dilerim.

Bir akşam, Kale Mahallesi’nden bir hastaya çağrıldım. Otuzbeşli yaşlarda bir erkek. Ağzını açamama ve yutkunamama şikayeti var. Muayene ettim, tetanoz’a benziyor. Son bir birbuçuk ay içinde kesik, ezilme, çivi batması gibi bir olay yaşandı mı diye soruşturdum, cevap olumsuz. Tekrar dikkatle araştırdım, sağ el başparmak tırnağının dip kısmında mercimek büyüklüğünde bir siyahlık gördüm. Hasta kamyon şoförü olduğunu, 1 ay kadar önce lastik değiştirirken oraya çekiç vurduğunu söyledi. Hasta son dönem tetanozdu. Rahatlatıcı-kas gevşetici bir iğne yaptım. Yazdığım bir notla birlikte sabahleyin acilen Kayseri Tıp Fakültesi’ne gitmelerini tembihleyip ayrıldım ama açık söyleyim, umutsuzdum.

Aradan 2 ay kadar geçti, ben o hastayı çoktan unutmuştum. Bir gün muayenehaneme elinde bir kutu lokumla birisi geldi ve “Beni hatırladınız mı Doktor Bey” dedi. “Kusura bakmayın, çıkaramadım” demem üzerine, “Ben, tetanoz diyerek Kayseri’ye gönderdiğiniz şoförüm” dedi. “2 ay yoğun bakımda kaldım, ölümün kenarından döndüm. Birkaç gün daha gecikseymişiz kurtulmam mümkün değilmiş. Sana teşekküre geldim!” Çok sevindim tabii ki! Bir doktorun alabileceği en büyük ücret, en değerli karşılık bu olsa gerek!

Bir Cumartesi günü saat 10 civarında yardımcım İsmail telefon açtı ve bir hasta geldiğini söyledi. Hasta 40’lı yaşlarda, pejmürde görünümlü, şapkayı yana yatırmış bir erkekti. Şeker hastası olduğunu, kontrol için geldiğini söyledi. Muayene ettim, akciğerleri iyi değildi, şekerini ölçtüm 400 civarında! Günde 2 paket sigara içtiğini, akşamları bir ufak yuvarladığını, ara sıra sigaranın içine de bir şeyler sardığını söyledi. Bir taraftan insülin yaparken bir taraftan da uygun dozda nasihat-fırça karışımı; “Kardeşim, bu vücut bize Allah’ın bir emaneti, bu kadar hor kullanmaya hakkımız var mı! Biraz insaf et!” mahiyetinde bir şeyler söyledim. Akşam tekrar insülin yapacağımı ve tekrar gelmesini tembihledim. Masaya muayene ücretimin 5 katını bıraktı, İsmaile de dolgun bir bahşiş verip teşekkür ederek ayrıldı. Şaşırdım ama bir anlam da veremedim!

Çay içmek ve sohbet etmek üzere, muayenehanemin altında eczanesi bulunan Ahmet İnan Bey’in yanına indim. “Neyi varmış İnci Baba’nın” diye sordu. “Ne İnci Babası” deyince, “Az önce muayene ettiğin hasta meşhur kabadayı İnci Baba’ydı” dedi. “Deme yav! Adama bi ton fırça attık, hiç de sesi çıkmadı zavallının!” dedim ve gülüştük. Meğer İnci Baba (Mehmet Nabi İnciler) o sırada inşaatı devam eden Nevşehir Tekel Fabrikası’nın müteahhidi imiş ve işleri kontrol etmek üzere Nevşehir’e gelip gidermiş. Demirel’e yakınlığıyla bilinen Urfa’lı bu ünlü baba 1993’te yakın bir adamı tarafından, bir rivayete göre kazaen, bir rivayete göre de kasten öldürüldü. Su testisi meselesi!

Nevşehir’de başlayıp Erzurum’da biten başka enteresan bir hatıramı da, sitemizin “Kısa Hikayeler” kısmında “Komiserlik Uğruna” başlığı ile okuyabilirsiniz.

Bu arada bir de kooperatif maceramız oldu. O zamanki heyecanımızla çoluk çocuğumuzu çevrenin olumsuz etkilerinden koruyabilmek amacıyla, düşünce yapısı birbirine yakın 40-50 kişilik küçük bir mahalle kuralım diye niyetlendik ve benim başkanlığımda Hilal Yapı Kooperatifini kurduk. Kooperatif halk arasında İslamköy diye anıldı. Taşlıbel Mezarlığının arkasında 20 dönümlük uygun bir arsa bulduk, buraya ortalama 500 m2 arsa içinde 40 kadar dubleks ev sığıyordu. Pazarlığı yaptık ve üyelerimizden arsa katılım payını talep ettik. İlk dersimi orada aldım: Kendilerine teknik eleman olarak çok güvendiğim biri mimar diğeri topoğraf iki arkadaş paralarının olmadığını söyleyerek kenara çekildiler. Sonradan öğrendim ki, bu arkadaşlar emeklerine karşılık kendilerine ücretsiz birer ev verilmesini ummuşlar. Her neyse biz işe giriştik, özel parselasyon, hafriyat, çimento, demir, kum, çakıl, kereste, kalıp, beton, usta, amele… derken 2 yılda kaba inşaatı bitirdik, ama çok yoruldum. Allahtan 1987 sonunda ihtisas yapmak üzere Erzurum’a gitmem gerekti de bu ağır yükten kurtuldum. İnşaatı merhum Süleyman Polatçelik başkanlığındaki bir ekip tamamladı. Şu anda bu küçük mahallecik Nevşehir’in en mutena yerleşim yerlerinden biri oldu. Neticeten; bu maceradan hisseme iki önemli ders düştü: 1- Bilmediğin işe soyunma, 2- Yola çıkarken yol arkadaşlarını iyi seç!

1985’in Mart ayında, ebeliğini Aysel Hanım’ın yaptığı üçüncü oğlumuz Bilal doğdu. Bu da bize ayrı bir sevinç ve sürur sebebi oldu.  Allah’a hamdolsun!

Beş yıllık muayenehane hekimliğim sırasında yaklaşık 10 bin civarında hasta bakmışım. Bunlardan  ikisi yetişkin birisi bebek 3 hasta benim tedavim altındayken vefat etti. Allah her üçüne de rahmet eylesin! Her vefat eden hastam beni ruhen çok etkiliyor ve yıpratıyor, en az 6 ay süren bir iç muhasebesine sebep oluyordu. 25 civarında uzman arasında bu kadar çok hasta bakmam da bazı sıkıntılara yol açıyordu. Benim tedavimden memnun kalmayıp başka bir doktora giden hastalarıma benim hakkımda “Sorun ona bakalım, ne doktoruymuş!” dendiği sık sık kulağıma geliyordu. Hem bu rivayetler hem de hasta ölümlerinden çok etkilenmem sebebiyle bir ihtisas yapmamız mecburiyet halini almıştı ama bu iş nasıl olacaktı! Hem düşünce yapımız ve yaşantımız, hem de mezuniyetten sonra geçen uzunca süre, yanında ihtisas yapacağımız hocaların bizi tercih etmesini neredeyse imkansız hale getiriyordu. Allah mekanını Cennet eylesin, rahmetli Özal, 1987 Eylül ayında ilk TUS (Tıpta Uzmanlık Sınavı)’u ihdas ederek bu işi hocaların tekelinden kurtardı ve Anadolu çocuklarının önünü açtı. Ben de bu sınava katılarak TUS’un ilk uzman adayları arasında yerimi aldım. İlk tercihim; hasta kaybetme ihtimali hemen hemen hiç olmayan Radyoloji idi, ikinci sıraya ise bu ihtimalin en düşük olduğu branşlardan biri olan Cildiye’yi yazdım. İki ay sonra Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Deri ve Zührevi Hastalıkları araştırma görevliliğini kazandığım bilgisi ulaştı. Ne de olsa eski toprak! Aradan geçen 8 yıla rağmen bilgilerim işe yaramıştı demek ki! Beni mahcup etmeyen  Allah’a sonsuz şükürler olsun! 1988 yılbaşı gecesi, yoğun bir kar yağışı altında Erzurum’a müteveccihen Esadaş otobüsüne bindim! Hayırlı yolculuklar inşaallah!

Nevşehir’de Beş Yıl

Mecburi Hizmet ve Askerlik

Bir yıllık mecburi hizmetimi yapmak üzere Temmuz 1980 itibariyle göreve başladığım Uçhisar Sağlık Ocağı, şimdiki Belediye binamızın batısında, şu anda restoran olarak kullanılan binada hizmet veriyordu. Belediye binamızın olduğu alanda; doktor-sağlık memuru-hemşire-ebe lojmanları ve bahçeleri yer alıyordu. Sağlık Ocağının da kendine ait güzel bir bahçesi vardı. Buraya, rahmetli Mazinin Şevki Usta’ya bir havuz yaptırarak daha da güzel bir hale getirmiştik. Göreme ve Kavak’taki sağlık evleri de Uçhisar’a bağlı olarak hizmet veriyordu.

Sağlık Ocağımız; hizmet verdiği nüfus, personel ve ekipman yönlerinden Nevşehir’in en ideal imkanlarına sahip sağlık ocaklarından birisi idi. “Acer testinin suyu soğuk olur” prensibi ile görevimize başladık. Haftanın 3 günü Uçhisar’da, bir günü Göreme’de, bir günü de Kavak’ta çalışıyorduk. Buralara gidiş gelişlerimiz sağlık ocağımıza ait, sık sık arıza yapan bir “Jeep” vasıtasıyla sağlanıyordu. İnsanın kendi memleketinde çalışmasının avantajdan ziyade dezavantajı vardır. Ben, hem amirleri olduğum personel açısından, hem de hizmet verdiğim hemşerilerim açısından bunu bizzat yaşadım. Muhtemelen, içlerinde doğup büyüyen birini, amir veya sözü dinlenecek bir kişi makamında görmek zor oluyor. Bu mahzurlara rağmen hayatımdan çok memnundum. 1981 Ağustos ayında askere gidinceye kadar görev yaptığım süre içinde iyi bir performans gösterdiğimizi zannediyorum.

Göreve başladıktan 3 ay sonra 12 Eylül darbesi geldi. O zamanlar doktor kıtlığı var. Yeni yönetim, bizi öğleye kadar Nevşehir Devlet Hastanesi’nde, öğleden sonra da sağlık ocağımızda çalışacak şekilde görevlendirdi. Koca Devlet Hastanesi’nde bir başhekim ve 3 pratisyen hekim çalışıyorduk. Başhekim genel cerrahi uzmanı Dr. Sebahi Yüzbaşıoğlu ile güzel bir işbirliğimiz vardı. Bu süreç içerisinde, özellikle alkolik denecek kadar işrete düşkün sağlık müdürü ile bazı problemler yaşadık. Hacettepe Üniversitesine bağlı pilot bir sağlık ocağı belirlemek üzere Nevşehir’e gelen bir öğretim üyesi ile de, sakalım ve hanımın başörtüsü sebebiyle bir tartışma yaşadık. O zamanki duygu ve düşünce yapım itibariyle ikisine de gerekli cevapları verdim ama tabii ki biz pilot sağlık ocağı seçilemedik!

Sağlık ocağı dönemine ait çok hatıram var, ama tadımlık kabilinden ikisini anlatayım: Başta da dediğim gibi sağlık ocağımız çok muntazam ve verimli çalışıyor. Sağlık müdürlüğü, Nevşehir’e yeni atanan pratisyen hekimleri, atandıkları yere gitmeden önce; özellikle koruyucu sağlık hizmetleri ve resmi yazışmalar konusunda tecrübe kazanmak üzere 15 günlüğüne ocağımıza gönderiyordu. Bunlardan birisi de, Kozaklı-Kalecik Sağlık Ocağına atanan Dr. Ümit Bey’di. Bir sabah birlikte polikliniğe girdik. Hemşire Hanım, Pırpır’ın Hacca Nene’yi hazırlamış, bizi bekliyorlardı. Hacca Nene, Aşağı Mahalle’den yakın komşumuz, elinde büyüdüğümüz analarımızdan biri! Gülerek: “Hoş geldin Hacca Nene, hayrola!” dedim. Bir dokun, bin ah işit kase-i fağfurdan misali Hacca Nene başladı anlatmaya: “Ah Mısdafam ah! Yaannımı hıtır hıtır kesiyollar! Çiinnerim çekim çekim çekiliyor! Sûsünüme gama haḫıyollar! Sol bôrüm sızım sızım sızılıyor. Pöçüümüŋ üsdüne oturamıyom..!” Bir taraftan Hacca Nene’yi dinliyorum diğer taraftan da Ümit Bey’in yüzüne bakıyorum. Şaşkınlık içinde! Bir güzel muayene ettikten sonra, “ Hacemmim seni çok yormuş Hacca Nene! Her tarafını romatizma sarmış! Ben ona söylerim, seni biraz az çalıştırsın! Kuvvetli de bir hap yazdım, onu kullan, inşallah bişeyin kalmaz” deyip hastayı gönderdim. Benden meraklı bakışlarla bir açıklama bekleyen Ümit Bey’e: “Hasta ile anlaşabilmek için bölgende çok kullanılan mahalli tabirlere aşina olmak önemli! Hastamız, sırtında gezen ağrıları anlatmaya çalışıyordu. Ensesi, omuzları, böğürleri ve beli ağrıyormuş” dedim ve gülüştük!

Mecburi hizmetimiz Temmuz 1981’de bitiyordu. Gerek düşünce yapım, gerekse darbe döneminin uygulamaları sebebiyle, devlette çalışmaya biraz soğuk bakıyor, bir an önce askerlik işini aradan çıkarıp serbest hekimlik yapmayı planlıyordum. Askere gitmek üzere müracaatımı yaptım. 15 Ağustos’ta Ankara-Etimesgut Sağlık Yedeksubay Eğitim Merkezinde bulunmam gerektiği bildirildi. Kurumlarda güzel bir gelenek olan veda yemeği, sağolsun arkadaşlar tarafından benim için de düzenlendi. Yedik, içtik, sohbet, muhabbet derken: “Arkadaşlar! Bir yılı aşkın bir süre beraber mesai yaptık. Şu andan itibaren amirlik-memurluk ilişkimiz sona erdi. Müsadenizle, birbirimiz hakkındaki kanaatlerimizi paylaşalım, buradan herkes kendine bir hisse çıkarsın istiyorum. Önce ben sizler hakkındaki değerlendirmemi yapacağım, sonra da sizlerin benim hakkımdaki görüşlerinizi dinleyeceğiz” deyip personelime not vermeye başladım: “Ebe Aysel Hanım! Mükemmel bir ebe, iyi bir insan, çalışkan, fedakar, beni hiç üzmedi. Kendisine teşekkür ediyorum ve 10 puan veriyorum. Hemşire Kamile Hanım, sağlık memuru Mehmet Bey, sekreterimiz Esat Bey işlerini yaptılar ama bazı eksikleri de oldu, bundan sonra biraz daha dikkatli olmalarını tavsiye ediyorum, kendilerine teşekkür ediyor ve geçer puan veriyorum. Gelelim şoförümüz Asım Abi ile hizmetlimiz Burhan Abi’ye! Her ikisi de köylümüz ve yaşça benden büyükler. Maalesef hiç bir işlerini düzgün yapmadılar. Araba bir çalıştı, beş çalışmadı, bizi habire yolda bıraktı! Ben elime hortumu almadan Burhan abi almadı, görevi olan temizliği zoraki yaptı. Ama, Kavaklı Çavuş’un Halil’in oğlu başımıza amir kesildi dersiniz diye sesimi çıkaramadım. Üzgünüm, geçer not alamadınız! Lütfen benden sonra gelecek arkadaşa böyle yapmayın!” diyerek sözlerimi tamamladım. Evet arkadaşlar, şimdi de sizin değerlendirmelerinizi alalım dedim ama, hepsi de “estağfirullah doktor bey” deyip bir iki güzel kelamla benden memnun olduklarını dile getirdiler (Bu vesileyle Taybe Kızı’nın Burhan Abi’ye gani gani rahmet diliyorum) .

Etimesgutta 170. dönem olarak yedek subay eğitimine başladık. Normalde Samsun’da yapılan bu eğitim, bir kaç dönemliğine Ankara’ya alınmış. Sistem oturmadığından dolayı bazı sıkıntılar yaşadık ama burada eğlenceli bir 2 ay geçirdik. Hafta sonları eve çıkabiliyorduk. Dönem sonunda yapılan ve ilk 15 dereceyi alanların istediği yere tayin edileceği söylenen sınavda 17. olabildim. Çektiğim kurada, “20. mekanize tugay, tank taburu, karargah tabibi, Urfa” yazıyordu.

Ekim’in ortasında, “Tevekkeltü tealallah” deyip daha önce görmediğim ve bir çöl imajıyla karşılaşacağımı düşündüğüm Urfa’ya gitmek üzere “Tüfekçioğlu” otobüsüne bindim. Gece 10 civarında vardığımız terminalden bir taksiye binip Balıklı Göl’e gittim. Gece saatleri, ortalık tenha, her yer yemyeşil, sular şırıl şırıl, ağaçlardaki hoparlörlerden İbrahim Tatlıses dokunaklı bir Kürtçe türkü söylüyor! Garsona; “Ben Urfa’ya ilk defa geliyorum, ne uygun görüyorsan getir, seçimi sana bırakıyorum” dedim. “Tamam abi, sana bir karışık yapalım” dedi. Masaya önce bakır bir sürahi içinde bol kepçe bir ayran geldi. Sonra bir şiş domatesli, bir şiş patlıcanlı ve bir şiş de sade kebaptan oluşan karışığımız önümüze kondu. Kebabı yerken bir taraftan da garsonla yarenlik ediyorduk. “Abi, biliyor musun, bu gölün balıkları yenmez” dedi ve yiyenlerin başına geldiği söylenen bazı hikayeler anlattı. Ben, “Hiç bir kaynakta Balıklı Gölün balıkları yenmez diye bir kayıt görmedim. Yanlış ama faydalı bir inanç! Yenir desek 2-3 günde burada balık kalmaz” dedim. Garson, “ Haklısın abi, biz bazen tutup yiyoruz, çok lezzetli bu balıklar” demesin mi! Vay namıssız!

Tugaya yakın Yenişehir Mahallesinde, bahçeli, 2 katlı bir evin bahçe katını tuttum. Ev sahibemiz, emekli öğretmen bir hanımefendi idi. Kardeşim Hüseyin, Nevşehir’den bir kamyona; ev eşyalarımızı ve ilk maaşlarımı biriktirerek rahmetli Kemal Ağrı’dan aldığım, içinde hanım ve çocukların da bulunduğu 1963 model kırmızı vosvosumuzu yükletti ve Urfa’ya getirdi.

Tugayda tabip asteğmen olarak göreve başladım. Her ne kadar tank taburu kadrosunda olsam da, diğer sağlık personeli ile birlikte, destek kıtaları taburuna bağlı revirde çalışıyorduk. 5-6 hekim, 1-2 diş hekimi, 1 veteriner, 2 sağlık astsubayı ve 15-20 sıhhiye er ve eratından oluşan bir kadromuz vardı. Başımızda muvazzaf bir subay olmadığından, en kıdemli hekim aynı zamanda başhekim oluyordu ki bu bizim için bir şanstı.

Başladıktan bir hafta sonra, bir tatbikat birliğine sağlık ekibi olarak katıldık ve 15 gün kadar İslahiye-İskenderun bölgesinde arazi şartlarında kaldık. Kıdemli arkadaşlara, “Beni göndermeseniz olmaz mı, daha evimi bile yerleştiremedim” dediysem de “Bu işler acemilerden sorulur” diyerek işi bana yıktılar.

Askerlikten de iki hatıra nakledeyim:

Tugayımız yaklaşık 5.000 nüfuslu bir eğitim tugayı. Her 3 ayda bir  1.500 kadar acemi asker geliyor, eğitimi tamamlanan bir o kadar asker de görev birliklerine gönderiliyor. 1981 Mart celbinde gelen acemi askerler çadırlara yerleştirilmiş, genel muayeneden sonra ait oldukları birliklere dağıtılacaklar. Arkadaşım Dr. Abdullah Tekinşen’le beraber muayeneye başladık. Ben, sıhhiye çavuşumuzun tansiyonlarını ölçtüğü, belden yukarıları soyunuk askerleri muayene ediyorum, Abdullah Bey de evraklarını dolduruyor. Sıradaki k ızıl saçlı, gözlüklü ve çilli çocuğa takıldım; “Gözlüklü adam olsa olsa kaynakçı olur” dedim. Asker “Kaynakçıyım komutanım” dedi. “Kaynakçı da olsa olsa Nevşehirli olur” dedim. Asker, “Nevşehirliyim komutanım” demesin mi! “Deme oğlum, neresindensin bakayım” dedim. “Ucasarlıyım komutanım” deyince ağzım açık kaldı. “Ben seni niye tanımıyom ya?” deyince, “Ben Mırıllıların bacılarının oğluyum, Konya’da doğdum, büyüdüm, babam âmâ Hafız Tahir Hoca’dır. Adım Mustafa Pekgönül” dedi. “Birliğin hangisi Mustafa” diye sordum. “Topçu taburu komutanım” dedi. “Hapı yutmuşsun” diye takıldım. Mustafa’yı sıhhiye sınıfına alıp revirde görevlendirdik, sıhhiye onbaşı olarak rahat bir askerlik yaptı. Nereden nereye! Niyet hayır, akıbet hayır! Mustafa şu anda Konya’da hidrolik ekipmanları üreten bir firmanın sahibi.

Tugayımız mekanize özellikte bir birlik. Bünyesinde; 2 keşif, 2 top, 1 tank ve 1 destek kıtaları taburu var. Her taburda bir sağlık odası var. Sabah içtimadan önce bu noktalara birer hekim gidiyor, şikayeti olan hastaları muayene ediyor ve gerekli işlemleri yapıyor. Ben de bir sabah 1. topçu taburu muayene noktasına gittim. Yeni asker, Tarsus’lu kavruk bir delikanlı belinin çok ağrıdığını söyledi. Muayene ettim, ciddi bir şey göremedim. “Herhalde biraz zorlanmış” diye düşünerek bir hafta istirahat ve bir antiromatizmal verdim. Bir hafta sonra tekrar geldi ve “Hiç düzelmedi komutanım!” dedi. “Herhalde ilaç yetersiz kaldı” diyerek bir hafta daha istirahat verip ilacı değiştirdim. Bir hafta sonra değişen bir şey yok! “Acaba gözümden kaçan bir durum mu var” diye düşünerek revire götürdüm, filmini çektirdim, gene dişe dokunur bir şey yok! “Oğlum, seni yatıralım, haplar etkili olmadı, iğne ile tedavi edelim” deyince, “Ben iğne vurunmam komutanım” dedi. “Oğlum, böyle belin ağrıya ağrıya nasıl görev yapacaksın? Korkma, iğneni eli en hafif olan sıhhiyemiz Ergün Çavuş’a yaptırırız” dediysem de “ben iğne vurunmam komutanım” diye tekrarladı. “ O zaman yapacak bir şey yok oğlum” deyip sıhhiye erimize “Göreve” yaz dedim. Çocuk odadan çıkarken hafir bir sesle küfretti ama ben duydum. “Asker, gel buraya!” dedim. Yere bir battaniye serdirdim, sıhhiye erlerine “Yıkın şunu yere” deyip içlerinden en acemi olan askere, “Bir enjektöre Nova-S vit çek, en kalınından ve ucu dönmüş bir de iğne tak, sağ kalçasından yap” dedim. Novalgin ve C vitamini karışımı çok etkili bir antigribal etkiye sahiptir ama enjeksiyonu çok ağrılıdır. Sıhhiye dediklerimi yaptı, alttaki ofladı pofladı ama yapabileceği bir şey yok! “Hadi şimdi gidebilirsin” dedim. Çıkarken yine küfretmesin mi! “Akıllanmamış bu deyyus, yıkın tekrar” dedim ve sol kalçasına da aynı iğneyi yaptırdım. “Gidebilirsin, şimdi sövmek te serbest!” dedim. Herifte ne sövecek, ne de yürüyecek hal kalmıştı, topallaya topallaya uzaklaştı. Askere gelirken elini öpüp müsade istediğim rahmetli annem, “Sakın ha sakın bir askere el kaldırma oğlum! diye sıkı sıkı tembihlemişti. Askerlik sürem boyunca hiç bir askere el kaldırmadım ve anneme verdiğim sözü tuttum çok şükür!

Urfa’da çok güzel günlerimiz geçti, çok güzel arkadaşlıklarımız oldu. Hatta Urfa’da kalmayı bile düşündüm ama çocukların sosyal doku ile uyum problemleri olabilir endişesiyle vazgeçtim. Askerlikten ziyade, 8-5 mesaisi yapan bir memur pozisyonundaydık. Haftada bir, bir arkadaşın evinde çiğ küfte yiyoruz, bazen sıra gecelerine katılıyoruz. Sıra gecelerinde, daha önce hiç duymadığımız güzellikte kasideler ve türküler dinliyoruz. Hanendelerimiz, genellikle Ulu Cami’nin müezzinleri.

Kıtada bir yılımız dolunca teğmen rütbesine yükseldik ve son 2 ayımızı başhekim olarak tamamladık. Görevimiz bitince, gerek kıtadaki arkadaşlarımız gerek şehirdeki dostlarımız birer veda yemeği düzenlediler. Özellikle, tipik bir Urfa evinde yediğimiz son “İsot çömleği”nin tadı hala damağımdadır. Güzel Urfa’dan güzel hatıralarla ayrıldık. Urfa’yı bize sevdiren değerli insanlara çok teşekkür ediyorum. Bunlardan, özellikle kıymetli asker arkadaşım, Urfa eski sağlık müdürü merhum Dr. Münip Görgün’ü minnet ve rahmetle yad ediyorum. Hoşça kal Urfa! Daha sonra seni bir kaç kere daha ziyaret edebilmeyi umuyorum!